Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
…
11 pages
1 file
ÖZET Bu yazıda dil ve kişilik ilişkisi; varlık, dil ve düşünce zemininde ele alınmıştır. İnsan kendi varlığını anlamlandırmak ve kendini anlatabilmek adına birtakım göstergeler sistemi kullanmak durumunda kalmıştır. Dil insan için en temel göstergedir. Bu gösterge işaret edilenin varlığı ile köprü kuran kelimelerin benzersiz gücü sayesinde varlığı belirten, varlığın bir parçası olan dildir. Bireyi temsil eden dil kendini söz olarak dışarıya açtığında alt zeminde gerçekleşen süreçlerin de, dil kadar önemli olduğu ve dilden ayrılamayacağını dikkatlerden kaçırmamak gerekir. Bu bağlamda dilden bahsedildiğinde beraberinde varlık sahibi olan özne, öznenin kendi dışavurumunu sağlayan dil ve dili eyleme geçiren düşünceden bahsetmek bir zorunluluk olmaktadır. Tüm bu süreçlerin beraber işleyişinin somutlaşmış hali kişilik olarak ortaya çıkmaktadır.
Dil, bir düşünme biçiminin dışa vurulduğu, o düşünme biçiminin somutlaştırıldığı, başka özneler için bir düşünme konusu haline getirildiği kültürel kalıptır. Bu bakımdan dil, bir düşünceyi ses ve yazıyla ifade eden bir form olduğu gibi, aynı zamanda mimikler, jestler, bazı davranış şekilleri de, bir düşüncenin ifadesi olduklarından dolayı, değişik bir tarzda dil olarak adlandırılabilirler. Ancak burada söz konusu olan dil, kavramsal düzeyde bir düşünmenin kavramlarla ifadesi olan dildir. Dil, mademki bir düşünme biçiminin ifadesidir ve her düşünce de bir şeyin düşüncesi ya da bir şeyin düşünülmesi olduğu için, dil hakkındaki her çalışma, bilhassa düşüncenin gerçekleştiği bir ontolojik zemini de dikkate almak zorundadır. Çünkü dil ile düşünce arasında uygunluk olduğu biçimindeki bir anlayış, ilk olarak Platon tarafından savunulmuş, günümüzde de bazı filozoflar tarafından yeniden gündeme getirilmiştir. Her düşünme de, muhakkak surette bir şeyin düşünülmesi olduğu için, varlık ile düşünme arasında, daha açıkçası, varlık ile doğru düşünme arasında bir ilişkinin olduğu da ilk olarak Parmanides tarafından savunulmuştur. Parmanides'e göre " Varlık vardır, yokluk yoktur. " Düşünmek, bir şeyi düşünmek olduğuna göre, ancak varolan düşünülebilir ve varolmayan düşünülemez. Düşünülen varolan ya da varolması mümkün olan bir şeydir. Varolması mümkün olmayanı, varolmayanı varolarak nitelemek, zihnin çelişkiye düşmesi anlamına gelir. Çünkü böyle bir durumda ortaya çıkan çelişki, yanlış düşündüğümün; varolmayanı, varolması mümkün olmayanı düşündüğümün bir ifadesidir. Parmanides 'in bu düşüncesini şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür; " Şu anda karşımda bir duvar bulunmaktadır " biçimindeki önermede, bir şey hakkında bir yargıda bulunulmuştur. Bu yargı, zihinde ben ve duvar arasında ilişki kurulduğunu bildirmektedir. Eğer bu yargı doğruysa, bu yargının temsil ettiği düşünce de doğru ya da doğru olması muhtemel bir düşünce olacaktır. Hakkında konuşulan şey varsa bu yargı doğru, hakkında konuşulan şey yoksa ya da onun varolması bile mümkün değilse yanlıştır. Bu örnekte, karşımda bir duvar bulunduğu söylenmektedir ve hakkında konuşulan ben – duvar ve ikisi arasındaki ilişki mevcut olduğu için bu yargı ve yargının ifadesi olan düşünce de