Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
ÖZET Çağımızda sanayinin süratle gelişmesi sonucu pekçok ürünün hızla artması ve uluslararası ticaretin yaygınlaşmasından sonra çeşitli sözleşmeler ortaya çıkmıştır. Bu sözleşmelerden biri de tedarik sözleşmesidir. Tedarik sözleşmesiyle kastedilen, akit yapan taraflar arasında, ileride toptan veya taksit taksit ödenecek malum bir ücret karşılığında, belirli tarihlerde, vasıfları belli bir takım taşınır veya taşınmaz malları yahut elektrik, su ve doğal gaz gibi muayyen hizmetleri temin etmek amacıyla yapılan sözleşmelerdir. Bu özellikleriyle tedarik sözleşmesi Türk Borçlar Hukuku'ndaki " satım sözleşmesi " ve " eser/istisnâ' sözleşmesi " ni içine alan geniş bir kapsama sahiptir. Gerek tedarik sözleşmelerinde gerekse satım sözleşmesinde mal sözleşme sırasında tedarikçinin elinde bulunabileceği gibi henüz mevcut olmayıp sonradan üreterek veya temin ederek teslim edeceği bir şey olabilir. Burada önemli olan satıcının malı teslime muktedir olmasıdır. Müşteri de ücreti, malı teslim aldıktan sonra bir defada toptan veya taksit taksit ödeyebilir. Bu sözleşmelerde, sözleşmenin konusu olan eşya, bir fabrikanın ürettiği sınaî bir ürün olabileceği gibi bir üreticinin ürettiği tarımsal veya hayvansal ürün yahut elektrik, su ve doğalgaz gibi doğal güçler de olabilir. Bu sözleşmelerde satıcının malı ileriki tarihlerde teslim etmeyi, müşterinin de ücreti malı teslim aldıktan sonra ödemeyi taahhüt etmesinden dolayı bedeller genellikle veresiyedir. Bu açıdan tedarik sözleşmelerinin caiz olup olmadığı çağdaş âlimler arasında tartışma konusu olmuştur. Bir kısım âlimler bazı gerekçelerle bunun caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Buna karşılık çağdaş âlimlerin çoğunluğu İslam fıkhındaki benzer akitlerden hareketle bunun caiz olduğu kanaatine sahip olmuşlardır. Bu makalede, lehte ve aleyhte ileri sürülen gerekçeler dikkate alınarak İslam fıkhındaki benzer akitlerden hareketle tedarik sözleşmesinin caiz olup olmadığının ele alınması uygun olacaktır.
ÖNLEME YÜKÜMLÜLÜĞÜ BAĞLAMINDA ULUSLARARASI HUKUKTA DEVLETİN TEHLİKE SORUMLULUĞU
Ayrıntı Dergisi, 2019
Yaratılışı gereği bir toplum içinde yaşama eğilim ve mecburiyetinde olan insan gibi, onun bu hayatı.düzenlemeye yönelik iradesinin siyasi boyut kazanDllş şekli olan devletler de birbirleriyle ilişki kurmadan yaşayamazlar.
İSLAM VE MEDENİYET SERİSİ: 4 - Ahlak, 2024
İnsan, bütün acziyetleriyle ihtiyacı olan her şeyi kendi başına üretip kar- şılayabilecek kapasitede değildir. Hayatını ve varlığını sürdürebilmek için diğer insanlarla bir arada yaşamaya yani topluma muhtaçtır. Ancak her ne kadar topluma muhtaç olsa da onun fıtratında yer alan bencillik, toplumun diğer fertleri ile arasında çeşitli anlaşmazlık ve çatışmalara zemin hazırlamaktadır. Bu çerçevede insanların toplum içerisinde birlikte yaşayabilmeleri için birtakım kurallara ihtiyaç olduğu görülmektedir.
