Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
2012
Son yillarda yapilan arkeometrik kil analizleri Canakkale civarinda arkaik seramik ureten bir isligin varligina isaret etmistir. “Hellespontos Isligi” adi verilen bu seramik uretim merkezinin temel olarak Guney Ionia stilinde seramik urettigi ve urunlerini, en azindan Karadeniz’deki bazi koloni kentlerine pazarladigi anlasilmistir. Analizi yapilan orneklerden yola cikarak bu isligin urunlerini mumkun oldugunca net bir sekilde tanimlayabilmek bu calismanin amaclarindan birisidir. Parion kenti nekropolis alanlarinda 2004 yilinda gerceklestirilen calismalar Hellespontos Isligi urunu olabilecek seramik ornekleri sunmustur. Bu seramiklerin yani sira, ayni isligin ya da muhtemel diger yerel isliklerin urunleri olabilecek bazi seramik gruplarina dikkat cekilmistir
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010
Dinler Tarihi bize yeryuzunde varlik surdurmus butun dinlerin ve inanc sistemlerinin cesitli gruplara, mezheplere, hatta kuruculannin da amaclamadigi farkli kimliklere burundugunu gostermektedir. Kimi zaman bu durum soz konusu inanc sisteminin temel yapisindan kaynaklandigi gibi, kimi zaman da dis faktorler etkin rol oynarlar. Hiristiyan dininin tarihi surec icerisinde diger iki buyuk semavi din olan islam ve Musevilige kiyasla daha fazla alt olusum ve mezheplere aynlmasinda, onun spekulasyonlara acik cok sayida teolojik temel kavramlara sahip olmasinin onemli rol oynadigi dusunulebilir. Tartismalar ve ilk aynimalann temelinde Isa'nin konumu, diger bir ifade ile kristoloji meselesi yatmaktadir. Daha ilk yuzyilindan baslayarak Aziz Paul'un yonlendirdigi bu din, kisa zamanda hem genisce yayilma Imkani bulmus hem de mensuplan arasinda cok farkli yorumlara sahne olmustur. Bunun neticesinde bircok ayniici grubun acilar arasinda en etkili olanlardandir. Bu makalenin amaci Bizans d...
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)'nde, yasama sürecinin işleyişinde ciddi sorunlar bulunmaktadır. TBMM, İçtüzükte öngörülen sürelerin üstünde çalışmasına rağmen ne gerekli düzenlemeleri yasalaştırabilmekte ne de hükümeti yeterince denetleyebilmektedir. Bu nedenledir ki TBMM İçtüzüğünün değiştirilmesi sürekli olarak gündemde olmuştur. Zaman zaman yapılan kapsamlı değişikliklere rağmen İçtüzüğün değiştirilme ihtiyacı bugün de gündemden düşmemiştir. İspanya Kongresi ise son derece etkin ve verimli bir işleyişe sahiptir. Çalışma yöntemine ilişkin kuralların rasyonelleştirilmiş parlamentarizm ilkesine uygun düzenlenmiş olmasından dolayı son derece etkin ve verimli bir parlamento ile karşılaşılmaktadır. Bu makalede İspanya Parlamentosunun yapı ve işleyişi ortaya konarak TBMM'deki İçtüzük çalışmalarına ve konuyla ilgilenenlere değişik bir bakış açısından bakma olanağı getirilmeye çalışılmaktadır.
