Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
2020
İlim tasnifinde dînî ilimler veya İslâmî ilimler olarak sınıflandırılan üç üretici ilim kabul edilen fıkıh, kelâm, tasavvuf aynı kaynaktan çıkan ilimlerdir. Bu ilimlerin arasındaki ilişkinin ilmî metotlarla ortaya konulması önemlidir. Bu tezde bu üç ilimden fıkıh ile tasavvufun birbiri arasındaki ilişkiyi incelenmiştir.İlk oluştuğu dönemden itibaren tasavvuf ve bunun tezahürleri tartışma konusu olmuş ve olmaya devam etmektedir. Fakîhler ile sûfîler arasındaki çekişmeler meşhurdur. Bu çekişmelerin bir dönem Osmanlı’da kavgaya dönüştüğü, tarihte de idamlara yol açan ihtilafların yaşandığı bilinmektedir. Her ne kadar önemli oranda uzlaşmaya varılmış olsa da fakîhler arasında sûfîlerin bidatlerle, hurafelerle meşgul olduğu kanaati, sûfîler arasında da fakîhlerin “zâhir âlimi” olduğu söylemi halen devam etmektedir. Tezde tasavvuf ve fıkıh ilişkisi, imkân nispetinde, hem teorik hem de pratik açıdan incelenmeye çalışılmıştır. Tezin teorik bölümü sahabe dönemi ile başlatılmış, tasavvufun il...
İslam Düşüncesinde Hikmet Kelam ve İrfan , 2020
Entelektüel ya da felsefi düşünce geleneğimizin izlerini sürerken uğramamız gereken duraklardan birisi de tasavvufi düşünce geleneğidir. Tasavvuf sadece bir düşünce geleneği değil aynı zamanda bir yaşam biçimi, ahlak, edebiyat, sanat mimari, siyaset gibi birçok alanla ilişkilendirebilecek entelektüel bir gelenektir ve bu yönüyle kelam ve felsefi geleneklerden ayrılır. Diğer yandan tasavvufi gelenek, daha yaygın ve süreklilik arz eden ve içerisinde pratiği de barındıran bir gelenektir. Bu bakımdan hem teorik olarak hem de pratik olarak İslam kültür ve medeniyetine hayati katkıları olmuştur. Tasavvufi düşünce geleneğinin, diğer geleneklerden kopuk olmamakla birlikte, evren, insan ve Tanrı konusunda kendine özgü farklılıkları mevcuttur ve pratik uygulamaları temelde bu farklılıklara dayanır. Burada daha çok biz entelektüel bir hareket olarak tasavvufu felsefe ile birlikte ele alıp değerlendireceğiz. Bizim için önemli olan hem felsefe geleneği hem de tasavvuf geleneğinin birbirleriyle temas ettikleri noktalardır. Böyle olunca hem Müslüman filozofların hem de felsefi tasavvufun temsilcilerinin düşüncelerine önem verdikleri ya da kendilerinden etkilendikleri filozofları ve felsefi sistemler kendiliğinden önemli hale gelmektedir.
İslâm ilim geleneğinde kelâm, fıkıh ve tasavvuf doğrudan pratik hayatla ilgili üç ilim sayılır. Bu makalede, adı geçen üç ilimden fıkıh ve tasavvuf gaye açısından mukayese edilmektedir. Çalışma bir giriş ve iki ana bölüm olarak tasarlanmıştır. Giriş kısmında her ilme ait olan tanım, konu, fazilet, kaynaklar ve gaye gibi hususlardan bahsedilmekte, gaye ve fayda terimleri üzerinde durulmakta, sonra fıkıh ve tasavvufun gayeleri arasında karşılaştırma yapılmaya çalışılmaktadır. Birinci bölümde fıkıh ve tasavvufun genel gayeleri incelenmektedir. İkinci bölümde ise her iki ilmin amacı ilmi ve ameli olarak iki bakımdan araştırılmaktadır. Özel amaçlar ayrıca ferdî ve içtimaî nizamın tesis ve devamındaki katkıları bakımından ele alınmaktadır. Ferdî ve içtimaî gayeler fıkhın konularının genel tasnifine göre değerlendirilmektedir. Söz konusu tasnif ibadetler, muâmelât, nikâh (aile) ile ceza hukuku alanlarını kapsamaktadır. Amelî ilim olma konusunda ortaklığa sahip fıkıh ve tasavvufun, hedef ve gayeler bakımından ayrıştıkları ve birleştikleri noktalara dikkkat çekilmekte ve bu yönüyle dini yaşayış konusunda birbirlerini tamamladıklarına dair vurgu yapılmaktadır.