Uludağ Üniversitesi, 2021
Turkish-Based Islamic-Referenced Right and Advocacy-Oriented Non-Governmental Organisations' Institutional Policies on Third Generation Rights When the third-generation rights were introduced to represent the collective aspect and solidarity identity of human rights in the late 1970s, it had an overarching aspect of all existing human rights principles. The complementarity relationship in-between generational rights and the civil, collective and solidarity aspect of this relationship have made it inevitable to set a holistic approach of human right. In this vein, this thesis aims to contributes to human rights sociology, while investigating the institutional policies of Islamic-oriented rights and advocacy-based non-governmental organizations' activities in the field of human rights in general and third generation rights in particular. It focuses on four mainstream Islamic-oriented rights and advocacy-based non-governmental organization's institutional policies on right to the environment, the right to development and development, the right to benefit from humanitarian aid, the right to peace and the right to self-determination which all known as third generation rights. The thesis has conducted a semi-structure interview with 20 workers from four different NGOs and asked 40 various questions. In analysing and interpreting results, Maxqda technique was used as a qualitative data analysis program. Based on findings, the thesis uncovered that Turkish Islamic-oriented rights and advocacy-based non-governmental organizations maintain very significant human rights activities. It is also found that selected NGOs have capacity to set a norm for human rights organizations on a universal scale in considering their institutional capacity characters such as organizational network, human resources, financial power, organizational ability, areas of activity and projects, social reputation, visibility and accessibility, academic and intellectual accumulation, spiritual priorities and principles of existence. In addition to being one of the rare applied research encompassing a field work on Islamic-oriented rights and advocacy-based non-governmental organizations, the thesis offers a unique data set and make an original contribution to the relevant literature. Likewise, it provides an academic comparison between non-governmental organizations which have different reference lines and have a human rights agenda as a corporate identity, and faith-based non-governmental organizations that carry out human rights activities on a universal scale.
İslam siyasal kültüründe, şura sürecinde ortaya çıkan muhalefet dışında, devlet başkanına ancak itaat öngörülür. Onun yerini almaya çalışan muhalefet ise ancak meşruiyetin kaybolması durumunda gündeme gelir. Ayrıca yönetsel bir görev talebine iyi bakılmaz ve gruplaşmalar iyi karşılanmaz. Dolayısıyla, İslâm siyasî düşüncesi, iktidar ve muhalefet rollerinin dağıtımını tanıyorsa da, bu rollerin değişimini tanımaz. Bunun yanında, 'değişimi güçleştiren idealizasyon', 'muhalefeti inanç bağlamında düşünme' ve 'devrî olmayan tayin' nedeniyle muhalefet kurumlaşmamıştır. Ona ancak 'bireysel ve yapıcı' karakteriyle yer verilir. Bunun yanında muhalefet, 'egemenlik ve iktidarın ayrılması'; şura ve iyiliği emir ilkeleriyle temellenir.
Öz Borçlanmanın finansman ihtiyacının karşılanması ve ticari faaliyetlerin yürütülme-si için kullanılması, tarih öncesi döneme kadar gitmektedir. Bu dönemde, borçlanma ticari faaliyetlerin sürdürülmesi, kar elde edilmesi ve zorunlu ihtiyaçların karşılan-ması için yararlı bir enstrüman olarak görülmüştür. Fakat faiz içeren borçlanmanın ahlaki olmayan sonuçları nedeniyle eleştirilmesi, borcun tüketim ya da üretim ama-cıyla kullanılması kadar eskidir. Nitekim yüzyıllar boyunca, hem felsefeciler hem de din adamları faiz içeren borçlanmanın ahlaki olmayan sonuçları konusunda endişe duymuşlar ve bu konudaki görüşlerini faizin yasaklanması ya da kısıtlanması şeklinde ortaya koymuşlardır. Zamanla faiz içeren borçlanmaya yasal, ahlaki ve dini karşıtlık, ekonomik gelişmeler ve Kalvinizmin etkisiyle yumuşamış ve bu 1500'lü yılların ba-şında dini çevrelerin görüşünde radikal bir dönüşüme yol açmıştır. Bu çalışmada, bir taraftan borcun tarihi gelişimi analiz edilirken, diğer taraftan felsefi ve dini çevrelerin borçlanmaya yönelik yaklaşımlarındaki dönüşümün ortaya konulması ve devlet borç-larının felsefi ve dini temellerinin incelenmesi amaç edinilmiştir. Abstract The use of debt as a tool of financing needs or conducting commercial activities dates back to prehistoric era. In this period, it was regarded that the borrowing is a useful tool for generating profit, maintaining commercial activities, and financing compulsory needs. Hovewer, due to non-ethical consequencies of intereset bearing borrowing the criticisms of it are as old as the use of debts for consumption or production purposes. Through the ages, both philisophers and clergymen is worried about non-moral/ ethical consequences of interest-bearing debt. They put forward the views suggesting the condemnation or restriction of interest. In time/in due course, legal, ethical, religious objection has softened by the effects of economic development and Calvinism which led to being radically transformed of religious circles' views on interest bering debt in the early 1500s. In this study, it is aimed to examine the philosophical and religious foundations of public debts by analysing it both in the context of historical developments and through by revealing the transformation of philosophical and religious objection towards interest bearing borrowing.