Augustinus, işaretlere (sign) ilişkin tartışmalarda ve semiyotiğin tarihsel gelişiminde önemli bir yere sahiptir. Onun sahip olduğu önem, konuya pek çok eserinde değinmesinin yanı sıra işaretlere dair teorik düşünceyi kökten bir şekilde dönüştürmesi ve konuya dair terminolojiyi belirlemesinden kaynaklanır. Augustinus, Antik Yunan'ın ampirik çıkarıma dayalı işaret anlayışından farklı olarak, kelimeleri ve dili de kapsayacak daha genel bir işaret (signum) fikrine ulaşır. Hem Platoncu hem de Hristiyan bir zihnin ürünü olan bu yeni işaret düşüncesi, bir yandan Stoa mantığından bir yandan da Platoncu metafiziğin ruh-beden, akledilir dünya-duyulur dünya gibi temel bazı ikiliklerinden yararlanır. Böylece işaret, ontolojik hiyerarşide daha önce hiç sahip olmadığı bir konum elde eder: İki dünya arasında "ara bir varlık olarak işaret". Ara varlık olarak işaretler ve özellikle de dilsel işaretler, Augustinus'un "içsel" olan olarak düşündüğü ruhla "dışsal" olan olarak düşündüğü beden arasında geçişkenliği sağlarken, içsel benliğin ya da ruhun ifşasını mümkün kılar. Bu çalışmanın amacı, Augustinus'un bu yeni işaret düşüncesinden hareketle, işaretlerin ve özellikle de dilsel işaretin ontolojik konumuna ilişkin bir inceleme yürütmektir. Augustinus'un konuyla ilgili teorik tartışmasının, işaretlerle iletişim kuran ve sonsuzca işaret üretebilme gücüne sahip bir varlık olarak insanın bu temel kabiliyetine daha yakından bakmamıza imkân sağlayacağını düşünüyoruz.
2019
Amaç : Aile hekimi yaklaşımı ile takip etmeye devam ettiğimiz Aksaray Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Ocak 2018-Ocak 2019 arasında takip edilen hastaların yaş, cinsiyet, tanı, yatış süresi ve izlem sonucu yönünden verilerin toplanıp bakım verilen hedef grubun ve ihtiyaçların belirlenmesi amaçlanmıştır. Kesitsel tanımlayıcı planda yapılan çalışma sonuçlarında, grup ortalamalarının karşılaştırılması için Mann Whitney-U testi, gruplar arası ortalamaların karşılaştırılması için Pearson Ki-kare testi kullanıldı. İstatistiksel anlamlılık için p<0.05 kabul edildi. Bulgular : Hastaların demografik verilerine bakıldığında 181(%56,6) erkek, 139 (%43,4) kadın hasta toplamda 320 hasta takip edilmişti. Hastaların ortalama yaşı 72,19, yaşların ortancası 75’ti(min:15, maks:99). Hasta yaş grubu cilt kanseri olan pediatrik hasta dışında erişkin hastalardan, çoğunlukla geriatrik yaş grubundan oluşmaktaydı. Hastaların yatış tanıları incelendiğinde en sık izlenen tanılar; 31 hastada serebrovasküler hastalık, 29 hastada pnömoni, 17 hastada Alzheimer hastalığı, 13 hastada bronş ve akciğer malignitesi, 11 hastada mide malignitesi tanısı şeklinde izlenirken daha farklı gruplardan çok sayıda onkolojik tanı izlenmişti. Hastaların sağlık güvenceleri incelendiğinde en sık 98 kişi ile BAĞ-KUR, farklı alt gruplardan SGK mensupları, 33 Emekli Sandığı ve az sayıda (n:17) yurtdışı sigortalı hasta bulunmaktaydı. 