Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
…
10 pages
1 file
Nihayet Dergi, 60. Sayı, Aralık 2019, s. 70-79. Metnin aslında şer' şeklinde yazılan kelime dergide sehven şerr şeklinde çıkmıştır.
Terörü bitirecek devlet iradesinin bilmesi gereken ilk sey bunun gümüs ve sihirli bir kursunla olmayacagidir. Yine de terörle mücadele, sonuçlandirilmasi imkânsiz bir ugras degildir. Dogru yöntemler ve kararli iradeyle son asirda dünyanin birçok yerinde yüzlerce terör örgütü yok edilmistir. Hangi yöntemlerin ne ölçüde uygulanacagi ülkenin sosyal, ekonomik, siyasi ve cografi durumuna göre profesyonel ve demokratik metotlarla belirlenmelidir. Terörün bir avuç mutlu örgüt liderinden ve bunlarla irtibatli az sayidaki suç örgütünden baska kimseye fayda vermeyecegi hem devlet görevlilerince hem de milletçe bilinmelidir. Terörle mücadelede en büyük rol devleti yöneten siyasi iradenindir. Dolayisiyla yürütme görevini elinde bulunduranlar, öncelikle uzun yillara samil politikalar olusturarak teröre olan halk desteginin rasyonel nedenlerini ortaya çikarmalidir. Sonrasinda sözde hakki savunulan halkla örgüt arasina devlet erkinin sosyal politikalariyla müdahalede bulunulmali ve örgütün maddi ve manevi destekleri hedeflenmelidir. Yalnizlasan örgütün insanliga karsi isledigi suçlar hem ulusal hem de uluslararasi arenada kontra-propaganda haline getirilerek son basamak olan askeri ve polisiye çözümler devreye girmelidir. Küresel güneyin en fazla terör üreten bölgelerinden birinde bulunan Türkiye’nin zaman zaman kan davasina dönüsen terörle mücadele politikalariyla kaynak ve zaman kaybetmeye tahammülü yoktur. Anahtar Kelimeler: Terörle mücadele; Küresel güney; askeri ve polisiye çözümler; FMLN örgütü; PKK; Tamil Kaplanlari; Irlanda Kurtulus Örgütü; Kizil Ordu; ASALA; FARC
Ever since Modernist and
Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2020
Siyaset, en kısa ifadesiyle devletlerin yönetilmesidir. Ülkelerin idare edilmesi ve kalkınmasında çok önemli bir yere sahip olan siyaset kurumu; tarih, sosyoloji, iktisat, ekonomi vb. birçok alanla ilintili olan bir kurumdur. Bu tür alanlardan/bilimlerden hareketle ilgili dönemin devlet yönetimi, politikaları, politikacıları vb. hakkında çeşitli bilgiler elde edilebilir. Edebiyat sahasında ise şiir, roman, anı, günlük, seyahatname vb. türlerden hareketle ilgili dönemlerin sosyo-politik izlerine ulaşılabilir. Bu çalışma, 1980 yılında yayımlanmış olan Politikada Bir Sarıçizmeli romanından hareketle ilgili dönemdeki siyaset kurumlarının toplumdaki yansımalarını ve bu kurumlardaki yozlaşmaları/eksiklikleri tespit etmeyi amaçlamaktadır. Politikada Bir Sarıçizmeli romanı, politika muhabirliği yapan ve bu süreçte siyaset kurumunu ve politikacıları yakından tanıma imkânı bulan Recep Bilginer tarafından kaleme alınmıştır. Çalışmada bu romanın seçilmesinin temel gerekçesi de yazarın bu özelliğidir.
Nihayet Dergi, 75. Sayı, Mart 2021, 108-113.
Tesam III. Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi, 2018
Having an important place in Turks' religious and political perception, Maturidiyya with its belief system is an understanding accepted by the Middle East muslims from its occurence until today. Especially in the recent period of Ottoman where the idea of 'liberty' in high demand we see that the Hanafi-Maturidiyya understanding which centers freedom and responsibility ensure religious legitimacy instead of Ash'ariyye's perception of ubiquitous God and innate act? The most important reason of increasing relevance of Maturidiyya is its convenience with the matter of will to the modernists and also bringing anthropocentricism to the fore instead of fatalism. With the proclemation of the Republic-also in political and institutional revisions this Maturidi ecole form an essential basis for legitimacy. In this paper, by giving spesific examples about aforementioned legitimacy effects of Maturidi thought will be elaborated on Turkish political life.
