Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
2021, Sophos Akademi
…
6 pages
1 file
Yüzyıllar boyunca kültürler, bu korkunç gizemi tanınır kılmak için ölümü karakterize etti. Modern bilim, biyolojik süreçlerini ifşa ederek ölümün gizemini çözdü, ancak geriye birçok soru kaldı. Ölümü incelemek, acımasız bir kaderin hastalıklı bir hatırlatıcısı olmak değil, yaşayanların yaşamlarını iyileştirmenin bir yoludur[1].
Bu çalışmamızda, ölüm hakkında yapılan araştırmaların bir bölümünün verileri ışığında ölümsüzlük arzusu ve ölüme ilişkin olarak, maskeleme, bastırma, korku, kaygı, meydan okuma, kabullenme, ölümü isteme,... gibi tutumlar hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
Aydın ÇAM Pieter Bruegel'in 1560 yılında tamamladığı tahmin edilen İkarus'un Düşüşü Sırasında Bir Manzara [1] (Landschap met de Val van Icarus) adlı tablo, Ovid'in Metamorphosis'inden bir meseli, babası Daidalus ile birlikte Girit'te tutsak edildikleri labirentten kaçmaya çalışan İkarus'u betimler. Baba ve oğul kendilerine bir çift kanat yaparak uçmayı başarmışlardır; ne var ki İkarus özgürlük sarhoşluğuna kapılmış, gökyüzünde çok fazla yükselmiş, dolayısıyla güneşe yaklaşmış ve kanatlarındaki tüyleri bir arada tutan balmumu erimiştir. Sonuç bir felaket olur; kanatları dağılan İkarus denize düşer ve ölür. Bruegel'in tablosunda işte tam da bu an canlandırılır; denize henüz düşmüş ve boğulmakta olan İkarus. Bu kompozisyon, Bruegel'in mitolojiden nadir esinlenmelerinden biridir ve Ovid'in meselindeki tasvirler özenle resmedilmiştir; örneğin, İkarus ve Daidalus'un hapsedildikleri labirent ufuktaki tepelerde belli belirsiz seçilmektedir. Yine aynı meselde anılan çiftçi, çoban ve balıkçı da tablodaki yerlerini almıştır, denize henüz düşmüş olan İkarus'un baş aşağı bir şekilde suya gömülürken çaresizce çırpınan ayaklarıyla birlikte. Dahası, Ovid'in meseliyle birlikte insanlıkla ilgili çok daha derinlikli bir durumu Bruegel tablosunda dâhice yansıtmayı bilmiştir: Kayıtsızlığı…
1 "Zamanın başlangıcında bir gün aşırı şekilde sel oldu. Sel suları çamuru sürükleyip Kara Dağ'daki mağaraya getirdi. Çamuru insan kalıbına benzeyen yarıklara doldurdu. Güneş Saratan (yengeç) burcunda / yıldızında ve en yüksek noktasında idi. Bu Kara Dağ'ın tepesindeki bir mağarada, anne / insan vücudu gibi bir yerde çamur; güneş, rüzgâr, kök suları ve toprak (dört unsur ile) insan şekline dönüştü. Türklerin atası Ulu Ay Ata, zamanın başlangıcında dokuz ay sonra bu şekilde hayat buldu. (…) Ulu Ay Ata, hayat bulup yürüyecek duruma geldikten sonra kutsal Kara Dağ'ın eteğindeki bereketli toprağa iner. Ömrünün ilk kırk yılında tam kalıbına ve gücüne ulaşır. (…) Ulu Ay Ata yaratıldıktan kırk yıl sonra Kara Dağ'ın zirvesinde seller sular yine aktı. Bu defa güneş, Sünbüle (başak) burcunda / yıldızında idi. Sonbaharda, o bilinen çöküntü, ikinci kez balçık / çamur ile doldu. Bu defa güneş en yüksek noktaya ulaşamadı. Güneş en yüksek noktaya ulaşamadığı için Ulu Ay Ata'nın yaratılışı anındaki güce sahip olamadı. Bu yüzden Ulu Ay Ana çok güçlü olamadı. (…) Bundan sonraki kırk seneyi Ulu Ay Ata şekil değiştirmeden bekledi; sonrasında vücudu çökmeye başladı. Ondan sonraki kırkıncı senede de öldü. Böylece bilge kişilerin söylediği, yüz yirmi yıllık 'normal insan ömrünün' tam devresi tamamlandı. Ulu Ay Ata, yeniden doğar umuduyla, hayata geldiği mağaranın çukuruna