3 hasta işsizlik ödeneğinden faydalanmaktaydı. Hastaların 276’sı (%86,2) aynı hekim tarafından yatırılarak takip edilmişti. Aile hekimi uzmanı takibi dışında anestezi ve dahiliye tarafından hasta izlemi yapılmıştı. Hastaların servis izlemi sonuçları incelendiğinde 11 hasta kurum dışına, 41 hasta kurum içinde sevk edilirken, 112 (%35) hasta vefat etmişti. Hastaların izlem tanıları ve yatış için başvuru sırasındaki hastanın genel durumu ve beklenen yaşam süresi göz önüne alındığında bu ölüm oranı palyatif bakım ortalamaları ile uyumludur. Tek gün yatmış olarak izlenen hastalar tüm grubun %18,4’ünü oluşturmakta idi ve destek tedaviden fayda görmek için hastaneye başvurusu gecikmiş ve vefat ile sonuçlanmış hastalardı. Sonuç : Yaş ve tanılara bağlı ihtiyaçların özellikleri ve hasta-hasta yakınlarının bilgi ve eğitim ihtiyacı açısından Aile Hekimlerinin üstlendiği rolün kıymetini vurgulamak için çalışmamızın diğer çalışmalar için de yol gösterici olacağını düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: palyatif bakım, geriatri, aile hekimliği, evde-bakım hizmetleri
Kocaeli Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2008
İnsanların iletişim amacıyla kullandığı kelimelerden ve cümlelerden ibaret olan yazılı ve yazısız dil, aynı nesneyi veya aynı kavramı çağrıştırdığı ölçüde iki kişi arasında bir iletişim ortamında bir anlam birliği sağlamaktadır. Anlamak, kelimelerin yada cümlelerin çağrıştırdığı nesnelerin veya kavramların söyleyenin ve dinleyenin zihninde aynı olması ile mümkündür. Sözlü veya yazılı dil, söyleyen ve dinleyen arasındaki iletişimi tam olarak ancak gönderme yapılan kavramların zihinde örtüşmesiyle gerçekleştirebilir. Beş duyu ile tecrübe edilebilen nesnelere gönderme yapıldığı durumda nesnelerin zihinde örtüşmeme olanağı daha azdır. Fakat beş duyu ile tecrübe edilebilen nesneler dışındaki göndermeler zihinde her zaman tümüyle birbiriyle örtüşen çağrışımları yapmaz. Dinleyenin önceden var olan bilgisine, iletişim ortamına, kültürüne ve duygularına bağlı olarak gönderme yapılan kavramların içeriklerini farklı olarak anlamaya çalışma durumu meydana gelir. Kavramalar karmaşıklaştıkça anlamak, yani kavramların örtüşmesi daha da zorlaşır. Söyleyen ile dinleyenin aynı kelimelerle zihinlerinde içeriği aynı olan kavramları çağrıştırmaları ideal bir durumdur.
Öz Sözlü anlatı türleri, toplumun temel dinamiklerini bünyelerinde barındırarak mey-dana gelirler. Bu ürünlere bakmak o toplumun dünyaya bakış açısını, inançlarını, psikolojisini, sosyolojik yapısını vb. unsurlarını görmenin önemli yollarından biri-sidir. Sözlü anlatı türlerinin tamamında olduğu gibi halk hikâyeleri de oluşum aşa-masında bu gibi birçok unsurun etkisi altında kalmıştır. Anlatı içinde toplumsal cinsiyet algısının sonucu olarak ortaya çıkan " sır cariye " , bu algının izlenmesinde önemli bir parametredir. Kadın başkahraman ile yan yana anılan sır cariye, dikkat çekici bir unsur olarak anlatılarda yer almakta ve gösterdiği anlamın dışında başka işlevlerinin olduğunun ipuçlarını vermektedir. Yapılacak dikkatli bir okumayla sır cariyenin, halk hikâyelerde yer alma şekli ve işleviyle dinleyiciye gösterildiğinin aksine farklı bir kişilik olarak değil de adeta kadın başkahramanın ikinci benliği olarak metin içinde yer aldığı görülecektir. Bu noktada psikanalitik çözümleme devreye girmektedir. Bu makaledeki amaç, halk hikâyelerinde yer alan sır cariyelik olgusunu psikanalitik yöntemle inceleyip gösterilenin ardındaki anlamı yakalamak-tır. Anahtar kelimeler: Halk Hikâyesi, Toplumsal Cinsiyet, Psikanaliz, Sır Cariye Bu makale 13-15 Mart 2015 tarihleri arasında düzenlenen " Uluslararası Halk Kültüründe Kadın Sempozyumu " nda sunulan tebliğin yeniden ele alınmış şeklidir.
