Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
2021, Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi
https://doi.org/10.47948/efad.874900…
7 pages
1 file
Sanat ve Etik birbirleri ile iç içe geçmiş kavramlardır ve her ikisi de özneldir. Sanat, özgünlüğün dışa vurumu, etik ise ahlaki bir davranış biçimidir. Sanatın etik ile yorumlanması ise onu oluşturan öğenin etik ahlak açısından anlamlandırılmasıdır. Bazı durumlarda ahlak açısından değerlendirilme yapıldığında özellikle sanatsal bir yapıt söz konusu olduğunda etik kavramı otomatik bir şekilde devreye girmektedir çünkü etik özünde ahlaki duruş taşımaktadır. İhmalin göz yumduğu şekli ile 1986 yılında gerçekleşen bir patlama Ukrayna’da Pripyat şehrinin tarihe damga vurarak yok olmasına sebep olmuştur. Kaza sonrasında 500.000’den fazla kişi olaya müdahil olmuş ve bu kişilerin neredeyse birçoğu radyasyona maruz kalmış, 31 kişi ise hayatını kaybetmiştir. Yaşanan bu felaketin ardından bölge Çernobil bölgesi olarak anılmış ve 20. Yüzyılın ortalarında ise birçok turistin ilgisini çekmiştir. Doğal açık hava müzesi niteliğinde olan bu alan yaşanmışlıkların sergisi niteliğindedir. Yaşanan felaket tüm gerçekliği ile bir şehrin hayalet hale gelmesini ve o şehrin yaşanmışlıklarının açık hava müzesi niteliğinde insana dair tüm oluşumlarını duyusal olarak sergilemesidir. Karanlık Turizm olarak literatürde yerini bulan bu ziyaretler yaşanmışlıkların, gezen kişilerin duygu ve düşünceleri ile yoğrulmasıdır. Etik ve sanatın ilişkisi bu noktada tekrar tekrar gözler önüne serilmektedir. Etik açıdan başka yaklaşımlar da vardır fakat tanıklık etmek olarak incelediğimizde, etiğin ahlakın mevcudiyetinden sıyrılmadığını görmekteyiz.
Tarihöncesi alanlar kazılmadıkları takdirde, Antik dönemlerden kalan ören yerleri ya da Ortaçağ kalıntılarından farklı olarak, o coğrafyada yaşayan insanlar için bir farkındalık oluşturmazlar. Yaşayan toplumun hafızasından tümüyle silinmiş olmaları adeta bu alanların ortak özelliğidir. Bu " hiçlik " kadar, insanlığın ortak geçmişi ve bugünüyle bağlantısı tam olarak kurulamamış bir bilgi alanıdır çoğu kez tarihöncesi. Ayrıca kalıntıların görsel algısının zor ve anıtsallıktan uzak oluşu, bu dönemlere ait bilginin paylaşımını da güçleştiren etkenler arasındadır. Tarihöncesi yerleşimlerinden edinilen bilginin toplumun farklı kesimleriyle payla-şılmasına ve sergilemeye ilişkin sorunları çeşitlendirerek ayrıntılandırmak müm-kündür. Bu bağlamda genellikle yerleşmenin tümünün kazılmadığı, bir bütünün parçalarının ortaya çıkarıldığı göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca höyükleşme ve tabakalanmanın, bir başka deyişle süreç ve mekan ilişkisinin birlikte anlatılması farklı zorluklar içermektedir. Çoğu tarihöncesi yerleşimin görsel açıdan zayıf ve algılanması güç kalıntılara sahip olması, sergileme ve anlatım zorluğunun yanı sıra, koruma, bakım ve onarım gibi başka sorunları da beraberinde getirmektedir. Konu yerleşme bazında ele alındığında, somut sorunların sayısının arttığı ve özgünleştiği görülmekte, dolayısıyla sergileme ve anlatım dilinin de özgün olması gerektiği anlaşılmaktadır. Kuşkusuz özgünlük, yerleşimin sahip olduğu özellikler kadar orada gerçekleşen arkeolojik araştırmaların, sergilemeye yönelik uygulamaların amaç ve kapsamıyla de yakından ilişkilidir. Bununla birlikte arkeolojik alana dair beklentilerin yalnızca arkeologlar tarafından belirlendiği düşünülmemelidir; toplum ve kurumların bek-lentileri de etkin bir rol oynamakta, görsel çekicilik, turizm girdisi ve ekonomiye katkı gibi farklı kaygıların yanı sıra, toplumsal yapılanma, tarihsel aidiyet ve yerel kimliğe katkı gibi yaşayan toplumun kimliği ya da sosyal etkinliğine ilişkin konular da önem taşımaktadır (Arı 2009: 58). Bunları karşılayacak anlaşılabilir, öyküsel ve hoşa gidebilecek bir anlatım dili yaygın kabul görmektedir. Burada öne çıkarılan birkaç ölçüt dahi, tarihöncesi yerleşmelerin toplumsal yaşamın bir parçası haline getirilmesi için, sürdürülebilir kurumsal bir kimlik kazandırılmasında ciddi ve üzerinde düşünülmesi gereken sorunlar olduğuna işaret etmektedir.