Sinemada tarihi olaylar, zorunlu göç, insan hakları ihlalleri, soykırım gibi netameli konuların nasıl hikayeleştirileceği, temsil edileceği her daim büyük bir tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmanın en önemli sebebi de bu olayların sinemada temsilinin yaratacağı etik ve ahlaki sorunlardır. Aynı zamanda bu konuların sinema perdesine taşınması, yaşanan olayların acısını hafifletebileceği, ucuzlatabileceği de tartışmanın bir diğer ucudur. Bununla beraber sinemanın gerçekliği yeniden kurgulayabilmesi ve sahip olduğu temsil gücüyle; hem geçmişle yüzleşme olanağının sağlanabileceği hem de geniş kitlelere politik bilinç aşılayabileceğine dair iyimser bir görüş de hakim. Türkiye sineması da geçtiğimiz son 20 yılda, daha önce hiç olmadığı kadar geçmişle ilgilenmeye başlamış, bastırılan tarihi geçmiş perdeye taşınmış ve farklı kültürel kimlikler gerçekçi bir şekilde temsil edilmiştir. Akademiysen Umut Tümay Arslan, bir süredir yukarıda bahsi geçen kavramlar üzerine çalışıyor. Kendisinin bu tartışmalara Yeşilçam filmleri üzerinden ufak da olsa kapı araladığı ve Yeşilçam üzerinden melankoli, kayıp ve yas kavramlarını tartıştığı Mazi Kabrinin Hortlakları isimli 2010 yılında Metis Yayınları'ndan yayımlanan bir kitabı da mevcut. Umut Tümay Arslan'la sinemanın politik imkânlarını, geçmişle yüzleşme meselesini ve Türkiye sinemasında "bastırılanın geri dönüşünün" izleri üzerine konuştuk. Türkiye sinemasının (özellikle de bağımsız sinemanın) geçtiğimiz son on yılda üzerine en çok eğildiği temalar geçmişle yüzleşme ve 'bastırılanın geri dönüşü' olsa gerek. Türkiye'nin yakın-uzak tarihinde yaşanmış travmatik olaylar, hak ihlalleri daha önce hiç olmadığı kadar sinema perdesine taşınmaya başlandı. Siz geçmişe yönelik bu sessizliğin bozulmasına neye bağlarsınız? 'Bastırılan geçmiş' sinema perdesine nasıl zuhur etti? Unutulmaya bırakılmış ya da inkar edilen felaketlerin ve şiddet biçimlerinin sinema perdesinde konuşulmaya ya da düşünülmeye başlaması, elbette son yirmi yılda bu meselelerin olgusal olarak, tanıklıklarla, tarihsel, hukuki ve politik boyutlarıyla, akademide ama aynı zamanda sivil toplum çalışmalarından televizyon dizilerine ve sosyal medyaya genişleyen bir kamusal alanda kendine ait bir yer bulmasıyla, bu meselelere dair yeni çerçeveler, yeni konuşma biçimleri ve elbette yeni sessizlikler üretilmesiyle doğrudan ilişkili. Sinema perdesine zuhur etme biçimi de buradaki konuşma çerçeveleriyle, görme, düşünme, dinleme biçimleriyle ilişki içinde ortaya çıktı. Aynı zamanda, edebiyat, sinema, güncel sanat, haber metinleri gibi farklı ifade rejimleri arasındaki ilişki ve geçişlilikle elbette. Ulusal kökenlere dair fantezi ve anlatıların, mitlerin yeniden inşaya açılması da buna dahil edilebilir,-Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü (Ezel Akay, 2006)'den neo-Kemalist bir Mustafa Kemal personası sunan Mustafa (Can Dündar, 2008)'ya ya da ulusun fertlerini ulusal şiddete muhtaç olduklarına bütünlüklü ulus hayaliyle inandıran, onların iradesini teslim alarak ve onlar adına öldürebilen, paternalizme hep payanda vuran eril anlatının toparlanamayışına, hatta enkazına seyircisini yaklaştıran Nefes: Vatan Sağolsun (Levent Semerci, 2009) gibi filmler de geçmişi yeniden, başka gözlerle görmeye başlamanın, düşünmenin bir parçası olarak ele alınabilir belki de. "İmajlar kendilerini görünür olanın apaçıklığına dayandırıyor" Türkiye sinemasında geçtiğimiz