Uluslararası Balkan Sempozyumu Bildiri Kitabı, 2022
İlki 1929 yılında Yunanistan’da düzenlenen Balkan Oyunları bölgesel bir spor organizasyonu olmasının yanı sıra bölgenin barış ve güvenliğinin sağlanmasında araç olarak kullanılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan barış anlaşmalarına karşı gitgide artan revizyonist söylemlerin tehdit alanı içinde kalan Balkan ülkeleri dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı güvenliklerini sağlamak amacıyla çeşitli ittifaklar kurdular. 1929 ekonomik buhranının olumsuz etkilerinin derinden hissedildiği bölgede ekonomik sorunlara ek olarak Almanya ve İtalya’nın söylem ve eylemleri Balkan ülkelerini bir araya gelmeye zorlayan faktörlerdendi. Kurulan ittifak ağlarını kuvvetlendirmenin ve toplumları birbirine yaklaştırmanın en uygun yollarından biri de kitleleri peşinden sürükleyen sporun araç olarak kullanılması oldu. Devletlerarası ilişkilerin barışçıl yollardan sürdürülmesi için kullanılan yöntemlerden biri olan spor diplomasisinin uygulanmasına en müsait ortamlardan biri Balkan Oyunları oldu. Uluslararası spor organizasyonları kültürel diplomasinin bir alt dalı olan spor diplomasisinin yürütülmesindeki en temel zemindir. Balkan devletlerinin 1930’lu yıllardaki ikili ilişkileri ve ittifakları üzerine birçok araştırma olmasına rağmen bu ilişkiler spor diplomasisi açısından pek az incelemeye konu oldu. Kissoudi’nin bölgedeki uluslararası ilişkileri spor-siyaset ilişkisi bağlamında değerlendirdiği “Sport, Politics and International Relations in the Balkans: The Balkan Games 1933 to 1935” başlıklı çalışması konuya ilişkin genel bir çerçevenin çizildiği tek araştırmadır. Bu çalışmada Balkan Oyunlarına Türkiye’nin spor diplomasisi perspektifinden yaklaşımı Türk arşiv belgeleri, süreli yayınlar ve resmi yayınlar üzerinden açıklanmaya çalışılacaktır.
2019
Ülkemizin adeta kültürel bir yıkıma doğru sürüklendiği, merkezi kültür ve eğitim politikalarının adım adım en köklerinden değiştirildiği 12 Eylül 1980 sonrasında ivme kazanan ve son on yılında iyice alevlenen “Erken Cumhuriyet Dönemi Kültür ve Eğitim Politikaları”na yönelik eleştirilerde dönem koşullarını pek de göz önüne almayan, zaman ve uzam kavramına aldırmaksızın Cumhuriyet kuruluş döneminin kültürel gelişmelerini bir tür otopsi masasına yatırmaya kalkan, köklerini uzaklarda bulmakta güçlük çekmeyeceğimiz bir çaba ve furya birçok deneme yazarını, birçok eleştirmenimizi de etkisi altına almıştı. Hilafet ve saltanatın kaldırılması, laik ve karma eğitim, kadın hakları, yasa karşısında yurttaş eşitliği gibi konular kimi araştırmacılar ve yazarlar tarafından görmezden gelinmiş gibidir. Halk çoğunluğunun kullandığı dilin yazıda kullanılması ve okuryazarlığın artması aydınlarımız tarafından önemli bir değişiklik olarak kabul görmemiştir. 1929-1930 ders yılında ilkokulu bitirenlerin sayısı 17 bin iken 1943-44 yılında bu sayının 75 bine çıktığı gerçeği eleştirmenlerimizin ilgisini çekmemektedir. Yalnızca 1945 yılı rakamlarıyla, ilkokullardaki öğrenci sayısının bir yıl öncesine göre 23 bin 415 artmış olması bile yeterli bir örnek olabilecektir (Milli Eğitim Bakanlığı Tebliğler dergisi, sayı 356, 26.11.1945, aktaran E. Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi, s 458). Yalnızca “okuryazarlık” artışı bile halkın hayatında önemli bir değişiklik değil midir? Bizi inandırıcı bulmayacak olanlara Batılı bir düşünürden söz edebiliriz. “Sansürün en etkili biçimi, hiç kuşkusuz kitlesel okumaz-yazmazlığın sürdürülmesidir.” (Terry Eagleton, Eleştiri ve İdeoloji, s 65). İlköğretimin yaygınlaştırılmış olmasını, öğretmen yetiştirmede özgür, özgün ve üretken bir yöntemin seçilmiş olmasını “önemli bir değişiklik olarak” görmeyenlere Octavio Paz’ın da söyleyecekleri vardır.
