Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
Dört Öge, 2019
The Tragedy of Subject: Through the Mirror This paper explores a new and post-structuralist discourse on the relationship between Lacan’s theory of mirror stage and the story of Narcissus as a mythological narrative. According to this discourse, subject is a construction posterior to the ‘I’. Lacan suggests that in the mirror stage 6-18 months old infants discern the I as something distinct from and outside of themselves for the first time through a reflective surface. An infant comprehends the image they see in this reflective surface as a being independent of their mother and an object belonging to themselves, and they greatly admire this independent object as an ideal-I. That is, by discerning their own being through an image, the infant achieves a feeling of unity via this image and perceives their own being as an admirable unity. This feeling of I and unity, however, is doomed to decay as to become subject by means of the elements of Lacanian reality, namely language and the laws of society. Within the reality, Narcissus – exactly like in the Lacan’s theory of mirror – lost the confrontation of perceiving the image he admired in his reflection. The I of Narcissus, which he has been holding on as an image in this world, is drawn and demised whilst going beyond the water mirror so as to become a subject. In other words, the I that Narcissus admired in the reflection of the water underwent an unsurmountable deformation and he paid the price with his life. In this study, from the perspective of the Lacanian theory of subject it will be argued that the tragic split between imaginary and symbolic order represented by the death of Narcissus is not only a psychopathologic fact, but it is also a fundamental narrative about the construction of subject in the history of philosophy. Key Words: Lacan, Mirror Stage, Narcissus, , Imaginary, Symbolic, Real. ÖZ Bu çalışmada Lacan’ın ayna evresi kuramı ile bir mitolojik anlatı olarak Narkissos öyküsü arasında kurulan yeni ve post yapısalcı bir söylem ele alınacaktır. Bu söyleme göre özne ‘benlikten’ sonra gelen bölünmüş bir yapıdır. Lacan’a göre 6-18 aylık bir bebek, ayna evresinde ilk kez kendi benliğinin ayrımına kendisinden farklı ve kendisinin dışında bir yerde, bir yansıtıcı yüzeyde varmaktadır. Bebek, bu yansıtıcı yüzeyde karşılaştığı imajını ilk defa annesinden özerk bir varlık ve kendine ait bir bütünlük olarak algılamakta ve bir ideal-ben olarak tasarlanan bu özerk varlığa büyük hayranlık duymaktadır. Yani bebek, kendi varlığını bir imaj üzerinden ayırt ederek kendisine bu imaj yoluyla birlik duygusu kazandırmış ve kendi benliğini hayran olunası bir bütünlük olarak kavramıştır. Fakat bu benlik ve bütünlük duygusu, Lacanyen gerçekliğin (reality) öğeleri olan dil ve toplum yasaları ile özne olmak pahasına parçalanmaya mahkumdur. Narkissos da -tıpkı Lacan’ın aynasındaki gibi- kendi yansıması üzerinden hayran olduğu imajını gerçekliğin içinde kavrama çatışmasında kaybetmiş ve bu dünyaya bir imaj olarak tutunduğu benliği de özne olmak pahasına sudaki aynanın ötesine geçerken boğularak yok olmuştur. Diğer bir deyişle Narkissos’un sudaki yansımasında hayran olduğu benliği; özneleşirken aşılmaz bir deformasyona uğramış ve Narkissos bunu hayatıyla ödemiştir. İşte bu çalışmada, Narkissos mitinde Narkissos’un ölümüyle sembolize edilmiş olan imgesel ile simgesellik arasındaki trajik bölünmenin yalnızca psikopatolojik bir olgu değil aynı zamanda felsefe tarihinde öznenin inşasına dair temel bir anlatı olduğu savı Lacanyen özne kuramı ile birlikte temellendirilecektir. Anahtar Kelimeler: Lacan, Ayna evresi, Narkissos, İmgesel, Simgesel, Gerçek.