defnedildi. Yeniden canlanması beklendi. Kırk yıl sonra, anne Ay Va / Ulu Ay Ana da öldü. Mezara taşındığında, Ulu Ay Ata'nın vücudu artık çürümüştü. Oğlunun emri üzerine mağara kocaman, mücevherlerle işlenmiş, kırmızı altından yapılmış bir kapı ile kapatılıp mühürlendi. Burası artık mezar bekçileri ile hizmetçiler tarafından korunmaya başlandı. Mağarada düzenlemeler yapılıp kapısı takıldıktan sonra halk tarafından kutsal yer olarak saygı gösterilmeye başlandı. Burası Türklerin ilk ziyaretgahı oldu. Daha sonra Ulu Ay Ata diye ismi anılan babadan ve onun gibi Ulu Kara Tağ'da aynı mağarada yaratılan eşi Ulu Ay Ana'dan (Metinde: Ulu Ay Anacı) gelen çocuklar çoğaldı. Çoğaldıkları zaman birbirlerine haksızlık ve zulüm etmeye başladı." (Demir, 2017: 86-89) 2 Aybek ed-Devâdârî'nin yukarıda anılan eserinde Arapça özetine yer verdiği "Ulu Han Ata Bitigi"ni Türkçeye çevirerek yayımlayan Necati Demir, Aybek ed-Devâdârî'nin ölüm tarihini,
Turk Kulturu Ve Hacı Bektas Veli Arastırma Dergisi, 1999
Ölümden korkum yok, o benden korksun Cehennem var ise, günahım yaksın Cennet güzellikleri seyrana çıksın Sevgi muhabbete özendim, yeter. Dünyada her toplumun/topluluğun bir inancı bulunmakta, bu inançlara uygun olarak da cenaze törenleri yapılmaktadır. Alevi toplulukları da inanç sistemlerine uygun olarak cenaze törenlerinin gereklerini yerine getirmektedirler. Alevilerde, yaşanılan yerleşim alanının kent ya da kırsal olmasına; öğrenim durumuna göre, ölüm olgusuna bakış, yakınlarını kaybedenlerin gösterdikleri tepkiler ve ölü gömme biçim ve geleneklerinde bazı nüanslar gözlenebilmektedir. Bu küçük farklılıkların temelinde, Alevi topluluklarının inanışlarında cenazeyi kaldırmak/gömmek için belli bir vakit sınırlamasının olmaması ve cenazenin nereden ve de nasıl kaldırılacağına dair kesin bir dinsel emir bulunmaması yatmaktadır. Bu topluluklarda cenazenin bekletilmeden bir an önce toprağa verilmesi gerektiği düşüncesi yaygın olmasına karşın, cenaze güneşin doğuşundan batışına kadar defnedilebilmektedir. Yine bin yılı aşkın bir tarih boyunca bu topluluklarda cenazesini camii veya mescide götürme gibi bir uygulama yer alamazken, günümüzde bunlara rastlanmaktadır. Kent yaşamına geçişle birlikte, içinde bulunan yapıda cenaze kaldırma belediyeler kanalıyla bir sisteme bağlandığı için, Alevi öğreti sisteminde bulunmayan camii ve hoca geleneği de Alevi topluluklarda 1950'li yıllardan sonra yer almaya başlanmıştır. Kent ortamında pirim yapan cami ve hocalar, bir takım sorunları ve tatsız olayları da beraberinde getirmiştir. Örneğin kimi camilere Alevi (halk arasındaki yaygın adı ile "Kızılbaş") cenazelerinin getirilmesi hoş karşılanmamış ya da kimi hocaların cenazelerin Alevilere ait olduğunu hissetmesi ve öğrenmesi durumunda cenazeyi yıkamak ve cenaze namazını kıldırmak istememesi gibi olumsuzluklar ortaya çıkmıştır. Ayrıca meşrulaşan bu sistemle birlikte, kimi hocaların da gerek cenazenin yıkanması ve defnedilmesi sırasında, gerekse ölen kişinin üç, beş, yedi, kırk ve elli ikinci günlerinde okudukları dua (gülbang) ve mevlüt dolayısıyla. elde ettikleri bol kazanç ile bu işi tam bir ticarete dönüştürmüşlerdir. Dahası dua ve mevludun okunması sırasında, hocaların elde ettikleri bu fırsatı değerlendirerek, kendi Sünni-Ortodoks yapıdakidüşüncelerini yaymaya çalışmaları, yani Alevileri Sünni inanç biçimine göre koşullandırmak için yoğun çaba sarf