Haliç Üniversitesi Fen Bilimleri Dergisi 2022, 5/1: 1-24, 2022
Geçmişten günümüze, farklı coğrafyalarda yaşayan insanlar, ait oldukları kültür içinde yaşam alanlarını oluşturmuş ve oluşturmaya devam etmektedirler. İnsan topluluklarınca kabul gören inanç, gelenek ve görenekleri, toplumsal uygulamaları, el sanatları ve ustalık becerilerinin bütünleşmesi sonucu somut kavramları oluşturmaya başlar. Bu kavramları içinde barındıran yapı ve bu yapılara bağlı yaşamın izini taşıyan her türlü bileşen de korunmalıdır. Ülkemizde özellikle kırsal yerleşimlerde görülen bu kültürel izlerin korunması, sürekliliğin sağlanması ve gelecek kuşaklara aktarım açısından oldukça önemlidir. Yerinde korumanın sağlanamadığı durumlarda ise tarihi yapıların bir açık hava müzesine taşınarak varlığını sürdüren örnekler mevcuttur. İlk olarak 19. Yüzyıl sonu İskandinav ülkelerinde açılmaya başlayan açık hava müzeleri, Dünya’da pek çok yerde farklı ideolojilerle kurulmaya başlamıştır. Ancak bir müzecilik örneği olarak değer bulan bu alanlara taşınan kültürel miras niteliği taşıyan yapıların, özgünlük sorunu da beraberinde gelmektedir. Bu makalenin amacı, ülkemizde bir açık hava müzesine taşınan tarihi yapıların, özgün olandan farklı olan ve yeniden oluşan yer, kimlik, bağlam, işlev ve kullanıcılarının belirlenmesidir. Bu unsurların kültür mirasına olan olumlu ve olumsuz etkilerine yer verilen çalışmada, koruma anlayışı içerisinde bir açık hava müzesinin sahip olması gereken bilimsel niteliklere ilişkin tavsiye niteliğinde çıkarımlar yapılacaktır.
THE CITY IN HISTORY IN RESPECT OF HUMAN AND SPACE İNSAN VE MEKAN AÇISINDAN TARİHTE ŞEHİR, 2021
Tarihi boyunca Hippodrom, Atmeydanı ve Sultanahmet Meydanı gibi değişik isimlerle anılan Atmeydanı bir imparatorluklar başkenti olan Istanbul'un en önemli hafıza mekânlarındandır. Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları döneminde başkentin idare merkezi olan Atmeydanı siyasal iktidarların egemenliklerini ve meşruiyetlerini pekiştirdikleri pek çok sembolik figüre ve olaya sahne olmuştur. Meydanın kaderi XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı toplumundaki batılılaşma hareketi ile değişmeye başlar. Avrupa kültürünün etkisiyle Boğaz kıyılarının ve Sadabat bahçelerinin keşfedilmesi ve sarayın Boğaz'a taşınması Atmeydanı'nın eski idari ve siyasi önemini yitirmesine neden olur. 1850'lerden itibaren Atmeydanı'na ve Ayasofya gibi çevresindeki pek çok tarihi anıta artan diplomatik ve turistik ziyaretler Meydanı, yaşayan bir merkezden ziyaret edilen bir açık hava müzesine dönüştürür. Bu dönüşüme rağmen Atmeydanı toplumsal bellekte, isyan meydanı, eğlence merkezi, infaz mekânı, toplumsal mücadele alanı ve ticaret merkezi gibi pek çok farklı işlevin izini taşımış ve iç içe geçen bu rollerinin üstünde iktidarın meşruiyetini sağlama mekânı olarak sosyo-politik önemini asırlar boyunca korumuştur. Günümüze dek taşıdığı kültürel kalıntılarla ve iktidarın meydana yönelik politikalarıyla kurgulanan bu sembolik dil Atmeydanı'nın Cumhuriyet Türkiyesi döneminde başkentin değişmesi ile tamamen kaybolur. Meydan, bugün modern tüketim toplumu kalıpları içinde turistik bir çekim merkezi haline gelmiştir. Bu çalışma Atmeydanı'nı, iktidar-mekân-tarih ilişkiselliği ve toplumsal hafıza mekânı bakımından incelemeyi ve Istanbul'un politik tarihine paralel olarak şehrin dinamik merkezi konumuna yükselişinden bugün dondurulmuş bir açık hava müzesi durumuna geçişini ele almayı amaçlar. Oldukça geniş bir tarihsel kapsam içerisinde incelenecek olan Atmeydanı'nın dönüşüm hikâyesi Istanbul'un Roma dönemi öncesi pagan tarihinden Osmanlı İmparatorluğu sonrası modern kent tarihine paralel bir şekilde ele alınacaktır.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi 100 Yaşında, 2022