Journal Of History School, 2014
Özet Tasavvuf, dünyevî meşgalelerden kurtulmayı, kötü duygulardan arınmayı, kalbe Allah sevgisini yerleştirmeyi esas kabul eden bir anlayış olarak gelişmiş ve bir disiplin halini almıştır. Tefsir ise Allah'ın kelamı olan Kur'an'ın anlaşılması üzerine temellenmiş bir disiplindir. Kâinattaki her şey birbiriyle bir şekilde bağ kurmuştur. Bu sebeple olsa gerek, disiplinler arası etkileşimler hep olmuştur. Bu anlamda Tasavvuf hareketinin Tefsir ilmine yansımaları olmuştur. Sûfîlerin keşf ve ilhamlarına dayanan yorumları içeren eserler ortaya konulmuştur. Bu eserler işarî tefsir adını almıştır. Söz konusu eserlerde sûfîlerin keşf ve ilhamına dayalı olarak ayetlerin tefsirleri yer almıştır. Bu tür eserler de yoğunluk ayetlerin zâhirî anlamlarından ziyade bâtınî anlamalarına göre tefsir edilmesi şeklinde olmuştur. Bir de asıl Tefsir külliyatının çoğunluğunu oluşturan Tefsir eserleri vardır. Bu tefsirler ayetlerin zahirî anlamları üzerine yoğunlaşılarak yazılmışlardır. Bununla birlikte birçok müfessirde tefsirlerinde işarî tefsir bağlamında yorumlar yapmışlardır. Bu çalışmada büyük İslam âlimlerinden olan Kurtubî'nin el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'an adlı tefsirinde Kurtubî'nin tasavvufa bakışı tespit edilmek üzere kaleme alınmıştır. Bu bağlamda çeşitli tasavvufi terimlere yönelik Kurtubî'nin yaklaşımı tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra Kurtubî'nin bazı ayetleri tefsir ederken kimi mutasavvıfların görüşlerine yer verdiği görülmüştür. Bu doğrultuda elde edilen bulgular çalışmamızda yansıtılmıştır. Yine bazı mutasavvıfların kimi söylemleri ve yaşam tercihleri üzerine ciddi eleştirileri olan Kurtubî'nin tenkitleri çalışmamızda yer almıştır.
Fecr Yayınları, 2021
Tasavvuf, Peygamber Efendimizin örnekliğinde, İslâm'ın zâhir ve bâtın yönleriyle yaşanmasını gaye edinmiş bir ilimdir. Onu hayatlarında tatbik eden mutasavvıflar, Allah'a giden yolda uyguladıkları metotları ve güzel kulluğun inceliklerini eserlerinde anlatırlar. Bundan dolayı tasavvuf, yalnızca müntesiplerinin değil her kesimden insanın bilgi sahibi olması gereken bir disiplindir. Elinizdeki eser de tasavvufu sade bir dille okuyucuya sunmayı amaçlamıştır. Tasavvufun tarihsel gelişimini ve temel kavramlarını içeren bu eser tasavvufa giriş mahiyetinde bilgiler sunmaktadır.