etmeleri de sorunun bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Kimi Aleviler cenaze törenindeki bu tür uygulamaları, Sünnileştirme yani asimilasyon çabaları olarak algılamaktadırlar. Bu tür uygulamaları, kendi inançlarına karşı yapılmış/yapılmakta olan hoşgörüsüzlük ve saygısızlık olarak da kabul ettikleri için "Alevi olarak doğuyoruz, Sünni olarak ölmek istemiyoruz" diyerek şiddetle eleştirmektedirler. Ölümün, Alevilikte başlıca iki yorumu bulunmaktadır. Birincisi "biyolojik ölüm"dür. Biyolojik ölümü, "ölme", "ölüm", "kalıbı dinlendirmek" ve "Hakk'a yürümek" gibi terimlerle dile getirmektedirler. Bu terimlerden "kalıbı dinlendirmek" ve "Hakk'a yürümek" ölümün bir son olmadığını yeni bir durumun başlangıcı olduğu inanışından kaynaklanmaktadır. Burada sözü edilen kalıp bedendir ve beden yaşlanmıştır, yorulmuştur ya da hasar görmüştür işlevini yerine getirmeyecek durumdadır. Bu durumda beden (kalıp) terk edilir. Kalıbını terk eden, Tanrıdan gelmiştir, Tanrıya dönecektir. Bu nedenle de, Hakk'a ulaşmak üzere kalıbı terk eder (Hakk'a yürür) denilmektedir. Yani ölüm/ölme, Tanrıya ulaşmak/öze yeniden kavuşmak olarak kabul edilmektedir. İkinci ölüm ise, "Nasip (ikrar) törenindeki ölüm"dür. Bu ölüm, Alevilerce "ölmeden önce ölmek" ve "ölmek" terimleri ile ifade edilmektedir. İkrar törenindeki ölmek, iradi bir ölümdür ve bu aşama Alevi eğitiminin belki de en çarpıcı ve en zorlu aşaması olarak kabul edilmektedir. Aleviler öğreti yolunda, bütün tutkulardan, aşırı isteklerden, dünyaya bağlı geçici dileklerden, eğilmelerden kurtulmaya ve özünü gerçeğe adamaya yani öğretiyi benimseyip yola girmeye -"İkrar (Nasip) Alma"-, "ölmeden önce ölmek" demektedirler. Bu öğreti için, kişinin kendi isteğiyle maddi ve manevi dileklerinden tümden vazgeçmesiyle (yani iradi olarak ölmekle), mana aleminde, ruh bakımından hayat bulacağına inanılmaktadır. Alevilikte benimsenmiş olan Batıni yorumda iradi olarak ölen yani ikrarını alan can, dünyaya yeniden gelmiş gibidir. Yani, insanların yaşamları boyunca yaptıkları pek çok şeye, ölümle karşılaştıklarında pişmanlık duyacak olmaları ve "bir daha dünyaya gelsem böyle yapmazdım" düşüncesine varmaları "ikrar töreni"ile canlara kavratılmaktadır. Böylece insanın son veda anındaki hesaplaşmasını, önceden ikrar töreninde yaşayan Aleviler, kendilerini yeniden doğmuş olarak kabul ederler ve bu olayı da "ikinci doğum" olarak adlandırırlar. Yola girmenin ön koşulu olan "ölmeden önce ölmek" (iradi olarak ölmek), Aşık Veysel tarafından şöyle dile getirilmiştir: Topraktandır cümle beden Nefsi öldür ölmeden Böyle emretmiş yaradan Yine iradi olarak ölmeyi ve ikinci doğumu Şâhi bir nefesinde şöyle anlatmaktadır: Dört kapı selâmın verip aldılar, Pirim huzuruna çekip yettiler; El ele, el Hakk'a olsun dediler, Henüz mâsum olup cihana geldim. Münire Bacı da bu doğumu bir nefesinde: Doğdum iki âneden Kimdir beni taneden Mürşidim imdat eden Haydariyim, Haydari. biçiminde dile getirir. Nefeslerde de belirtilen, Alevilikte yapılan ikrar töreninden sonra, yola girenlerin kendilerini yeniden doğmuş gibi hissetmektedir. Alevilikte yola giren kişi, kendisini tüm kötülüklerden, istenmeyen davranışlardan arındırmış sayılır. Bundan sonra geride kalan yaşamı boyunca pişmanlık duyacağı şeyleri yapmamaya çalışır yani arındırılmış halde kalabilmek için çaba gösterir. Alevilikte biyolojik ölümün "Tanrıya yeniden