EKEV AKADEMİ DERGİSİ • Yıl: 24 Sayı: 82 , 2020
Sağlık Bilimleri Dergisi, 2019
Serotonin (5-HT), merkezi ve periferik sinir sistemindeki birçok fizyolojik rolünün yanı sıra epilepsi üzerinde de önemli rollere sahiptir. Şimdiye kadar 5-HT1-5-HT7 olmak üzere serotonine ait yedi reseptör tipi ve bunların alt tipleri tanımlanmıştır. Bu reseptörlere ilave olarak serotonerjik nörotransmisyonda görev alan ve sinir sonlanmalarından serotoninin geri alınımından sorumlu olan serotonin geri alım taşıyıcı proteinleri de bulunmaktadır. Genel olarak, serotonin öncülü 5-hidroksitriptofan ve serotonin geri alım inhibitörleri gibi hücre dışı serotonin seviyelerini yükselten ajanlar ile serotonin reseptör agonistleri hem fokal hem de jeneralize nöbetleri baskılamaktadır. Aksine beyinde 5-HT'nin uzaklaştırılması veya reseptör antagonistlerinin uygulanması ise odyojenik, kimyasal ve elektrikle uyarılan epilepsi modellerinde nöbet eşik değerini düşürdüğü bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda, özellikle 5-HT1A, 5-HT2C, 5-HT3, 5-HT4 ve 5-HT7 reseptörleri ve serotonin geri alım inhibitörleri üzerine odaklanılmıştır. Elde edilen bulgular bu reseptörlerin hem epileptogenezde hem de epileptiform aktivitenin sürdürülmesinde önemli rollere sahip olduğunu ortaya koymuştur.
DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ, 2011
Coin fi nds of 869 coins, and the works conducted on these coins during the works carried out through the 2006-2015 excavation seasons in the theatre of the ancient city of Parion: one of the most important cities of the Troas Region will be briefl y introduced in this article. The coins by being divided among groups, their distribution in regards of periods and mint marks will be presented and the some of the preliminary results will be briefly presented. In this manner it has been aimed for the reader of this article to have preliminary ideas regarding the coins discovered during the Parion Theatre excavations.