Müslümanların zayıf düşürülmüş olduğu bu çağlarda, soğuk kanlılıkla ve itiraf ederek konuşmak gerekirse, manevi yanı öne çıkan dini cemaatlerden maddi yanı öne çıkan siyasi yapılanmalara kadar, çok azı hariç, neredeyse tüm İslami gruplarda görülen ortak özelliklerden biri de, aşağıda maddeler halinde sıralamaya çalıştığımız değişim ve dönüşüm sürecini yaşamaya azmetmiş olmalarıdır. Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah'ın onları değiştirmeyeceği (Ra'd 13/11) ayetini göz önünde bulundurduğumuzda, toplumsal olarak veya ümmet olarak iki aşamalı bir değişime maruz kaldığımızı söyleyebiliriz; bunlardan birincisi, gönüllü olarak fakat geçici olmasını dileyerek girdiğimiz başkalaşım sürecidir ki bu sürecin ne kadar ahlaki ve ne kadar İslami olduğu sorgulanmalıdır, ikincisi ise bu başkalaşımın getirdiği ve sünnetullahın gereği olarak ortaya çıkan, "kalplerin katılaşıp mühürlendiği" bir dönemdir. İlki şahısların veya insani bir topluluğun kendi cüz'î iradeleri ve akılları ile bilinçli olarak istedikleri bir süreç iken ikincisi Allah'ın sünnetullah gereği onları ulaştırdığı menzili ifade etmektedir. Onlar bu değişimle başka bir şeyi hedeflemişlerdi, ancak değişimin onları ulaştıracağı nokta pek de onların istediği bir yer olmadı. Çünkü kalpler bir kez karardıktan sonra, artık muvakkaten başlatmış olduğumuz sapmanın geri dönüşümü olmuyor. Yenilginin bizi zorunlu olarak sürüklediği bir ahlaksızlık mı deriz, yoksa bir gün anladığımızda yanılgı olduğunu görüp ders çıkarmamız gereken kendi hatamız mı deriz, sonuçta -belki de çok azımız hariç-"hangimiz bu çemberin dışına çıkabildik?" diye sormak gerekiyor.
Resistance Opportunities Aganist to Mainstream Media
HECE DERGİSİ ALAEDDİN ÖZDENÖREN ÖZEL SAYISI, 2021
Sanattan veya sanatçıdan bahsedildiği zaman genellikle özerk ve hatta yasaklı bir alana girmiş gibiyiz modern çağlarda. Bahsedeceğimiz alan da sanatkâr da -hele bir şairsebu dünyanın hâlihazırdaki gidişatından ayrı bir yerde, farklı ve marjinal olmak zorunda sanki. Bu hissi Doğu-Batı arasında dünyayı ve sanatı algılayış farklılığından bağımsız düşünmek aslında mümkün değil. Fakat güncelin karmaşasına ve dayattığı normlara teslim olmuş bizler için bugün "Bir sanatçı nasıl toplumdaki büyük suskunluğun sesi olabilir ?"sorusunu cevaplamak oldukça zor görünüyor. Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği kitabında sanatçıyı güzelliği yaratan değil, keşfeden insan olarak tanımlar. Bu bağlamda Müslüman sanatçılar sanat eseri yaratırken ferdiyetlerini "paranteze alır" ya da mümkün olduğunca silikleştirirler. Sanatçının belirsizleşen şahsi özellikleri eserinin içinde erir ve eserle bütünleşir (Ayvazoğlu, 2019: 222). Özdenören'in suskunluğu şiirinin içinde erimiş, şiiriyle bütünleşmiştir. Suskunluk ve sessizlik artık onun şahsi bir özelliği değil; doğadaki büyük suskunluğun bir yansımasıdır.
International Journal of Languages Education
Sabahattin Ali is one of the important writers and poets of Turkish Literature in the Republican Period. Sabahattin Ali's novel "Madonna in a fur coat" was first published in 1940 under the title "Büyük Hikaye" in the newspaper "Hakikat" in 48 chapters and published in 1943 by the Remzi Bookstore. The works of Sabahattin Ali have been translated into many languages. "Madonna in a fur coat" was included in the "Modern Classics" series of British Publisher Penguin at the beginning of 2016, and was translated into English for the first time in 1973 by Maureen Freely and Alexander Dawe under the Modern Classics Series of Penguin Publishing. It has also been published in German (Dörlemann), French (Le Serpent a Plumes), Russian (Ad Marginem Press), Croatian (Hena Com), Arabic (Sphinx) and Albanian (Shkupi); Spanish (Salamandra), Italian (Scritturapura), Dutch (Verlag Van Gennep) versions are being prepared. In this study, the translation of Sabahattin Ali's novel" Madonna in a fur coat" by Georgian Turcologist Dr. Nana Canaşia into the translation titled "მადონა ბეწვის მანტოში/Madona Betsvis Mantoşi" in 2017 will be focused in a comparative text analysis with target focused approach and there will be an attempt to present suggestions for translation of texts. This study has an important place in the comparison of original text to translation text with target focused approach. In particular, the translation of the work by the translator and the use of his own specific interpretation for the translation of the text determine the main subject of the research.