Gökçe GÜNEL* Today, Ankara Castle is like an open-air museum with its fortification walls, bastions, mosques, fountains, traditional Ankara houses, and streets with-traces of Roman, Byzantine, Seljuk, Ahi, Ottoman and Republican Periods. Hence, the castle, abandoned and neglected for long years is to be preserved and maintained, thus, it should remain as a legacy for the future. Ankara Castle, one of the most important sites among castles in Anatolia, is located in the center of Ankara lowland, over a volcanic hill with a height of 978 m. Archaeological excavations in the castle revealed its continuous occupation starting from, Neolithic Period. Ankara was an important settlement of Phrygia Civilization in 8th century B.C., became the capital of Galatians in Roman Period, and then the capital of Galatian Prima's in Byzantine Period. In Antiquity, the castle situated at the intersection of the Royal Road between the East and the West. In Byzantine Period, the castle gained a magnificent look. Against the Islamic and Turkish invasion, most part of the wall rebuilt by using Roman material culture as spolia. In Middle Ages, most of the population was settled inside the high castle walls, comprising of inner and outer sections. The castle was housed, both military, garrison and civilian community. Military and garrison community were living inside the bastions called as Şark and Akkale located in Inner Castle. The Castle, renovated many times in Byzantium period, took its current condition with the renovations that took place in Seljuk and Ottoman periods. It was destroyed during the Timurid invasion in 1402, during the Celali invasions in 17th century and during the reign of Ibrahim Pasha, the son of Kavalalı Mehmet Ali Pasha in 1832. The city, conquered by the Turks in 1073, developed and became an important commercial center during Anatolian Seljuk and Ottoman periods. In the Middle Ages, Ankara was located at the intersection of the crucial commercial network of the time, the Silk Road, starting from China and lying towards Europe. Ankara was well-known with its "sof " production, obtained from the Angora goats grown in the region for centuries, became a major commercial commodity for the city. Soft was very on demand through the European markets such as England and Holland in the 18th cent 19th centuries. Today, the walls of the castle, its bastions, Hisar gate, towers, and Ottoman houses constitute cultural heritage of the city. Before the foundation of the Republic, thanks to the importance given by Gazi Mustafa Kemal Atatürk to the culture, a museum was founded during the independence war period in Akkale, and set up the foundation of today's Anatolian Civilizations Museum.
DergiPark (Istanbul University), 2023
Hatay-Reyhanli Cemil Meric Museum The purpose of this article is to introduce the house where Cemil Meriç was born, which was converted into a cultural house and a museum. Cemil Meriç, the child of a Balkan immigrant family, is a Turkish writer who has written works in Turkish literature. In this article, after briefly mentioning the life story of Cemil Meriç, the history of the building is mentioned. The restoration process and characteristics of the structure were discussed and the functions and usage areas of the building after its refunctioning were presented with images.
Doğudan Batıya 70. Yaşında Serap Yaylalı'ya Sunulan Yazılar, 2019
2015
Bu çalışmanın amacı Nevşehir Müzesi’nde bulunan Roma İmparatorluk Dönemine ait cam unguentariumları teknik ve form olarak incelemektir. Nevşehir Müzesi’nde bulunan cam unguentariumlar tüp ve şamdan biçimli olarak sınıflandırılmıştır. Nevşehir Müzesi’nde toplam 19 tane Roma İmparatorluk Dönemine ait cam unguentarium bulunmaktadır. Cam unguentariumların 4 tanesi tüp biçimli 15 tanesi ise şamdan biçimlidir. Tüp biçimli unguentariumların uzunlukları 8,8 cm ile 10 cm arası değişmekte; şamdan biçimli unguentariumların uzunlukları ise 6,3 cm ile 14,2 cm arası değişmektedir. Cam unguentariumlar yeşil, sarımsı yeşil ve mavi-yeşil renklerden oluşmaktadır. En erken cam unguentarium M.S. 1. yüzyıl ortalarına ait olup en geç cam unguentarium ise M.S. 3. yüzyıl içlerine tarihlenmektedir.This study aims to examine techniques and forms of Roman Imperial period glass unguentariums in Nevsehir Museum. Glass unguentariums in Nevsehir Museum are classified as tubular and candlestick shape unguentariums...