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2020
Bu yazı kapsamında Bernini'nin "Apollo ve Daphne" heykeli incelenmektedir. Barok sanatın özgün nitelikleri ve biçimsel dilinin irdelenmesinin ardından, Barok heykel ve mimari arasındaki ilişki irdelenmiş, incelenen yapıtın heykeltıraşı olan Bernini hakkında bilgi verilmiş, başlıca yapıtları incelenmiştir. Makalenin devamında "Apollo ve Daphne" heykelinin mitolojik kökeni, yapım sürecinin nasıl şekillendiği, eserin biçimsel özellikleri ele alınmıştır. Son olarak yapıtın özgün nitelikleri değerlendirilmiştir. Abstract In this article, "Apollo and Daphne" sculpture by Gian Lorenzo Bernini, 2one of the leading artists of Baroque Art, is examined. After examining the original qualities and figurative language of Baroque art, the relationship between Baroque sculpture and architecture, artistic identity of Bernini, who is the sculptor of the studied work, and his main works are examined. In the rest of the article, the mythological origin of the sculpture "Apollo and Daphne", construction process of the sculpture and the figurative features of the work are discussed. Finally, the original qualities of the art-work are evaluated
Yerkabuğunu oluşturan sedimanter yani diğer adıyla tortul kayaçlar gerek jeologlar için gerekse birçok doğa bilimci için çoğu zaman bir günlük görevini üstlenmiştir. Bu kayaçlar oluşum aşamalarında bir havza içinde yani diğer bir değişle bir birikim alanında binlerce hatta milyonlarca yıl içinde yavaş yavaş birikirler. Yani bugün kafamızı kaldırıp baktığımız zaman gördüğümüz o koca dağlar, tepeler yıllar içerisinde yağmur, rüzgâr, sıcaklık farkı, akarsu gibi birçok doğa olayı karşısında yeni düşerek yavaş yavaş aşınırlar ve yine akarsular yardımıyla birikim alanlarına yani göllere, denizlere taşınırlar. Yıllar süren bu süreçte biriken kayaç tanelerinin üstünü her zaman daha genç olan taneler örter. Yani bilmemiz gereken şey, bu katmanlarda derinlere indikçe, zamanda geriye gittiğimizdir. Doğanın biz doğa bilimcilere sunduğu bu yapı adeta dünyanın bir günlüğü gibidir, Oluşmuş her katman dünyanın günlüğünde bir sayfayı temsil eder. Eğer siz doğanın yazdığı dilden okumayı biliyorsanız dünyanın gizli günlüğünü okumaktan aldığınız hazzı tarif edilemez şekilde yaşamaya başlarsınız. Zamanda yolculuk yapmak aslında bir bilim kurgu değildir. Hatta doğa bilimciler için belki de gülük hayatın bir parçası olmuştur zamanda yolculuk. Siz her katmanda geriye doğru gittikçe bir kaya parçasının içindeki ufacık bir tanenin milyonlarca yıl süren öyküsüne, belki de o kayaların içiresinde bulunan bir fosilin başından geçenlere tanıklık edersiniz. Ancak doğanın her zaman zor olanı sevdiğini unutmamamız gerekir. Bir jeolog zamanda yolculuk yapmak istiyorsa öncelikle doğanın günlüğüne ulaşmak için doğanın bilmecelerini çözmesi gerekir. Anlayacağınız bu günlüğün sayfaları her zaman ilk yazıldığı günkü gibi dümdüz olmayabilir.
BALANS İŞLEMİ NASIL YAPILIR, BALANSSIZ ARAÇTA GÖRÜLEN ETKİLER NELERDİR