https://fgokhanozcan.blogspot.com/, 2020
Edebiyatın, verili gerçekliğini aşmak isteyen insan benliğinin ürünü olduğunu biliyoruz. İnsan benliğinin çeşitli fenomenlerini ve koşullarını araştıran psikoloji, edebiyatla iç içe bir disiplindir. Psikoloji ile edebiyatın bu meşhur kesişiminin, her iki disiplinin hakkı verilerek tam manasıyla tartışılamadığını düşünmekteyiz. En bilindik tutum, söz gelimi klasik psikanaliz gibi bir ruhsal işleyiş modelinin bir edebi karakterin yaşantılarına doğrudan uygulanarak, metinde teoriyi görme/yaratma çabasıdır. Bu tutumun edebiyat ve psikolojinin kesişim alanını teorik açıdan temellendirme konusunda yetersiz kaldığını düşünmekteyiz. Edebi karakterlerin öznelliklerini terapötik psikolojik açıdan yorumlama uğraşına “klinik edebiyat”* ismini uygun görüyoruz. Bu yazı, uygulamalı bir örnek eşliğinde, klinik edebiyatın meşruiyetini aldığı benlik-odaklı, fenomenolojik zemini tarif etmeyi amaçlamaktadır.
International Journal of Communication and Media Research, 2023
Türkiye'de İslamcılık 1980'lerden itibaren büyük bir atak yaparken en ciddi ve hararetli tartışmaların döndüğü mecraların başında İslamcı dergiler geliyordu. Bu dönemde birbiri ardına yayın hayatına atılan dergilerin en başta gelenlerinden biri de Ercümend Özkan'ın çıkardığı İktibas Dergisi'ydi. Özkan kamuoyunda 1967'de Hizbü't Tahrir isimli Ürdün kökenli radikal İslamcı bir örgütün Türkiye yöneticisi olarak tanınmıştı. Özkan Türkiye İslamcılığı'nın 1960'larda büyük oranda anti-komünist milliyetçi-mukaddesatçı sağ cenahın bir parçası olarak var olduğu bir dönemde en büyük tehlike olarak komünizmi değil Batı'yı ve ABD'yi göstermesiyle, geleneksel İslam anlayışına karşı Kuran ve Sünnet gibi öz kaynaklara dönüşün gerekliliğini vurgulamasıyla, açıkça İslami bir devlet yapısını arzuladığını ortaya koymasıyla özgün ve aykırı bir figür olarak bilinmişti. O, daha sonra Hizbü't Tahrir örgütüyle yollarını ayırsa da radikal İslamcı çizgisini hep korudu. 1980'lerde çıkardığı İktibas Dergisi ulusal ve uluslararası yayın organlarından yaptığı alıntılarla iletişim olanaklarının son derece kısıtlı bir ortamda okurlarının dünyanın farklı coğrafyalarından haberdar olmasını sağladı. Özkan İslam'ın yanlış anlaşıldığı ve yanlış yaşandığı vurgusuyla Türkiye'de yaşayan Müslümanları doğru bir İslam anlayışına sevk etmeye çalıştı. 1980'lerde radikal İslamcı çizgiyi kendisiyle birlikte paylaşan pek çok İslamcı aktör 1990'larda gerek Refah Partisi'nin seçim başarıları gerek Türkiye ve Dünya konjonktüründe meydana gelen gelişmelerle birlikte çok-kültürlülük, demokrasi, laiklik gibi kavramlar üzerine düşünüp bunları kısmen benimserken Özkan ve İktibas Dergisi çizgini değiştirmedi. Bu çalışmada literatür taraması ve metin analizi üzerinden Ercümend Özkan'ın özgün konumu tartışılmış, İktibas Dergisi'nin 1980'lerdeki İslamcı dergi bolluğu içinde nerede durduğu, nasıl bir yayın politikası izlediği masaya yatırılmıştır.