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: VIII / 2, s.171-189 ARALIK-2004, SİVAS
İslâm siyasî düşüncesi, iktidar ve muhalefet rollerinin dağıtımını tanıyorsa da, bu rollerin değişimini tanımaz. Bunun yanında, ‘değişimi güçleştiren idealizasyon’, ‘muhalefeti inanç bağlamında düşünme’ ve ‘devrî olmayan tayin’ nedeniyle muhalefet kurumlaşmamıştır. Ona ancak ‘bireysel ve yapıcı’ karakteriyle yer verilir. Bunun yanında muhalefet, ‘egemenlik ve iktidarın ayrılması’; şura ve iyiliği emir ilkeleriyle temellenir. In the political culture of Islam, except political opposition one that is detected in the process of shûrah (administrative consultation), only obeying to caliph is recommended. As to political opposition attempting to supersede to present caliph, it surfaces in only circumstances that political power has lost its legitimacy. Besides, appealing administrative appointment and to group is disapproved in the political culture of Islam. Political thought of Islam accepts for delivering rolls of ruling and opposition parties, but doesn’t accept for interchange rolls. Besides, because of ‘idealization complicating transformation of paradigm’, ‘to considerate opposition with context belief’ and ‘non-periodic election of imam’, opposition hadn’t been instituted. It is approved only with its individual and constructive character in Islamic political culture. Notwithstanding, opposition is settlement with principles of ‘separating sovereignty and political power’, ‘shurah’ and ‘recommend goodness’ in Islam.
İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, 2019
Özet: İslam hukukunda imamet akdinin "hiçbir baskı ve zorlamanın ilişmediği karşılıklı rıza ve seçim akdi" 1 şeklinde ifade edilen bir özelliği meşru iktidar olan otorite ile kaba güç olarak ifade edilebilecek otoriterlik arasında bir ayrım yapmamıza imkân verirken, ehlü'l-hal ve'l-akdin imamet akdinin velileri 2 olarak görülmesi ise, iktidarın gücünü ne-reden aldığına dair bir fikir vermektedir. Gerçekte akdin kurucu unsuru olarak görülen ümmet iradesinin temsilinin neresi olduğu, gücün toplumda nerede temerküz ettiği, özetle iktidar gücünün kaynağının ne ya da nerede, kim ya da kimler olduğu konusu iktidarın meşruiyeti bağlamında cevabı aranan en önemli sorular olmaktadır. Bunun-la birlikte her iktidar uygulamalarının bağlayıcı, yaptırımlarının geçerli olması, içeriden veya dışarıdan gelen tehditler karşısında varlığı ve bekasını koruması için güç kullanımı-na ihtiyaç duymaktadır. Karşılıklı rızaya dayalı bey'at ile iktidarın güç kullanımı teoriyle pratiğin uyuşmazlığı mı? Ya da bu teorik meşruiyet çerçevesine bağlı kalarak iktidarların kuruluş pratiklerini değerlendirmek mümkün mü? Bu konular İslam hukuku ve siyaset literatüründe kullanılan şevket ve menea kavramları çerçevesinde incelenecektir. Abstract: The contract of governance (Contract of Imamate) under Islamic law is defined as "the contract out of mutual consent and election, without any force and coercion". This definition allows us to differentiate between the features of a legitimate authority and despotism. And the fact that those, who are qualified to appoint or depose a caliph or another leader on behalf of the Ummah, the so-called "Ahl al-hall wal-aqd", are regarded as the protectors of/guardians over the Contract of Imamate, gives an idea of where the governance derives its power from. In fact, the most important questions that need to be answered within the context of the legitimacy of the leadership are the following: Who represents the political will of the Ummah, which is the constituent element of the contract? Which section of the society holds the power? Or briefly; what, where, or who is the source of the leadership's power? Nonetheless; every form of governance depends on the exercise of power in order to gain authoritativeness for its implementations, validity for its sanctions, and to ensure its continued existence in the face of internal and external threats. Do the mutual pledge of allegiance (Bey'at) and the exercise of power by the gov-ernance constitute the incompatibility of theory and practice? Or; is it possible to evaluate the practical organization of governance in the history of Islam while adhering to this framework of theoretical legitimacy? These issues will be examined within the framework of the concepts of fervor and menea used in Islamic law and political literature.