yıllarda geçmişle yüzleşme çabasında olan filmlere yöneltilen eleştirilerin başında, yaşananların adını koyamamak, sorunlu temsiller ve anakronik bir tarih anlatısı inşa etmeleri geliyor. Siz bu filmlerin geçmişle yüzleşme açısından bir kapı araladığını düşünüyor musunuz? Derrida, "Sinema hayaletlerin birbirleriyle yarışıdır"demişti. Bu anlamda Türkiye sinemasının imgeleri üzerinde gezinen hayaletler için ne demek istersiniz? İnkar edilen kolektif şiddet biçimlerinin ya da devlet şiddetinin sinema perdesinde nasıl görünür, işitilir ve duyumsanabilir kılındığına dair şüphesiz çok çeşitli formlardan söz edilebilir. Buna rağmen bir imajlar taksonomisi, sınıflandırması da yapılabilir bence. Genişçe bir grup film, yerleşik anlatı tür ve formlarının içine meselesini sığdırmayı tercih ediyor. İnkar edilmiş, toplumsal hafıza çerçevelerinin dışına itilmiş o olayın var olduğu hakkında, "İşte bu oldu" diyerek seyircinin bilgilenmesi isteniyor. Böyle olduğu
Psikesinema, 2020
Narkisos mitinin soy zinciri birçok mit için olduğu gibi karışıktır. Bilinen bütün sürümlerde kendi imgesine duyduğu saplantılı aşkla bir gölün kenarında kendi imgesini seyretmekten bitap düşüp ve öldüğüdür. Kimileri öldüğü yerde biten "nergiz" olarak bilinen çiçeğe onun adının verildiğini, kimileri ise Narkisos'un bu çiçeğin ilhamı ile isimlendirildiğini aktarmıştır. Çoğu anlatıda güzelliğinin kibrine kapılmış bir ergen varken Lidyalı Pausanias'ın aktardığına göre kendisine çok benzeyen ikiz kız kardeşinin kaybeden ve kendi yüzünde kayıp kız kardeşine özlemini gidermeye çalışan, hüzünlü bir genç olarak aktarır Narkisos'u. Ovidiusun "metamorfoz/dönüşümler" eserinde Narkisos ve Eko mitleri ilk kez bir araya gelirler. Daha önce Eko'nun ayrı bir anlatı idi ve bu mite göre Eko, Zeus'a eşi Hera'yı aldatması için perde görevi gördüğü için Hera tarafından cezalandırılan bir nimf idi ve ceza olarak dağlara sürüldü ve başkalarının söylediklerinin son kısmını tekrar etmekti, artık kendi sesi yoktu. Eko'nun bu hazin öyküsünün Narkisos'un sahnesine eklenmesi, Narkisos'un "kendini sevmek" olarak özetlenen yazgısına daha derinlikli bir anlayış getirdiği söylenebilir. Ovidius'un bu yaratıcı sezgisi Narkisos bitini didaktik bir anlatı olmaktan kurtarmakla beraber sahneye sesini kaybetmiş bir kadını ekleyerek, neyin eksik olduğunu bir kez daha işaret eder. Rummer Godden'in 1937 tarihli, filmle aynı adı taşıyan romandan uyarlanan, Michael Powell ve Emeric Pressburger'in yönettiği "Kara Nergiz/Black Narcissus (1947)" filmi, bir grup İngiliz Katoliği rahibenin Hindistan'ın kuzeyinde, Mopu'da ücra bir tepede, eskiden bölgenin derebeyinin haremindeki kadınlar için inşa edilmiş bir tepeyi bu kirli geçmişten kurtarıp Hristiyan ahlakına uygun bir yere dönüştürmek için giriştikleri ya da içine düştükleri bir mücadeleyi merkeze alır. Godden kendi döneminin ünlü yazarlarındandır, çocukluğu Hindistan ve İngiltere arasında geçmiştir. Birçok öyküsü filme dönüştürülmüştür, Jean Renoir'ın çektiği "The River (1951)" en bilinenlerindendir. Godden, bir keresinde Mopu'da ilgisiz bir yerde genç bir rahibeye ait mezar görür, yakınlarda hiçbir kilisenin olmadığı bu ücra mezarın bakımlı olduğunu da fark eder. Yaklaşık 12 yıl sonra Mopu'yu tekrar ziyaret ettiğinde mezarın artık orada olmadığını görür, kimse de ne olduğunu bilmemektedir. Yazar bu kayıp mezarda yiten tüm sırları bir roman olarak keşfeder. Daha önce tiyatroya uyarladığı romanının