www.ilimvetasavvuf.com, 2024
Tasavvuf, İslam tarihinde toplumun her kesimi üzerinde etkileri görülen önemli bir disiplindir. Tasavvuf, İslam'ın çizmiş olduğu sınırlarla kayıtlanmıştır. Bu sınırlar şeriat tarafından belirlenmiştir. Hz. Peygamber, sahabe ve tabiin dönemlerinde zühd olarak tebarüz eden bu ilim, hicrî II. (miladi VIII.) yüzyıldan itibaren tasavvuf olarak adlandırılmıştır. Tasavvuf İslâm'ın zahiri ve bâtıni boyutunu temsil eden bir disiplindir. Tasavvuf İslam'ın zahiri ve bâtıni boyutlarını birlikte yorumlamıştır. Bununla beraber, tasavvufun yayılıp toplum içerisinde sûfîlerin itibar görmeye başlamasından sonra, kendilerini tasavvuf ehli olarak adlandıranların sayısı artmış ve bir kısmı dünyalık menfaatler peşinde koşmuştur. Dünyalık peşinde koşarak menfaat temin edenlerin tasavvufla aslında hiçbir ilgileri yoktur. Çünkü tasavvufta kişi dünyayı terk etmiştir ki ancak bu sayede Allah Teâlâ'nın tecellilerine muhatap olabilsin. Bu durumu İbn Arabî (ks), Yunus (ks), Mevlânâ (ks) gibi büyük mutasavvıfların hayatlarında görmekteyiz. Zamanla sufilerin anlayışlarında farklılaşma olunca, gerçek mutasavvıflar, İslâm’daki yerini ve önemini, vasıflarını, Kur’an ve Sünnet’e uygun bir tasavvuf anlayışının nasıl olması gerektiğini belirtmek üzere tasavvuf eserleri telif etmeye başlamışlardır.. Kur’ân’a ve sünnete uygun tasavvuf anlayışını ortaya koyan bazı İslam alimleri şunlardır: Serrâc (ö. 378/988), Kelâbâzî (ö. 380/990), Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996), Hücvîrî (ö. 465/1072), Kuşeyrî (ö. 465/1072), Herevî (ö. 481/1089) ve Gazzâlî (ö. 505/1111). Bu mutasavvıfların eserleriyle birlikte bu gayeye matuf telif çalışmaları zirveye ulaşmıştır. Bu eserlere tasavvuf klasikleri adı verilmektedir.
Tasavvufî eğitim âdâb üzerine kurulmuştur. “Tasavvuf tümüyle edepten ibarettir.” sözü tasavvufî eğitimin esas itibariyle kulun kendisi, diğer insanlar ve Rabbi ile olan ilişkilerinde uygulaması gereken edeplerin tatbikinden müteşekkil olduğuna işaret eder. Tasavvuf yoluna giren müridin ilk vazifesi bu edepleri öğrenmek ve hayata aktarmaktır. Tasavvuf, özü itibariyle “kâl”e yani teoriye odaklı değil, bunun ötesinde “hâl”i yani doğrudan yaşantıyı ilgilendiren bir ilimdir. Dolayısıyla mürid âdâb ve erkânı kitaplardan ziyade bizzat tasavvufî hayatı kendi yaşantısında somutlaştırma fonksiyonuna sahip olan mürşidden alacaktır. Tıpkı Hz. Peygamber ile ashabı arasındaki ilişkide olduğu gibi mürşid de müride genel anlamda İslâm’ın ve özelde ise tasavvufun esaslarını öğretmekle vazifelidir. Mürşid, her an yanında bulunan müridlerine, bir taraftan bu esasları anlatırken diğer taraftan da hali ile bizzat uygulamalı olarak bunların hayata nasıl aktarılabileceğini göstermektedir. Bunun yanında mürşid, Allah’ın sâlih kullarına bahşettiği özel ilim (ilm-i ledün) ile müridlerine yol göstermekte, dış görünüş itibariyle farklı yorumlanabilecek pekçok hadisenin iç yüzünü açıklamaktadır. Bundan dolayıdır ki sûfîlere göre Hakk’a giden yolda müridin gerçek anlamda yetkin bir mürşidin rehberliğine ihtiyacı bulunmaktadır. Sûfîlere göre tasavvuftaki mürid ile mürşidin arasında kurulan bağ Kur’an’da Hz. Musa ile Hızır arasında geçen bir olay ile tam anlamıyla uyum arz etmektedir. Bu hadisede Hz. Musa vahye mazhar olarak şer’î ilimleri derinlemesine bilen bir peygamberdir. Hızır ise Allah’ın kendisine katından ilim (ilm-iledün) bahşettiği sâlih bir kul olup Hz. Musa’ya hakikat ilimleri bağlamında rehberlik etmektedir. Tasavvufta tıpkı Musa (as) ve Hızır (as) arasında geçen hadisede olduğu gibi mürid şeyhi ile olan beraberliği boyunca her daim kendisinden bir şeyler öğrenmektedir. Şeyh hayatın her anında müridlerine örnek bir hayat sergileyecek ve her hali onlara ibret olacaktır. Böylece mürid şeyhiyle geçirdiği her vakti bir fırsat bilecek, ondan istifadenin yollarını arayacaktır. Bu bağlamda sûfîlere göre Musa ile Hızır arasında geçen bu hadise de mürid ve mürşid arasındaki ilişkinin bir numunesi mahiyetindedir.