ULUSLARARASI HUKUKTA DEVLETLERİN TANINMASININ HUKUKİ BOYUTU VE TANINMA İLE İLGİLİ BAŞLICA NORMLAR, 2019
Dünya sahnesine yeni bir devlet olarak çıkma arzusunda olan devletlerin tanınması, gerek mevcut devletler gerekse yeni devletler açısından bir takım hukuki sonuçlar doğurmaktadır. Esas itibariyle yeni bir devletin tanınma işlemi bir bakıma bu devletin fiziki varlığının uluslararası toplum tarafından kabul edilmesinin yanında uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında ilgili siyasi oluşumun bir tür kişilik kazanarak statü değişikliğine neden olan bir durumu ifade etmektedir. Ancak tanıma konusu temelde yeni ortaya çıkan siyasal oluşumu devlet olarak tanıma iradesinde bulunan mevcut devletin vereceği bir karardır. Bu yönüyle yeni devletlerin tanınması konusu büyük ölçüde politik bir doğaya sahiptir ve bağımsız bir devletin kullandığı imtiyazlardan biri durumundadır. İki bölümden oluşan bu çalışmanın ilk bölümünde yeni kurulan devletlerin tanınmasının hukuki boyutunu ifade ederek yeni doğan bir devleti tanımanın tanıyan devlet açısından ve tanınan devlet açısından hukuki etkilerini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan yeni devlet olma iddiasında olan devletlerle bu devletleri tanımayan devletlerin uluslararası hukuk açısından aralarındaki ilişkileri incelenerek Stimson doktrini olarak adlandırılan bilinçli tanımama yaklaşımı analiz edilmiştir. Çalışmanın ikinci bölümünde tanınma ile ilgili uluslararası hukukta yer alan başlıca normlar ortaya konularak Montevideo Sözleşmesi ile gündeme gelen objektif tanıma unsurları incelenmiştir. Bunun yanında tanıma konusunda uluslararası sisteme etki eden İngiltere ve ABD gibi ülkelerle Avrupa Birliği’nin standartları ortaya konulmuştur Recognition of the states which are in the desire to emerge as a new state on the world stage has several legal consequences in terms of the existing states and the new states. The process of recognition of a new state is not only an acceptance of the physical existence of the state by the international community but also a situation that causes the status to change by acquiring a kind of personality from the perspective of international law. However, recognition is a decision made by the current state in the will to recognize the emerging political formation as the state. In this respect, the issue of recognition of new states has a largely political nature and is one of the privileges that an independent state uses. This study is consisting in two paragraphs, in the first part of this study; it reveals the legal aspects of the recognition of the newly established states and the legal effects in terms of the state recognizing the definition of a newborn state and the recognized state. On the other hand, the relations between the states which claim to be a new state and the states which do not recognize these states in terms of international law are examined and the approach to conscious definition called Stimson doctrine is analyzed. In the second part of the study, the main norms in international law related to recognition were put forward and the objective recognition elements coming into the agenda with the Montevideo Convention were examined. Besides, the recognition standards of influential countries have been put forward such as the United Kingdom, and USA, and also European Union.