Buzullar, iklim değişikliklerine nispeten hızlı bir şekilde tepki vererek çevre şartlarını doğrudan kayıt altına aldıklarından, bir bölgenin atmosferik koşulları hakkında önemli ip uçları içerirler. Benzer şekilde, geçmiş dönemlerdeki buzulların incelenmesi ile de paleoiklim koşulları hakkında bilgiler elde edilebilir. Bu makalede son yıllarda Türkiye dağlarındaki eski buzul çökellerinden kozmojenik yüzey tarihlendirmesiyle elde edilen Geç Pleyistosen buzul kronolojilerini ele alınmaktadır. Ayrıca yapılan bu çalışmalara genel bir bakış açısı getirilerek, buzullaşma zamanları ve paleoiklim hakkında bölgesel çıkarımlar sunulmaktadır. Türkiye’de toplam 27 bölgede buzullar gelişmiştir. Bunlar Toros Dağları, Doğu Karadeniz Dağları ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerine dağılmış yüksek dağlarda gruplanmışlardır. Şimdiye kadar 9 dağdan toplam 363 adet kozmojenik yüzey örneği alınmış olup elde edilen sonuçlara göre, Türkiye’de bilinen en eski Geç Pleyistosen buzul ilerlemesinin MIS 4 (71 bin yıl önce)’de başlayarak, MIS 3 (29-35 bin yıl önce) sonuna kadar devam ettiği düşünülmektedir. Sonrasında buzullar daha da ilerlemiş ve en geniş boyutlarına 21 bin yıl önceki Son Buzul Maksimum’u (Last Glacial Maximum; SBM) sırasında ulaşmışlardır. Bu sadece Türkiye’de değil Avrupa, Kuzey Amerika ve Dünya’nın diğer bölgelerde de gözlenen küresel anlamdaki SBM (~19-23 bin yıl önce) ile de uyumludur. SBM’den sonraki dönemlerde ısınmanın artmasıyla buzullar giderek küçülmüş, Geç Buzul (Late Glacial) (19-13 bin yıl önce) ve Genç Dryas (Young Dryas) (13-11.7 bin yıl önce) dönemlerinde, zaman zaman duraklayarak, bazen de bir miktar ilerleyerek ait oldukları dönemlerin morenlerini depolamışlardır. İklimin günümüz koşullarına yaklaştığı Holosen’de ise (son 11.7 bin yıl), Türkiye’nin sadece çok yüksek dağlarında (>3500 m ) buzulları görmek mümkün olmuştur. Yaptığımız buzul modellemeleri ve diğer proksi veriler, SBM ikliminin günümüzden 8-11oC daha soğuk, yağış koşullarının ise güneybatı Anadolu’da günümüzden 1.5-2 kat daha fazla, orta ve iç kesimlerde günümüzdekine yakın ve kuzeydoğuda ise günümüzden % 30 daha kurak olduğunu göstermektedir. Geç Buzul’da iklimin günümüzden 4.5-6.4oC daha soğuk ve % 50 kadar daha fazla nemli; Erken Holosen’de 2.1-4.9oC daha soğuk ve iki katına kadar daha yağışlı; Geç Holosen’de ise yağış koşullarının günümüze yaklaştığını ancak hava sıcaklığının hala günümüz değerlerinden 2.4-3oC daha soğuk olduğunu ortaya koymaktadır.
Bilgi; insan zihninin, düşünülebilen şeylerle (ideler ya da objeler) arasında kurmuş olduğu bağdır. Bu bağ; insanın düşünme evrenini ifade eden mantık zemininde gerçekleşir. Düşünme evreninin yani mantığın unsurları; kavramlar, hükümler (önermeler-tanımlar) ve akıl yürütmelerden müteşekkildir. Kavram; idenin ya da objenin zihindeki tasavvurudur. Hüküm; kavramın hassasının, öz-anlamının belirlenmesi yani tanımıdır (definition). Akıl yürütmeler ise hükümler arasında ilişki kurma indüksiyon, analoji veya dedüksiyondur. Bilginin nihaî realizasyonu; mantığın analitik ve sentetik işlevini icra ettiği yöntemler dedüksiyon, indüksiyon ya da analoji ile sağlanır. Mantıkta kavramların tespiti, tanımlamaların yapılışı ve akıl yürütmelerin kuruluşu da bazı temel ilkeler çerçevesinde gerçekleştirilir. Bu ilkeler de özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı ilkeleridir. Mantığın ana konusu şüphesiz tanım (definition-önerme) mevzuudur. Zira ideler ve nesneler hususundaki temel ayrım tanımla belirlendiği gibi hayata ve eşyaya dair edinilen bilginin tüm birikimi de tanımla sağlanır. Bir tanımda (definition); tanımlanan durumundaki kavram ya bir "ad"a (nomen) ya da bir "nesne"ye (phenomen) aittir. Ad tanımı (nominal definition) dilsel bir uzlaşımın ürünüdür fakat nesne tanımı (real definition) uzlaşımsal