Türkiye Günlüü, 2005
Dinin dönüşü retoriğine eleştirel bir bakışla yaklaşan makale dönen dinin değerler dünyası olmadığını kimlik sorunu olarak dinin döndüğünü idda ediyor. Yazıda dinin dönüşünün sekülerizme karşı olmaığını aksine onu daha derinleştirdiğini savunuyor.
Mehmet Murat Şahin, 2011
Direnme Hakkı ve Sivil İtaatsizlik
Kurumsallaşmış siyasal iktidar formu olarak devletin varlığını "meşru" kabul eden temelde iki teoriden bahsetmek mümkündür. Birincisi; devleti, "erdemli toplumun ve erdemli ferdin varlığını temin eden, kollektif iyiliğin en yüksek görünümü ve ahlakın cisimleşmiş şekli, itaatin mutlak gerekli olduğu kutsal kefalet"2 şeklinde değerlendiren klasik organizmacı teori; ikincisi de "bir toplumda meşru şiddeti tekelinde bulunduran güç"3 biçiminde değerlendiren modern sözleşmeci teoridir. Bilginin aristokrasisini savunan Platon, Aristoteles gibi klasik düşünürler ve Tanrı'nın, dolayısıyla da ilk insan Adem'in yeryüzündeki hilafeti anlamında monarşiyi savunan Sir Robert Filmer gibi geleneksel düşünürler ilk teoriyi temsil ederlerken; anayasal demokrasiyi savunan Locke, Montesquieu, Rousseau gibi düşünürler de ikinci teoriyi temsil etmektedirler. Meşruiyet, devlete niçin itaat edilmesi gerektiğini gösteren etik argümandır. Siyasal eylemlerin kabul edilebilirliğinin temel kriteri meşruiyet ilkelerine uygun olup, olmamalarıdır. Meşru sınırların ötesi, insanlardan talep edilemez… Kısacası meşruiyetten kasıt, devlete itaati etik bir sorumluluk haline getirmek ve devletin varlık sebebini haklı kılmaktır. En zorba yönetimlerin bile iktidara gelişlerini, toplumun benimseyebileceği kurallara dayandırma girişimlerinin nedeni de budur. Klasik-geleneksel siyasi öğretiler, meşruiyeti niteliksel-doğal farklılıkların dikkate alınmasına endekslerken; modern siyasi öğretiler niteliksel-doğal eşitliğe endekslemektedir. Klasik-geleneksel öğretiler meşruiyeti evrensel olduğuna inanılan erdemli toplumun tezahürü olarak görürken; modern siyasi öğretiler, muayyen bir erdemin esas alınamayacağı, bunun için de yapılması gerekenin devletin tarafsızlığı anlamında, erdemsiz toplum projesinin inşası olarak görmektedir. Bu zaviyeden bakıldığında; klasik-geleneksel teorisyenlere göre, varlığını yönetilenlere borçlu olmayan devlete karşı itaatsizliğin meşru bir zemininden bahsedilemez. Aristokrasinin ya da monarşinin sorumluluğu olsa olsa yalnızca Tanrı'ya karşıdır. Zira yöneticiler, Tanrı tarafından seçilmişlerdir. Modern teorisyenlere göreyse devlete itaatin bir sınırı vardır ve o da fertlerin temel-doğal haklarını teminat altında tutan sosyal sözleşme (Anayasa) kurallarına riayettir. Halkın rızasına dayanmayan bir devletin (government), yurttaşlardan itaat etmelerini talep etmeye hakkı yoktur. Daha da ötesi, sosyal sözleşme (Anayasa) kurallarına uymayan ve kararları ve icraatlarıyla meşruiyetini yitiren iktidara karşı insanların direnme hakkı vardır. Çünkü devlet, fertlerin temel-doğal haklarını muhafaza etmekle görevlendirilen