Biyoteknolojinin gelişmesi ile insana ait her türlü madde kullanılabilir hale gelmiştir. İnsan kökenli maddelerin tıbbi olarak kullanılabilir olması, onları değerli kılmıştır. Bu maddelerin araştırma amaçlı kullanılabilirliği veya bir başkasına tedavi amaçlı aktarımı, söz konusu maddelerin hukuki statüsünün ne olacağı tartışmasını da gündeme taşımıştır. Bugün için insan kökenli maddelerin kişiye ait bilgileri taşıdığı gerçeğinin ortaya çıkması, bu maddelerin bir eşya gibi kabul edilemeyeceğini göstermektedir. Bu gerçek, söz konusu maddelerin hukuki statüsünü belirlemeyi gerekli kılmaktadır. Bu makale, İslam hukuku açısından insan kökenli maddelerin hukuki statüsünü ele alarak; İslam'ın insan kökenli maddelerin kullanımı karşısındaki tavrını ortaya koymaya çalışacaktır.
DergiPark (Istanbul University), 2014
Sözlük anlamı itibariyle "hukukun kökleri" demek olan ve bize kadar usül-i fıkıh adıyla ulaşmış bulunan İsHim huk!Jk iiminin tarihine ilişkin bazı problemler bulunmaktadır. Bu problemler söz konusu ilmin temelleri, adı, ana unsurları ve amacıyla bağlantılıdır.. Temelleriyle ilgili olarak çeşitli fakibierin isimleri geçmektedit. Eldeki kaynaklar itibariyle bu ilmin kuruluşu için bir tarih belirlemek mümkün olamamaktadır. B u ilm e verilen ad, her ne kadar şu• ana dek tam olarak bel ir~ lenme.rniş olsa da, konuyla alakah ilk çalışmadan muhtemelen iki asır kadar sonraki bir döneme aittir. Konu ile ilgili çalışmalar metot ve muhteva açısından dikkate değer ölçüde farklılıklar gösterir. Ortaçağdaki yazarları bu ilmin ana unsurları konusunda farklı kanaatıere sahiptirler ve çağdaş ilim adamları da bu ilmin maksadı hususunda müttefik değillerdir. Müteakip sayfalarda bu problemlere, şimdilik hiç olmazsa kısmen muvakkat, daha dakik araştırmalara açık kapı bırakan bazı cevaplar geliştirilmeye çalışı lacaktır. KURUCU VE KURULUŞ TARİHİ ' \ islam'ın hukuk ilmi olarak usul-i fıklıın doğuşu öyle görünüyor ki Abdurrahman b. Mehdi'nin h. ı 98 (8 ı 3-814) tarihinde ölümünden önceki bir zamanda ger-* ** *** "The Juridical Theology of Shiifi'l: Origins and Significance of Usul al-Fıqh", Stvdia /slamica, LIX (1984), s. 5-47. Metinde yer alan Arapça ibareler, vefat tarihleri ve ilave bilgi ya da tanım ihtiva eden parantezler müellife aittir. Müterciınin notları köşeli parantez ya da (çev.) notuyla belirtilmiştir. Kaynak bilgilerinde Arapça ibareler dışındaki bilgiler aynen aktarılınıştır. (çev.). Arapça ve İslam Araştırmaları• Profesörii. 1990 itibariyle, Pennsylvania Üniversitesi Ortaçağ Araştırmaları Merkezi Direktörü. (çev.
TAHA ABDERRAHMANE’S CRITICAL APPROACH TO MODERNITY’S SEPARATION OF MORALITY FROM RELIGION, 2022
Religion has an integral feature that unites various areas of life and seems that religion covers many different areas. However, the soul is a unity and integrity structure that does not accept division. In this respect, religious decrees are in a unity that cannot be divided. In fact, even if the provisions in question do not create a simple unity and unity, they preserve their integrity in an indivisible simple unity and integrity, thanks to the spirit of unity that carries them. However, modernity wanted to render this unity inactive so that it would be independent from each other both in terms of operation and management and in terms of its results, and it started to break this unity.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.