Turkish Studies, 2021
Araştırma konumuzu oluşturan 2b Nolu Kilise’nin de yer aldığı yapı kompleksi, Kapadokya Bölgesi’nde Nevşehir’in Avanos ilçesinin 5 km güneydoğusunda, Zelve Vadisi’nde yer almaktadır. Kuzeyden güneye doğru uzanan vadi; güney, güneydoğu ve güneybatıya doğru üç kola ayrılmaktadır. Yapı ikinci kolun üzerinde güneye doğru uzanan vadinin doğusunda, üst kotta bulunmaktadır. Zelve Vadisi’nde yaşam 5. yy’da başlamıştır. 7. ve 10. yy’lar arasında, Arap akınlarından dolayı korunaklı bir yer olan vadide nüfus artmıştır. 11. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türk akınlarıyla birlikte vadide Müslüman ve Hıristiyan nüfus Türk egemenliği altında birlikte yaşamışlardır. 30 Ocak 1923’te imzalanan mübadeleden dolayı vadideki Hıristiyan nüfus çekilmeye, 1949 yılında vadide oluşan kaya kopması nedeniyle Müslüman nüfus da vadiyi terk etmeye başlamıştır. 1954 yılında vadi tamamen boşaltılmıştır. 1964 yılında ise günümüzdeki Açıkhava müzesine dönüştürülmüştür. 2b Nolu Kilise, konum olarak hem yapı kompleksinin hem de vadinin geneline hâkimdir. Kilise tek nefli plan tipine sahiptir. Vadide bu yapıyı önemli kılan; içindeki süslemelerin daha az tahribe uğrayarak günümüze ulaşmasıdır. Bu da hiç şüphesiz girişinin korunaksız ve yüksek bir yerde olmasından kaynaklanmaktadır. Bu çalışmada daha önce yayınlanmamış olan 2b Nolu Kilise’nin de yer aldığı yapı kompleksi bütünüyle ele alınmıştır. Yapı kompleksinin; mimari özelliklerinin tanıtılarak belgelenmesi, mimari çizimlerinin yapılması ve mevcut durumunun belgelenerek bilim dünyasına tanıtılması amaçlanmıştır. Anahtar Kelimeler: Sanat Tarihi, Bizans, Kapadokya, Zelve Vadisi, Yapı Kompleksi
Geçmişe veya geleceğe gidebilecek miyiz? Üçüncü boyuta geçmek mümkün müdür?
The Journal of Academic Social Science Studies, 2015
Işık, tüm canlılar için yaşamın her alanında öneme sahip olan ve bu yaşamı oluşturan en önemli etkenlerden birisidir. Dolayısıyla ışık, insan ve hayvan gibi canlı türlerinin çevreyi görme ve algılamasını sağlayan enerji tipi olmasının yanında, bu canlı organizmaların yaşamını devam ettirmelerine de neden olan önemli bir kaynaktır. Yaşamsal bir nitelik taşıyan ışık, her mekanın aydınlatılması için zorunluluk taşımasının bir sonucu olarak, müze ve sanat galerilerinin de aydınlatılmasında gereklilik arz eden bir ihtiyaçtır. Bu tür mekanların ziyaretçiler tarafından sağlıklı bir şekilde görülmesi ve algılanması, edinilen görsel deneyimlerin daha kalıcı bir şekilde zihinde yer edinmesi, bu mekanların, taşımış oldukları fonksiyonelliğin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Sergilemiş oldukları nesnelerin görünebilmesi için ışığın belirleyici olduğu mekanlar olan müze ve sanat galerileri, bir taraftan ziyaretçiler için konforlu bir sergileme ortaya koyarken diğer taraftan da sergilenen eserlerin ışık tarafından zarar görmemesi için gerekli önlemleri almak zorundadır. Burada elbette yaşam alanı içerisinde kullanılan yapay ya da doğal ışık kaynaklarından hangisinin aydınlatmada kullanılması gerektiği sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu iki ışık kaynağı türünden hangisinin daha iyi bir görsel sunum ortaya koyduğu ve aynı zamanda hangisinin eserlere en az zarar verdiği önemli bir konu haline gelmektedir. Tarama modelinin kullanıldığı bu çalışmada müze ve sanat galerileri gibi mekanların aydınlatılmasında doğal ve yapay ışık kaynaklarının hangisinin tercih edilmesi gerektiği konusunda bir değerlendirme yapılmış ve her iki ışığın kullanılmasının artı ve eksileri ele alınmıştır.