değil, empiriktir. Mesela, "Daire, bir noktaya eşit uzaklıktaki noktaların kümesidir." tanımı, uzlaşımsal, adsal bir tanımken; Aristoteles'in, "İnsan, akıllı hayvandır." tanımı, uzlaşımsal olmayan nesnel bir tanımdır. Yani ad tanımı bir uzlaşıma, nesne tanımı ise bir gerçekliğe işaret eder.2 Açıktır ki "uzlaşımsal"dan maksat "keyfilik" değil; dille, lisanla ilgili olmak; bir ideye ya da bir objeye ad vermek demektir. Türkçede herkesin elmaya "elma" demesi; İngilizcede ise "apple" demesi yahut da "eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon" için İngilizlerin "democracy" Türklerin "cumhuriyet" demesi dilsel bir uzlaşımdır. Adsal ya da nesnel, tanım (definition); bilgiyi sujeler arası kılmak, müşterek hale getirmek için yapılır. Sujeler arası kılınmayan, müşterek hale getirilmeyen bir öz-anlamın bilgiye dönüştüğünden söz etmek oldukça zordur. Böyle bir şeyin imkânından bahsedilse bile tabiatı gereği birlikte yaşamak zorunda kalan insana faydasından bahsetmek mümkün değildir. Kriteri (organon) mantık olan felsefe; hayatın ve varlığın rasyonel-empirik zeminde açıklanması, anlamlandırılmasıdır. Felsefe hakkında herkesçe kabul edilen "fonksiyonel" bir tanımın yokluğunun ileri sürülmesinin sebebi; felsefenin temel uğraşı alanı olan hayata dair pratik-normatif ve varlığa dair teorik-metafizikî tanımlarının "adsal" tanımlar olmasıyla ilgilidir. Ancak tanımın "adsal" olması, felsefeye dair genel bir çerçevenin çizilemeyeceği anlamına gelmez. Bu çerçeveyi çizmek için felsefeyi; onun gibi yine hayatı ve eşyayı açıklamaya, anlamlandırmaya çalışan insanın diğer düşünsel-inançsal faaliyet alanları olan bilim (science), sanat (art) ve dinle (religion) kaynak ve kriter itibarıyla mukayese etmek yeterlidir.3 Bilim (science); kaynağı ve kriteri açısından nesnel dünyayı, fizikî alanı kapsayan bilgiyi ifade eder. Bilimsel bilgi; rasyonel-empirik zeminde, muayyen yöntemler takip ederek fenomenleri anlamak ve açıklamaktır. Bu yöntemler verili olmaktan öte işbaşındayken keşfedilir. Bilimler; varsayımları, teorileri, aksiyomları araştırmalarının ön şartı olarak görür. Bunlar sayesinde doğal hayatta karşılaşılması mümkün olmayan derinlikleri ortaya çıkarır. Bilimsel bilginin araştırmaları süreklilik arz eder. Bu süreklilik, belli bir bilgi seviyesini gerektiren problemlerin çözülmesiyle sağlanır. Belli bir seviyede çözülemeyen ya da önemsiz gibi görünen problemler, ilerleyen dönemlerde bilimsel bilginin başka bir seviyesinde çözülebilir ve önemli oldukları derecede yerlerini alırlar. Öte yandan belli bir araştırma safhasında doğru olarak kabul edilen bir bilgi, gelecek bir zamanda yanlış olarak da görülebilir. Bilimsel bilgide yalnızca fenomenleri takip etmek, onları konuşturmak, onların verdiği cevaba göre doğruluk değerini tespit etmek vardır. Bilimsel bilgi için var olan şeylerin, olayların, realitenin dışında bir doğruluk kriteri yoktur. Bu niteliklere sahip olan bilimin asli fonksiyonu da eşya ve olayları kontrol altına almak ve hayatı kolaylaştıracak teknik-pratik değerler yaratmaktır. Francis Bacon; "Bilgi kuvvettir." (Science is power.) derken, tam da bunu vurgulamaktadır. Bertrand Russel'ın ifadeleriyle "Bilim; gözlem ve gözlem sonuçlarına dayalı akıl yürütmeler vasıtasıyla önce nesnel dünyaya ilişkin muayyen gerçekleri ve onları birbirine
ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ TÜRKİYAT …, 2010
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.