Related papers
İslam Bilim Tarihi ve FelsefesiElis, 2021
İnsanoğlu, tarih boyunca kendisine bahşedilen akıl ve duyu organları ile doğayı anlama ve anlamlandırma çabası içerisinde olmuş, gördüğü olay ve olgulardan hareketle teoriler kurmayı ve yasalara ulaşmayı, bunu yaparken de bir takım teknik icatlarla yaşamını kolaylaştırıp daha konforlu bir hayat sürmeyi başarmıştır. Bilim adı verilen biriken, sürekli ilerleyen ve sadece insan özgü olan bu uğraşın tek bir tanımı olmasa da doğru düşünme ve sistematik bilgi edinme süreci olduğu konusunda genel bir yaklaşım söz konusudur. Bilim üreten ve icat yapan (homo faber) bir varlık olan insan, doğadaki en zayıf ve güçsüz varlıklardan biri olmasına rağmen, bilim ve teknikle yaşamını bugüne kadar sürdürebilmiş, her geçen gün yeni buluşlarla ihtiyaçlarını daha rahat karşılamayı, güvenliğini, konforunu artırmayı ve geleceğini güvence altına almayı büyük oranda başarmıştır. Bilimleri ilk defa sınıflayan ve bu yüzden “Muallim-i Evvel” (Birinci Öğretmen) unvanı verilen Aristoteles, bilim ve felsefe yapma çabasını öğrenme içgüdüsü, merak ve hayret duygusu ile açıklamaktadır. Entelektüel bir etkinlik olarak bilme tutkusu, pratik faydalarının yanı sıra bir bakıma insanın evrendeki varoluşunu gerçekleştirme ve aklındaki sorulara cevap bulma çabasıdır. Aristoteles’ten itibaren bilim yapmanın nedeni olarak görülen uyumlu evren önünde hayret ve şaşkınlık anlayışının aksine Stoacılar, bilimi ve felsefeyi insanın aklın rehberliğinde doğayla uyum içinde yaşaması olarak görmüşlerdir. Bu yönleriyle bilim, insanlığı birleştiren evrensel bir uğraş olagelmiştir. Bilimin din, mitoloji, sanat, edebiyat gibi diğer alanlardan belki de en büyük farkı, tartışılmaz ve mutlak olmayıp sürekli kendini yanlışlayarak ilerleyebilmesidir. Geçmişte mutlak doğru gibi görülen Batlamyus’un teorileri, Aristoteles’in kozmoloji anlayışı, hatta Newton’un mekanik evren tasarımı bugün geçerliliğini çoktan yitirmiş, tarihsel bir bilgi olarak kalmıştır. Bugün de doğru kabul edilen birçok bilimsel görüşün yarın yanlışlanacağı, hatta bir zamanlar böyle düşünülüp açıklama getirilmiş diye ironik bakılacağı da bir gerçektir. Bu görüşün aksi de mümkün olabilmektedir. Şöyle ki bir zamanlar irrasyonel, hatta bilimsel bulunmayan teoriler ya da önermeler, zamanla geçerli ve sınanabilir kuramlar hâline gelebilmektedir. Örneğin insanlık tarihi kadar eski olan atom düşüncesi (Leukippos, Demokritos vd.), Güneş merkezli evren (heliocentric) anlayışı (Sisamlı Aristarkhos, İbnü’ş-Şâtır, Bitrûcî vd.), evrim kuramı (Anaksimandros, Nazzâm, Câhız, İhvân-ı Safâ vd.), gökteki nesnelerin şeffaf küreler olmadığını düşüncesi (İbnü’l-Heysem, Harakî vd.) ya da görmenin nasıl oluştuğunu açıklayan nesne-ışın kuramı (Aristoteles, İbn Sînâ ve İbnü’l-Heysem vd.) buna örnek verilebilir. O dönemin şartları, deney ve gözlem araçlarının yetersizliği ya da baskın bilimsel otoritelerin görüşleri bu doğru yaklaşımların öne çıkmasına engel olabilmiştir. Bu yüzden bilimi zamanın ve mekânın dışında, olması gereken ideal bir anlayış yerine; olanın, bugünün teorisi şeklinde düşünmek daha doğru olacaktır. Bu ve benzeri konular son yüzyılda sıkça tartışılan bilim felsefesinin temel meseleleri olmuştur. Bilimin ilerleyip yeni açılımlar yapabilmesi, durağanlıktan kurtulabilmesi ancak felsefe ile mümkündür. Tarih boyunca bilimi olmuş bitmişlikten kurtarıp merak duygusuyla sürekli yeni arayışlara yönelten, bilimi parçalardan kurtulup bütünlüğe, yasaya ulaşmaya yönelten hep felsefe olmuştur. Çünkü felsefe olanı olduğu gibi kabul etmek yerine; eleştirel, sorgulayıcı, temellendirici yönüyle bilimsel bilgi, değer ve düşünce üretimine imkân sağlamaktadır. Batı’nın bilimsel gelişim evrelerinde, Orta Çağ’ın Patristik ve Skolastik dönem bilim anlayışı Karanlık Çağ olarak görülmekte, modern bilim Francis Bacon, Kepler, Galilei gibi isimlerle XVI. yüzyıl sonrasından itibaren başlatılmaktadır. Bu yüzyıldaki bilim anlayışının en büyük özelliği, bilimin