kavuşmak" olarak kabul görmesinin ana nedeni; nesnelerin, düşüncelerin yoktan var olmayacağına inanılmasıdır. Heterodoks yapıdaki bu öğretiye göre, İnsan-Evren-Tanrı bir bütündür (vahdet-i vücud); bundan dolayı evrendeki nesneler ve düşünceler Tanrının varlığından kaynaklanmakta ve bu durum (ölüm), varlığın (insanın) öze dönüşümü olmaktadır. Hakk'a yürüyen "can"ın aslında ölmediğine öze (Tanrıya) geri döndüğü inanışına Alevi-Bektaşi menakıbnamelerinde sıkça rastlanır. "Cenazeye İmam Olmak" biçiminde de ifade edilen bu duruma
Hissettikleriyle düşündüklerini harmanlayan şairler, ölüm karşısındaki hislerini, düşüncelerini, ölümü gözlemleyişlerini neyle aksetmişlerdir? Soruya verilen cevaplar ‘’mersiye’’ şeklinde olacaktır. Mersiye, ölümü anlatan şiirlerdir. Ölüm karşısında duyulan hisleri, düşünceleri ve ölümün gerçekliğini ‘’ölümlü olan insana’’ etkili bir şekilde anlatan şiir türüdür. Ölüm üzerinde düşünen filozofların çokluğu ev olarak düşünülerek o evin üzerine ‘’ölüm felsefesi’’ çatısı eklendi. Aynı soruyu mersiye için sormak yerinde olacaktır: Mersiyeler, ölüm üzerine düşünen, hisseden şairler tarafından yazılan şiirlerdir. Mersiyeleri yazan şairlerin çokluğu kadar ölüm tanımı vardır. Mersiyeler, bir ev olarak toplandığı zaman üzerine ‘’ölüm felsefesi’’ çatısı eklenebilir mi? Mersiyeler, ölüm taşır ama felsefesini taşır mı?
Bilge Karasu'yu Okumak, 2013
Bilge Karasu'nun metinlerinde "ölüm" temel izleklerden biridir. Metinlerin hemen her sayfasında ölüm ile ilgili bir düşünceye, en azından varoluşsal bir gerçek, kaçınılmaz son olarak kendisine rastlanır. Bu yazı da Bilge Karasu'nun metinlerinde "ölüm" izleğinin peşine düşmek, metinleri bu izlek etrafında anlamlandırmak için hazırlanmıştır.
Littera Turca Journal of Turkish Language and Literature, 2021
Türk toplumu için, ölümün rengi kara, tadı acı, ölünün yüzü soğuktur. Ölüm dönüşü olmayan bir yolculuk, sonsuz uykudur. Acı gerçek ölmek, Türkçede genellikle örtmeceyle dile getirilirken, bu sözcüğün türevleri ve yan anlamlarında ölümün istenmeyen çağrışımları, ürkütücülüğü, korkutuculuğu yok olmaktadır. Böylece öl-sözcüğü her tür kavramlaştırmada rahatça kullanılabilmektedir. Bu çalışmada, Türkiye Türkçesinde öl-eylemini karşılayan sözlere yer verilecek, öleyleminin türevleri, birleşik eylemlerde ve kalıp sözlerde kullanımı üzerinde durulacak, kavramlaştırmadaki yeri açıklanmaya çalışılacaktır. Öl-, ölü, ölüm kavram alanına giren sözcükler ve Türk kültüründe önemli bir yer tutan kalıp sözlerden örnekler sunulacaktır.
Benim tüm tanımlama yeteneğimi elimden alan ama bir o kadar da gerçekliğinden emin olduğum ama aynı zamanda benim sürekli kendimden öteye attığım bu halin zamanla hiçbir bağının olmadığına bu bile delildir aslında. Benim kendime hiç yaklaşmayacağını düşünmek için ileri, bilinmez ama hislerimde ise asla gelmeyecek zamana ve ayrıca ensesinde sürekli nefesini hissettiğim kadar da yakın olan, şu an gelecek olan bu a priori'den daha a priori olan duruma bir zaman-ötesi vücut yüklemiş olmam gerekir.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.
DergiPark (Istanbul University), 2019
Social Sciences Studies Journal, 2020
Vakanüvis Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, 2022
Roman Kahramanları Dergisi, 2023
Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
KARAM Karadeniz Araştırmaları, 2022
İdil Dergisi, 8(57), S. 577-586., 2019