İslam’ın, insanların algı tarzlarına bağlı olarak farklı şekillerde tezahür ettiğini ve bu farklı görünümlerin hepsinin de İslam’dan onay aldığını söyleyebilmek için İslamî disiplinlerden referans aramak, ya bilgisizlikten ya da kötü niyetten kaynaklanan bir tarz-ı harekettir! Her ne kadar tarihsel ve aktüel vakıalara bakarak bu tarz-ı harekete dayanak arama ameliyesini meşru gösterme eğilimleri var ise de, bizzat İslam’ın sabitelerinin buna ne kadar müsamaha ettiğini irdelemekle bu meselenin can alıcı noktası gündeme getirilmiş olacaktır. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, İslam’ın Tasavvuf penceresinden farklı, Fıkıh penceresinden farklı göründüğü tezinin makbul addedilebilmesinin önündeki en büyük engel, bizzat bu ekollerin tarihe mal olmuş simalarının ve önde gelen temsilcilerinin duruşlarıdır. O büyük şahsiyetlerin hepsi, Kur’an ve Sünnet’in emirleri/yasakları hayata geçirilmeden Mü’min olunamayacağı noktasının altını çizmekte müttefiktirler. Her hangi bir Sufî “Tabakât” kitabının taranmasıyla bu söylediğimiz hususun gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiği anlaşılabilir. Burada özellikle Tasavvuf büyüklerinin bu konudaki sözlerinin hatırlanmasında büyük fayda mülahaza ediyoruz. Aşağıda da üzerinde duracağımız gibi, Zahir/Batın ayrımının belli bir gerçeğin farklı düzlemlerde vurgulanması olarak anlaşılması ve bu iki kategorinin behemehal birbirini tamamlar tarzda mezcedilmesi gerektiğini ortaya koyanların bizzat Tasavvuf büyükleri olması, meseleye getirilmeye çalışılan sathi yaklaşımları kökünden çürütmektedir. Bir diğer ifadeyle Tasavvuf’tan, modern zamanlara özgü “sofistike” bir “hümanizm” çıkarma gayretlerinin önündeki en büyük engel, yine bizzat Tasavvuf büyüklerinin duruşları, tavırları ve sözleridir. Öncelikle şunu belirtelim ki, özellikle erken dönemler itibariyle “Şeriat-Tarikat” ikilisi, yani “Zahir-Batın” ilimleri içiçedir ve bu ilimlerin her birinde temayüz etmiş olan büyük simaların ilmî silsileleri, her iki alanı mezcetmiş üstadlardan süzülüp gelmiştir.
al-ibar publishing, 2018
Although there is no connection between Sufism and Islam, we can say that the Müslümanlik religion is based on Sufism. Indeed, it would not be wrong to describe Sufism as the backbone of the Muslumanlık religion. Based on this relationship, it must be emphasized that Sufism is one of the important criteria which prove that Islam and the Müslümanlık are two completely separate and independent religions. Originally, the relationship of mysticism to the Müslümanlik religion must be discussed through the beliefs of the Turks in the pre-Islamic period. Because the ancient religions of the Turks, such as Zoroastrianism, Shamanism, Buddhism, Manichaeism, Mazdakism, Buddhism and Christianity, did not leave the consciences of the Turks completely. Rather, their effects remained in their consciences, which led to the establishment of contradictory beliefs in the conscience of the society after getting to know Islam. However, these beliefs were too weak to feel the impact on their pre-Islamic social life. Because their reflections were only seen in the rituals they performed in the pre-Islamic period of sacrifice, worship and funeral ceremonies.. The effects of these beliefs just were visible in the parades of priests, delirions and magicians. Then these false beliefs became more complex after the Turks mixed them with myths and legends that they believed in before Islam, and thus a religion of a mystical nature arose from them. That is: Müslümanlik. This is one of the strongest arguments in proving that the religion of Müslümanlik has absolutely nothing to do with Islam.
Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 2021
Mârifetullah, "Allah bilgisi" anlamına gelmekte olup tasavvufî makamlardan bir tanesidir. İlimleri genel anlamda zâhiri ve bâtıni ilimler şeklinde tasnife tabi tutan sûfiler, marifeti de bâtıni ilim kategorisinde ele alır. Mârifetullah, çalışma ve çabalamaya dayanan kesbi bir ilim değildir. O, vehbî bir ilim olarak değerlendirilmekte ve ilham, keşf yoluyla tahsil edilmektedir.Tasavvuf düşünce sisteminde mârifetullah, ulaşılması gereken en yüce gayelerden kabul edilmiştir. Bu açıdan o, tasavvufî düşünce sisteminin merkezine konulmuş ve genel itibariyle terminolojisi ve düşünceleri bunun etrafında şekillenmiştir. Zira tasavvuf, gayesi marifet; Allah'ı bilmek ve tanımak olan fıtrî bir olgudur. Yani tasavvufta asıl gaye mârifetullahtır.Tasavvuf ehli, mârifetullah tahsili için büyük gayret sarfettiler. Çünkü kişi için elzem olanın yaratanı tanımak olduğunun bilincindeydiler. Allah, varlıkları bilinmek için yaratmıştı. Yani yaratılışta Allah'ın bilinme arzusu belirleyici rol oynamıştır. Bu sayılan sebeplerden dolayı sûfiler, mârifetullahı yaratılış gayeleri telakki ettiler. Değişik şekillerde mârifetullaha ulaşmaya çalıştılar. Bu konuda üstün seviyelere çıkmaya gayret ettiler. Mârifetullahta derinleşebilmek için farklı yöntemler geliştirip, uyguladılar. Allah'ı bilmek yoluyla, onun yakınlığına ermeye çalıştılar.Biz bu makalemizde mârifetullahın ne olduğunu ve tasavvuf disiplinindeki yerini incelemeye çalışacağız.
Sosyal ve kültürel araştırmalar dergisi, 2019
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversite'sinde çalışmalarını sürdürmekte olan Prof. Dr. Levent Bayraktar'ın "Felsefe ve Tasavvuf" başlıklı çalışması daha önce değişik vesilelerle ele alınmış olan makale, bildiri ve mülakatlardan oluşmaktadır. Yazar, kitapta yer alan metinlerin gayesini, kültür ve medeniyetimizin temel kurumlarından olan tasavvuf ve onun ekseninde oluşan değerleri irdelemek niyeti ve gayreti olarak ifade etmektedir. Bu bağlamda Mevlana, Yunus Emre gibi mutasavvıflar; Camus, Bergson gibi filozoflarla birlikte değerlendirilmektedir. Böyle bir karşılaştırmalı ele alışın yanı sıra; tasavvufun güncel sorunlara verebileceği cevapların bugün için bir kaynak ve ufuk olarak değerlendirilmesi hususunda denemeler bulunmaktadır. Mutasavvıfların eskimeyen bir dünya görüşüne sahip oldukları, tasavvufi tefekkürün dünya sorunlarına her dem taze bir cevap olduğu tezi okuyucunun dikkatine sunulmaktadır.
Bu makalede, İslâm tarihinin ilk dönemlerinden günümüze kadar Müslüman âlim, filozof ve mutasavvıflar tarafından yapılmış olan bazı ilim tasnîfleri ve bunlar arasında tasavvuf ilminin yeri meselesi ele alınmaktadır. Amacımız belli başlı ilim tasnîfleri içerisinde "Tasavvuf İlmi"nin ne kadar kabul gördüğünü tespit etmektir. Bu tespit çabası sırasında sadece tasavvuf ilmine yer verenlere değil, eserlerinde bundan bahsetmeyenlere de değinilmektedir.