Kilise’nin kontrolünden çıkması, deney ve gözleme önem verip tümevarım gibi yöntemlerin kullanılmasıdır. Batı’nın aksine aynı yüzyıllarda İslam dünyasında bilim ve teknoloji Altın Çağı’nı yaşamış, yeni bilimsel teoriler ve buluşlar ortaya konmuş, iki dünya arasında bilim, felsefe, sanat gibi alanlarda çok keskin farklılıklar yaşanmıştır. İşte bilimin tarihsel ve coğrafi şartlarda değişimi ve gelişimini konu edinen bilim tarihi, bu bağlamda insanlık tarihine tutulan bir ayna görevini görmektedir. Tarihi insanlık kadar eski olan bilimin geçirmiş olduğu serüveni, bilimsel düşüncenin doğuşu, gelişimi ve evrelerini, teknik bilginin oluşumunu, bilim insanlarının uğraşlarını, buluşlarını, izledikleri yöntemleri, bilimsel araç ve gereçleri konu edinen bilim tarihi son dönemde bilim felsefesi ile birlikte ilerlemekte, tarihsel bilgileri felsefi yorumlarla zenginleştirmektedir. İnsanlık tarihi kadar eski ve kapsamı oldukça geniş olan bilim tarihinin bağımsız bir akademik disiplin hâline gelmesi oldukça yenidir. George Sarton’un (1884-1956) Harvard Üniversitesi’nde 1936’da Bilim Tarihi Kürsüsünü kurmasıyla yeni bir bilim dalı olarak ortaya çıkmış, felsefe ve tarih alanlarından faydalanarak son yılların en popüler interdisiplini hâline gelmiştir. Akademik olarak bilim tarihinin kurucusu sayılan Sarton, kendisinden önce Auguste Comte (1798-1857) ve Paul Tannery’i (1843-1904) bilim tarihinin öncü isimleri olarak görmektedir. Bu isimleri takiple Pierre Duhem (1861-1916) ve Lynn Thorndike (1882-1965) gibi bilim insanları da bilim tarihinin kurumsallaşmasına katkı sağlamışlardır. Sarton’a göre bilim tarihi, bilimsel düşüncenin, yani insanın bilincinin gelişimini açıklamaktır. Ancak bu din ve felsefe gibi toplumsal yaşamda etkili kurum ve disiplinlerin ihmal edilmeden, değerlendirmelerde bunları da hesaba katarak yapılmalıdır. Bilim tarihi çalışmalarının hız kazandığı bu yüzyılda “Felsefe tarihi bilmeden felsefe yapılabilir mi?” sorusuna benzer şekilde “Bilim tarihi bilmeden bilim yapılabilir mi?” sorusu sorulmaya ve değişik cevaplar verilmeye başlanmıştır. Bu sorunun cevabı “Evet, mümkündür.” olsa da insanoğlu hem bilimin hem de felsefenin tarih içerisindeki serencamını, din, sanat, teknik gibi diğer düşünsel etkinliklerle olan ilişkisini hep merak edegelmiştir. Benzer şekilde “Bilim evrensel midir, değil midir?”, “Bilim mi teknolojiye yön verir, yoksa teknoloji mi bilime yön verir?” soruları ya da “Bilimin ilerleyişi lineer midir, yoksa -Thomas Kuhn’un iddia ettiği gibi- paradigmatik olarak devrimsel ve sıçramalı mı ilerler?” tartışmaları da hız kesmeden devam etmektedir. Batı dünyası, akıl ve bilimi öne çıkaran bir döneme girdiği Aydınlanma Çağında (XVIII. yüzyıl), Müslümanların geçmişteki bilimsel başarılarına gözlerini çevirmiş ve bu başarılar oryantalizmin ilgi sahasına girmiştir. Bu çağda Condorcet gibi Aydınlanmacı düşünürler, Müslümanların bilimsel başarılarını, Batı’da karanlık bir çağın hüküm sürdüğü bir dönemde, Aydınlanma’nın süregelen gelişiminin bir garantisi olarak görmüştür. Bu durumu Batı dünyasındaki Herder, Goethe, von Humboldt, Sarton gibi çok sayıda aklıselim düşünür ve oryantalist de itiraf etmektedir. Bu çalışmada, İslam bilim tarihi yüzyıllar şeklinde kronolojik olarak ele alınmış, her yüzyılın bir değerlendirilmesi yapılmış, ardından öne çıkan kuram ve kurumlarla önemli bilim insanları tanıtılmaya çalışılmıştır. Hâlid b. Yezîd (661-704) ile başlayıp Abdülkelam (1931-2015) ile son bulan İslam bilim tarihinin kısa bir özetini sunan bu çalışma, bilim tarihinde asıl anlatacak hikâyesi olan Müslüman bilim insanlarının küçük bir kesitini sunmaktadır. Çalışmada Arapça, Farsça ve Osmanlıca kitap isimlerinin secili ve kafiyeli ifadeler olmasından dolayı tam tercümesini yapmanın güçlüğüne rağmen, okuyucuyu bilgilendirmek için Türkçe karşılıkları verilmeye çalışılmıştır. İslam bilim tarihi ve felsefesi alanına küçük bir katkı olan bu eser, bu konulara ilgi duyanlara faydalı olması dileğiyle…