temsilî bir otoritedir. Direnme hakkından söz eden ilk önemli düşünür, aydınlanma felsefesinin ve liberal demokrasinin de kurucusu kabul edilen John Locke'tur. Locke'a göre; "toplumların yöneticileri konumunda bulunan şahısların, insanlığın atası, ilk insan ve ilk mutlak monark Adem'in varisleri olduklarını, mutlak otoritenin ilahi bir hak, bir taktir anlamında Tanrı tarafından onlara bahşedildiğini, buna karşılık yöneticiler haricindeki insanların ise özgür doğmadıklarını, onlar için hayatın ve bir nevi köleliğin birlikte başladığını ve bu durumun da değiştirilemeyeceğini yani yöneticilerin ilahi hakları haricinde, yönetilen insanların haklarından bahsedilemeyeceğini, insanların taktire dayalı olarak kralların ya da padişahların köleleri olduklarını, bütün devletlerin de bu nedenle aristokratik-monarşik bir form taşıdıklarını"4 savunan organizmacı teorilerin aksine; bütün insanlar tabiat itibarıyla özgür, eşit ve bağımsız (independent) bir varoluşla dünyaya gelirler. Hiç kimse onların bu statülerini değiştiremez ve onları kendi rızaları (consent) haricinde gerçekleşen herhangi bir siyasi otoritenin uyruğu olmaya zorlayamaz. İnsanların, siyasi bir otoritenin uyruğu olmalarının tek yolu; kendi rızalarıyla herkesin her şeye hakkının bulunduğu doğal haldeki özgürlüklerinden vazgeçmeleri ve diğer fertlerle anlaşıp sözleşerek barış halinde yaşayabilmeleri ve güvenliklerini müşterek sağlayabilmeleri için toplum (community) formunda birleşmeleri ve sosyal sözleşmelerini yapmalarıdır. Ne zaman ki insanlar kendi bireysel rızalarıyla sivil toplumu ya da devleti oluşturmaya mukavele yaparak karar verirler, o suretle siyasi bir bütün (body politic) oluşur. Bireysel rızanın olmadığı yerde siyasi-sivil toplum yok demektir. İnsanlar; hukuku oluşturup, devleti kurmak veya yöneticileri seçmek üzere doğrudan ya da temsilcileri vasıtasıyla rızalarını beyan ederler. Rızaları olmaksızın bireylerin temel ve doğal hakları üzerinde 1 Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi. İTBB 2 A. Passerin d'Entreves, "Devlet Kuramı", Çev., B. Baysal, Devlet Kuramı, Der., C.
2014
Geri esneme, urune kaliplama sirasinda verilen sekil ile kaliplama sonrasi elde edilen sekil arasindaki fark olup, genellikle sac metal bukme islemlerinde karsilasilan onemli bir sekil verme problemidir. V Bukmede, malzeme parametreleri (malzeme turu, kalinlik, anizotropi, akma dayanimi, Young modulu, peklesme vb.), proses parametreleri (utuleme suresi, bukme sicakligi, surtunme, bukme kuvveti vb.) ve kalip parametreleri (bukme acisi, bukme radyusu vb.) gibi cok sayida parametrenin dikkate alinmasi gerekmektedir. Bu nedenle; malzeme, proses ve kalip parametrelerinin goz onunde bulunduruldugu cok sayida deneysel ve sonlu elemanlar yontemleriyle bilgisayar destekli sayisal analiz calismalari yapilmistir. Bu calismada, V bukme sonrasi sekillendirilen parcalarda meydana gelen geri esneme davranislari ile ilgili yapilmis olan calismalar derlenmis ve degerlendirilmistir.