www.ilimvetasavvuf.com, 2025
Oruç, nefsin alışageldiği şeylerin yokluğuna sabretmesi, organların şehvet ve isteklerin etkisinden alıkonması demektir. Oruç, insanın tabii yapısının ve bedeni isteklerinin akla boyun eğmesini sağlayan bir ibadettir. Yani oruç insanda irade gücünü artıran bir özelliğe sahiptir. Böylece oruç insandaki hayvani ve nefsani yönü zayıflatıp meleki yönü güçlendiren bir ibadet olmaktadır. Bu nedenle bir kudsi hadiste şöyle buyurulmuştur: “Ademoğlu’nun her ameli kendinindir. Yalnız oruç müstesna. Çünkü o Benimdir. Onun mükafatını verecek olan Benim.” (Buhari, Müslim) Başka bir hadiste de Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır, “Oruçlunun ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.” Sufiler oruç ibadetini insanın yaratılış gayesi ve Allah’a karşı tevazunun zirvesi olarak değerlendirirler. İslam’ın inşa edildiği beş esastan biri olan orucu da Allah’ın emirlerine boyun eğmek, O’nun emirlerinden uzaklaştıran her şeyden uzak durmak, nefsin arzu ve isteklerinden uzaklaşıp Allah’tan başka her şeyi terk etmek gerektiğini ifade ederler. Bunun için oruçta yalnız Allah’ın rızasını elde etmeyi amaçlarlar. Onlara göre oruç, nefsi tezkiye etmeye, ahlâkı güzelleştirmeye ve takvaya ulaşmanın vesilelerinden biridir.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2022
Tasavvuf, İslâm kültürünün Hind alt kıtasında yayılmasında önemli bir rol oynamıştır. Nitekim Ortaçağ döneminde Hind alt kıtasındaki farklı tarikatlara mensup olan sûfîler, sadece Müslümanlar üzerinde derin etkiler bırakmakla kalmayıp, diğer dinlerin takipçileri üzerinde de önemli derecede etkiler bırakmışlardır. Bu sûfîlerden biri de çalışmamızın konusu olan Abdülhak Dihlevî’dir. Hindistan’ın önde gelen sûfîlerinden olan Abdülhak Dihlevî, hayatı boyunca zâhirî ve bâtınî ilimleri birleştirmeye gayret etmiştir. Araştırmamız Abdülhak ed-Dihlevî’nin tasavvuf -fıkıh ilişkisi bağlamındaki görüşlerini ele almayı hedeflemektedir. Çalışmada öncelikle ana hatlarıyla Abdülhak Dihlevî’nin kişiliği, tasavvufî yönü ve tasavvuf alanındaki eserleri ele alınmış ardından onun görüşleri çerçevesinde tasavvuf ve fıkıh ilişkisi incelenmiştir. Dihlevî, tasavvuf ve fıkıh disiplinlerinin Kur’ân ve sünnetin kuralları çerçevesinde kaldıkları sürece, bir madalyonun iki yüzünden ibaret olduklarını savunmuştur...
Tasavvuf Kavramlarının İstinbâtı Bağlamında İşâret İlmi Tasavvufun menşei etrafındaki tartışmalarda mutasavvıfların genel kanaati tasavvufun temel kaynağının Kur’an olduğudur. Mutasavvıflar, bu yargılarını ispat için, telif ettikleri eserlerde tasavvuf kavramlarını âyetlerden deliller getirmek suretiyle ele almışlardır. Bu bağlamda Kur’ân’a uygun tasavvuf anlayışını ortaya koymak adına Serrâc, Kelâbâzî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Hücvîrî, Kuşeyrî, Herevî ve Gazzâlî gibi sûfîlerin tasavvuf kavramlarının önemli bir bölümünü Kur’ân ile ilişkili olarak ele alındıkları görülmektedir. Bunu yaparken bir taraftan temel düşünce ve iddialarının muhalifler nezdinde kabul görmesini amaçlamışlar diğer taraftan ise sûfîlerin kendi aralarında mutmain olmalarını hedeflemişlerdir. Mutasavvıflar tasavvuf kavramlarını istinbât ederken âyetlerin zâhir anlamlarının yanında birtakım işârî anlamlara yönelmişler, buna da işaret ilmi adını vermişlerdir. İşaret