sinema uyarlamasını Powell ve Pressburger'e bırakır. Bu iki yönetmen savaş dönemi ilginç propaganda filmleri çekmiştir, filmlerdeki abartı neredeyse eleştirel bir hava oluşturur, hatta bu filmlerin kimisi doğrudan W.Churchill'in de eleştirilerine de hedef olmuş. Rembrandt ve Vermer hayranı olan yönetmenler bu filmde de bolca pencereden giren ışıkla oyunlar oynar. Renkli çekilen filmin tamamı İngiltere'nin güneyinde bir parkta çekilir. Tüm karlı dağlar ya da uçurumlar efekt olarak eklenmiştir. Genç bir rahibe olan Clodagh (Deborah Kerr) bağlı oldu kilisedeki baş rahibe tarafından zorlu bir göreve atanır; Mopu'da bir dağın tepesinde yer alan çoktan terk edilmiş bir yapıyı okul ve sağlık hizmetlerinin verildiği bir inanç merkezine dönüştürecektir. Bu zorlu görevin karşılığı olarak derecesi yükseltilen Clodagh artık bu cemaatin en genç baş rahibesidir. Ancak bu unvan ona verilirken bir yandan da bu göreve henüz hazır olmadığı da söylenir. Ona yoldaşlık etmesi için seçilen 4 rahibe ile zorlu göreve hazırlardır. Seçilen rahibelerden üçü maharetlerinden ötürü seçilir, biri bahçıvandır ve gittikleri yerde onun yetilerine ihtiyaç vardır, bir diğeri sağlıktan anlayan güçlü bir kadındır, öteki ise sevimliliği ve sıcak kanlılığı ile bir cemaat kurmak için gerekli bir enerjiye sahiptir. Dördüncü rahibe
değişkenlik olmakta mıdır?" gibi farklı sorulara cevap bulunmaya çalışılmıştır. Bu çalışmada dönemin süreli yayınları temel alınmış, telif eserlerden de istifade edilmiştir.
2020
Özellikle, daha önce görülmemiş, ses değeri bilin(e)meyen kimi yeni ve değişik yazı imleri içermeleri nedeniyle okunamayan Gök Türk dönemi oyma yazıtlarının varlığı bilinir. Bu yazıtlardan birisi de, bilim kamuoyuna tanıtımı 2015 yılında Rus kazıbilimci Gleb V. Kubarev'ce yapılmış bulunan, Gök Türk döneminden bir gümüş kabın taban yüzüne çepeçevre işlenmiş bir armağan yazıtı. Yazıt, daha önce Gök Türk döneminden oyma yazıtlarda karşılaşılmamış iki yeni ve değişik yazı imi içeriyor. Yapılan değerlendirmelerde bu iki yazı imine her ne denli Türk oyma yazısının bilinen olağan imleriyle benzeştirilerek/eşleştirilerek ses değeri belirlenmeye çalışılmışsa da, Kubarev'in yazıt için danışmış olduğu alan uzmanlarınca yazıtın Eski Türkçe ya da başka herhangi bir dilde okunamadığının bildirilmiş ve dolayısıyla okunmasının başarılamamış olması, öyle görünüyor ki, bence, esas olarak bu yanlış bakış açısından ileri gelmiş bulunmaktadır. Bu çalışmada söz konusu yazıtla ilgili kısa bir bilgilendirme ve değerlendirme yapılıp bir okuma önerisi sunulacaktır.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.
PROF. DR. BAYRAM ÜREKLİ’YE ARMAĞAN, 2023
The Journal Of Academic Social Science, 2017
Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2020
5th International Conferences on Economics and Social Sciences, Lahore, Pakistan, 2021
International Journal of Public Finance
JOURNAL OF SOCIAL, HUMANITIES AND ADMINISTRATIVE SCIENCES, 2023
İftarlık Gazoz: Bir Kuşağın Politikleşme Hikayesi, 2021
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi , 2017
Journal of Human Sciences, 2016
The Journal of Social Science, 2020
Siyasal Düşünceler Tarihinde Kanonlar Sempozyumu, 2023
Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 2016
Uluslararasi Kibris Universitesi Fen-Edebiyat Fakultesi, 2019
Yönetim ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 2019
İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2023