Mecmua Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 2021
Öz Ötekilik; edebiyat, felsefe, sosyoloji, psikoloji, antropoloji gibi birçok alanda yaygın şekilde tartışılan bir kavramdır. Ötekilik; "özne" ile "hariçteki"nin karşılaştırılmasında, merkezi konumda olanın kendini öne çıkarıp diğerlerini, kendine reva gördüğü haklardan mahrum bırakma girişimidir. Ötekiliğin tarihsel gelişim sürecine bakıldığında farklı yaklaşım biçimleri göze çarpar. İlk örneklerinde Antik Yunan"da rastlanan ötekilik; "biz" ve "onlar" zemininde algılanır. "Biz", medeni bakımdan gelişen Yunanlıları; "onlar" ise Yunanlılardan olmayanları tanımlamak için kullanılır. Orta Çağa gelindiğinde ötekilik, çoğunlukla dinî bir kimliğe bürünür. 19 ve 20. yüzyıllarda ise ötekilik; siyasal, etnik ve sosyolojik bağlamlarda bir gelişim seyri izler. Günümüzde politik niteliğin yanında uygarlıklar zemininde tartışılan bir ötekilik anlayışı vardır. Önceleri himayeci bir anlayışın olduğu ötekilikte, sonraları rekabetçi bir tarz, yakın dönemde ise asimilasyoncu bir yaklaşım hâkimdir. Ötekilik; birey ve gruplar arası ilişkilerde kültürel, dilsel, siyasal, etnik ve dinî yönlerden bir ayrışma / ayrıştırılma hamlelerinin olduğu zeminlerden beslenir. Bu ayrıştırılma biçimleri, sosyal hayatla doğrudan bağlantısı olan edebî metinlerde de kendini gösterir. Sanatçının politik duruşu, siyasal sistemin belli bir kültürü benimseyip diğerlerini ikincil alanda bırakması gibi unsurlar, edebiyatta ötekiliğin oluşma biçimine doğrudan etki etmektedir. Bu çalışmada ötekilik, bireyin mensubu olduğu çeşitli toplumsal kimlikler ekseninde ele alındıktan sonra bunun Türk edebî metinlerindeki yansıma biçimleri bağlamında irdelendi.
2018
Bu çalışmada yedinci sanat olan sinemanın çeşitli direnme pratikleri ile yarattığı etki ve dinamikler ele alınmıştır. Kültürel hegemonya iktidarın çıkarı doğrultusunda sanatı araçsallaştırarak kullanır. Buna karşın sanatçının muhalif duruşuyla, sanat özgün ve özgür bir şekilde üretilerek, özerk kalabilir. Özgür sanat üretimleri ise, birer direniş biçimi olabilir. Sinema toplumsal imgelerin temsilidir. Bu sebeple sinema izleyici ile ilişki kurarak, izleyicinin dünya ile bağını kuvvetlendirebilir. Bu bağ izleyicinin tarihsel, kültürel ve toplumsal arka planı ile ilişkilenerek kurulabilmekte, bu da bireyi yalnızlaştırarak, pasifleştiren sisteme karşı bir direniş pratiği olabilmektedir. Diğer yandan, sinema iktidarın veya herhangi bir dil, din, ırk ya da milletin çıkarları doğrultusunda üretilmeden yersizyurtsuz bir şekilde vuku bulabilir. Sinema aynı zamanda resmi ideoloji tarafından üretilen tarihe alternatif olan toplumsal belleği inşası ve paylaşılmasında da önemli bir rol oynayabilmekte ve toplumsal belleğe sahip çıkabilmektedir. Bütün bunların ışığında sinema bir direniş yaratabilir. Böylesi bir direniş, ister doğrudan ister dolaylı olarak değerlendirilsin sanatçılara, üzerlerindeki iktidar baskılarına ve ideolojik bir aygıt olan medyanın manipüle etme gücüne karşı, alternatif bir üretim inşa edebilme kudreti sağlayabilir. Bu çalışma, resmi anlatılara karşı, birer fail olarak sinema yönetmenlerinin söylemlerini paylaşması ve yorumlaması bakımından nitel bir çalışma olup, toplumsal belleğe katkı sağlamaktadır.
Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, 2019
Dil araştırmaları dergisi, 2024
Bu makale en az iki hakem tarafından incelenmiş ve makalede intihal bulunmadığı teyit edilmiştir. This article has been reviewed by at least two referees and confirmed to be free of plagiarism. Cümlenin inşasında kullanılan zorunlu ögeler, yüklem ve onun tamlayıcıları gerek görüldüğünde söz dizimsel yapıdan düşürülebilir. Birtakım kullanımlar dışarıda bırakıldığında cümlenin zorunlu ögelerinden biri, şahıs ekinin işaret ettiği öznenin eksiltilebilen unsurlardan biri olduğu ilgili çalışmalarda dile getirilmiştir. Bu tür cümlelerde özne konumunda bir isim unsurun bulunmaması özne eksiltisi olarak yorumlanmış, şahıs ekinin gönderim ilişkisi ile bağlandığı şahıs zamirleri parantez içerisinde gösterilip cümlenin asıl öznesi olarak tanımlanmıştır. Şahıs eklerinin gönderim ilişkisi ile bağlandığı şahıs zamirlerinin cümle düzeyindeki görünümleri, dil araştırmalarının konusu olmuş; gizli özne, özne eksiltisi, adıl düşürme kavramları ile tanımlanıp örneklendirilmiştir. Bu çalışmada bazı kaynaklarda bir özne türü olarak tanıtılan gizli özne ile bağlaşıklık unsurları içerisinde ele alınan özne eksiltisi, verilen örnekler üzerinden tartışılmıştır. Şahıs zamirlerinin cümlede özne konumunda bulunmasının sebebi karşılaştırma, pekiştirme, vurgu, abartma gibi birtakım anlamsal işlevler gereği olduğu, bu türden bir anlamsal işlev taşımadıkları sürece şahıs zamirlerinin cümlede özne konumunda yer alamayacağı ifade edilmiştir. Ayrıca anlamsal işlevleri gereği özne konumundaki şahıs zamirlerinin eksiltilen bir unsur olarak düşünülemeyeceği dolayısıyla bu tür cümlelerde bir özne eksiltisinden bahsedilemeyeceği görülmüştür.
Interview with Talip Apaydın, Upon the Village Institutes in Turkey. Published at Arkadaş, vol:1, Publication of Egitim Sen
ÖZET Edebiyatımızda daha çok romancılığıyla tanınan Abdülhak Şinasi Hisar, eleştiri yazıları da yazmıştır. Yazarın eleştirel deneme tarzına sokulabilecek bu yazılarında şiir, roman, hikâye gibi edebi türler hakkında geniş bilgiler bulmak mümkündür. Ayrıca o, dönemin dil ve üslup meselelerini, tercüme faaliyetlerini, basın yayın dünyasındaki gelişmeleri de yazılarına aktarmıştır. Yine Batı edebiyatının roman ve şiir sahasındaki çalışmalarını yakından takip etmiş bir yazar olarak, Batı edebiyatı ile ilgili görüşlerini de yazılarında dile getirmiştir. Bu makale ile Hisar'ın eleştirmen kimliği incelenecektir.
'Taraf Tutmak' Filmini Tahakküm ve Direniş Ekseninde Okumak, 2018
Bu çalışmada politik sinemanın en iyi örneklerinden biri olarak kabul edilen Taraf Tutmak (Stván Szabó, 2001) filmi tahakküm ve direniş ekseninde ele alınmıştır. Film, II. Dünya Savaşı sonrası Almanya'nın Nazilerden arındırılması sürecini ve bu süreçte Orkestra Şefi Dr. Furtwängler'in sorgulanışını konu edinmektedir. Şef Furtwängler'i sorgulamakla görevli olan Amerikalı Binbaşı Steve Arnold'un "Eğer bir ülke diktatörlükle yönetiliyorsa ve siz o ülkeyi terk etmiyorsanız, diktatöre destek olmuş sayılmaz mısınız?" düşüncesi ekseninde yer alan soruları, birer paradoks oluşturmakla birlikte, izleyiciyi de pasif konumdan aktif konuma geçirerek, tarafını seçmeye sevk etmektedir. Taraf Tutmak, 'politika ve sanat' ile 'Amerikan kültürü ve Alman kültürü' arasındaki farklılıkları öne çıkararak, bu ögelerin birbirleriyle ilişkilerindeki doğrudan veya dolaylı olarak gerçekleştirilen tahakkümün ve bu tahakküme karşı direnişin çok yönlü olarak işlendiği bir filmdir. Szabó'nun Yahudi kökenli bir yönetmen oluşu ve filmlerini bir özdüşünümsellikle işleyişi de göz önünde bulundurularak gerçekleştirilen bu çalışmada, nitel araştırma yöntemi ile film çözümlemesi tekniği kullanılarak analizler yapılmıştır.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.