ilmi, bildikleri ile amel eden kula Allahu Teâlâ’nın bilmediklerini öğretmesi ile elde edilmektedir. Dolayısıyla işâret ilmi, kulun Rabbine olan güzel kulluğunun bir semeresi olarak sûfî epistemolojisindeki yerini almıştır. Bildiride mutasavvıfların işârî yorumlarla Kur’ân’a dayandırdıkları kavramlardan yola çıkılarak işâret ilminin mutasavvıfların Kur’ân’ı anlama ve yorumlamalarına olan etkisini ve neticelerini tespit etmek amaçlanmaktadır. Bunun için mutasavvıflarca Kur’an kaynaklı olarak ele alınan kavramlardan örnekler incelenecektir. Zira işârî yorumlar ile ulaşmış oldukları mânâlar, mutasavvıfların Kur’ân’ı anlama ve yorumlama metotlarının bir ürünüdür. Mutasavvıflar, âyetlerin zâhir anlamları ile yetinmek yerine bunları reddetmemekle birlikte işârî yorumlara giderek bir anlamda Kur’ân’ın anlam alanını genişletmişlerdir. Bu bağlamda onların çıkarımlarının düşünsel anlamda bir zenginlik olarak görülmesi uygun olacaktır. Anahtar Kelimeler: Tasavvuf Kavramları, İşâret İlmi, İşârî Yorum, Kur’ân, İstinbât
Sözlükte içki içip sarhoş olmak, kendinden geçmek gibi manalara gelen sekr kavramı tasavvuf ilminde kuvvetli bir feyzin (vârid) tesiri ile şuur halinin kaybedilmesi anlamını taşımaktadır. Sahv kavramı ise sözlükte sekr kavramının zıttı olarak kendine gelmek, iyileşmek ve uyunmak gibi manalara gelmekle beraber tasavvuf ilminde, şuur haline tekrar dönülerek manevî sarhoşluktan ayılmayı ifade etmektedir. Bu anlamda mutasavvıfların genel olarak kullandıkları kavramlar sekr ve sahv eksenli olmak üzere iki ana kola ayrılmaktadır. Sekr ve sahv kavramları mutasavvıfları tasavvufun ilk dönemlerinden itibaren sekr ve sahv ehli şeklinde ikiye ayırmıştır. Bu ayrımın sonuçlarını hemen hemen bütün tasavvufî kavramlarda ve düşüncelerde görmek mümkündür. Dolayısıyla tasavvufî düşüncedeki sekr ve sahv kavramların değişik perspektiflerle ele alınması diğer tasavvufî kavramların anlamsal zemini idrak etme açısından önem arz etmektedir. Çalışmada yöntem olarak öncelikle sekr, daha sonra sahv kavramı incelendi. Çünkü sahv, sekr halinin bir neticesidir. Sekr kavramının lügat ve ıstılah manaları zikredildikten sonra mutasavvıfların konuyla alakalı temellendirdiği ayet ve hadisler ele alındı. Böylelikle konuya yüzeysel de olsa Kur'ân ve sünnet açısından bakılmaya çalışıldı. Sahv kavramı için de aynı usul takip edildi. Son olarak sekr ve sahv kavramlarının mukayesesi yapılarak bazı çıkarımlarda bulunuldu. Çalışma neticesinde ise tasavvuf ilminde sekr ve sahv kavramlarının kelime manalarının dışında yeni bir anlam kazandığı görülmüştür. Lügatlerde maddî bir sarhoşluk ve uyanıklık halini ifade eden sekr ve sahv kavramları, tasavvufta daha çok manevî sarhoşluk ve uyanıklık anlamında kullanıldığı gözlemlenilmiştir. Fakat sekr ve sahv kavramlarının tasavvuftaki bu anlamlarıyla Kur'ân ve hadiste doğrudan geçmediği tespit edilmiştir. Kavramlara getirilen bu yeni anlamların mutasavvıflar tarafından bazı ayet ve hadislerden tasavvufî yorumlarla istidlâl edildiği görülmüştür. Bunların dışında sekr ve sahv kavramları mukayese edildiğinde mutasavvıfların daha çok sahv halini benimsediği, uzun süreli sekr halinin Allah olan kulluğu hakiki manada yerine getirme hususunda sorun teşkil edeceği anlaşılmıştır.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.