Trakya, Erken Tunç Çağı, arkeolojik sit alanı, megaron, koruma, restorasyon, açık hava müzesi Thrace, Early Bronze Age, archaeological site, megaron, preservation, restoration, open-air museum Kanlıgeçit, Kırklareli kent merkezinin hemen güneyinde, Kırklareli -Babaeski demiryolunun iki yanında yer alır. İlk Tunç Çağı'nda önemli bir yerleşim yeri olan arkeolojik alan, Neolitik ve Kalkolitik Dönem'e tarihlenen Aşağı Pınar Höyüğü'nün 300 m doğusundadır. Kanlıgeçit'te kazı çalışmaları 1994 yılında başlamış ve 1995'te Trakya'nın ilk megaronlardan oluşan yerleşimi ortaya çıkarılmıştır. Anadolu'dan bilinen, Troya'da en iyi örneklerinin görüldüğü, surla çevrili bir iç kale ve içinde birbirine paralel yerleştirilmiş megaron dizisi, bu kent geleneğinin Trakya'ya da taşınmış olduğunu göstermiştir. Ayrıca yerleşimin megaron evresinden beri buluntu topluluğu içinde Anadolu ithali çanak çömlek ve figürinlerin varlığı da, Anadolu'nun etkisinin ne kadar güçlü olduğunu göstermiştir. Yerleşimde bulunan hayvan kemiklerinin arasında çok sayıda evcil at kemiğinin bulunmuş olması da, bu kentin Anadolu'dan gelen bir kervan yolunun uç noktasında olduğunu düşündürtmüştür. Bir yandan kazıyla açığa çıkartılan Trakya'nın bilinen ilk megaron yapılarının korunması gereği, bir yandan kültür tarihi açısından büyük önem taşıyan bu yeni bilgilerin toplumla paylaşılması kaygısı, Kanlıgeçit'te bir koruma ve sergileme projesi yapılmasını zorunlu kılmıştır. Bu makalede bir Tunç Çağı iç kale yerleşimi olan Kanlıgeçit için hazırlanan proje ve uygulaması tanıtılmaktadır. ABSTRACT Kanlıgeçit is located just to the south of the city center of Kırklareli on either site of the Kırklareli -Babaeski railway. The site has developed as an important Early Bronze Age center some 300 m to the east of Neolithic -Chalcolithic Aşağı Pınar mound. Excavations at Kanlıgeçit, initiated in 1994 have revealed in 1995 the first and only settlement in Thrace revealing megarons. The organization of the settlement, a citadel encircled by a fortification wall reflects the West Anatolian town model as best known from Troy. The settlement organization of Kanlıgeçit had been adapted from the Anatolian urban model. Likewise the strong presence of Anatoli-229
Amisos Dergisi, 2022
The cult of Goddess Cybele is a universal cult, rooted in the Paleolithic figurines called Venus, extending to the mother goddess depictions of the Neolithic, Chalcolithic and Bronze Ages, and reshaped under the Phrygian rule and continuing its existence in a more effective and powerful way in the Roman Period. Described as the mother of gods and humans in Homeric Hymnos, Cybele is a goddess who enjoys the sound of drums and castanets, the roar of lions and the howl of wolves. There are many representations of the goddess, who was associated with wildlife and worshiped as "Mother" from the 7 th century BC to the Roman Imperial period. One of them is preserved in Kastamonu Archeology Museum. Although the find location is not certain, it is possible that the terracotta figurine in question is one of the indicators of the worship of Cybele in the Paphlagonia Region. However, the importance of the work in this research is the depiction of the goddess. The goddess rests on the head of the lion standing on the armrest of the throne with her right arm, which is broken at the elbow, and touches her hand with her right head. Such depictions of Cybele have been found in Anatolia in the Bithynia and Mysia regions. A single similar example is preserved in the Tokat Museum. Although the location of the Kybele from Kastamonu is not certain, it is important because of its depiction type.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.