doğru demektir. Şayet, şu anda karşımda bir duvar bulunmasaydı durum ne olacaktı? Sorun, duvarın şu anda karşımda bulunup bulunmamasından ziyade, duvarın karşımda bulunup bulunmamasının mümkün olup olmadığıdır. Çelişkili yani yanlış düşünmeye ilişkin olarak da şöyle bir örnek verilebilir. " Ayağımın altındaki halı uçmaktadır. " Bir düşüncenin ifadesi olan bu önermedeki yargı da yine bir şey üzerinedir. Ama yargı, yanlıştır. Çünkü ayağımın altındaki halı ve halının uçması hiçbir zaman bir arada bulunamazlar. Böyle bir ilişkinin varolması bile mümkün değildir. Burada, iki şey arasında varolmayan bir ilişki tasavvur edilmiştir. Varolmayan bir şeyin tasavvur edilmesi ise apaçık bir çelişkidir. Bu örnekler bize, düşüncenin sınırının varolanlar olduğunu göstermektedir. Çünkü düşünme fiili esnasında bir yönelim söz konusudur. Bu yönelim, zihinin düşünülene, kendisine düşünme objesi olarak aldığı şeye bir yönelimdir. Zihin, varolmayan bir şeye yönelebilir. Ancak, böyle bir yönelmenin ortaya çıkardığı düşüncenin doğru olup olmadığının garantisi yoktur. Bir bakıma, varlık ile düşünce arasında bir uygunluk olduğunu kabul eden bir anlayış, düşüncenin doğrulanabildiği takdirde doğru hatta anlamlı olduğu biçimindeki bir pozitivist varsayımdan hareket eder. * Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü.
VARLIĞIN İFŞA SÜRECİNE AÇILMAK (GELECEĞE AÇILMASI BEKLENEN KUŞKU ZAMANI İÇİNDE MEVCUDİYET) İNSAN, varolduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde yaşadığı dünyayı ve evreni tanımaya ve anlamaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuştur.
VERİ MADENCİLİĞİ, 2016
Bu çalışmada veri nedir, veri akış diyagramları ve veri akışı tabanlı veri madenciliği süreçleri görselleştirilmesi, veri madenciliği yöntemleri nelerdir, veri madenciliği yöntemlerinde hangi araçlar kullanılır konuları açıklanmıştır. Üç farklı tür veri akış tabanlı yazılım incelenmiş detaylı özellikleri karşılaştırılmıştır.
2021
ÖZET Bu çalışmamızda erken Hellen olarak adlandırma cesareti gösterdiğimiz dönemi; Homeros öncesinden başlayarak, Heseiodos ile çağdaşlarını kapsayan ve Pre-Sokratik 2 dönemin sonuna kadar olan zamanı sınırlamayı uygun gördük. Bu dönemlerdeki varlık görüşünün evrimine kısaca değinerek, varlıkta oluş ve bozuluş konusu üzerine kutuplaştığını düşünülen iki ekolü; Elealı Parmenides ile Ephosuslu Herakleitos özelinde tartışmaya çalışacağız. Çünkü bu görüşler felsefenin çağlar boyu gelişimine egemen olmuştur. Varlıkla oluş arasındaki karşıtlıktır bu. Bir grup oluşu inkâr ederken, diğer taraf oluşu tanrısallaştırmaktadır. Bizim de bu çalışmadaki görevimiz, birbirini değilleyen bu iki zıt görüşün temel argümanlarını ortaya koymaya çalışmaktır. Ancak hakikat bu iki filozofun gerçekten de birbirlerine tamamen zıt olduğu mudur? İşte bu görüşe şüpheyle yaklaşıyoruz. GİRİŞ Çocukluk çağının başı olarak adlandırdığımız eskilere göre, ışıklı hava (Diaus-Zeus), Güneş ve sıcaklıklar (Apollon), fırtına bulutu ve yıldırımlar (Pallas-Athena) tanrıların kendileri idi ve nasıl ki çocuk, etrafındaki büyülü aleme gözlerini çevirir ve pamuk kumaşından ayıcığını ya da tahtadan oyulmuş oyuncak atını tamamıyla canlı bir varlık sayarsa, bunun gibi erken çocukluk dönemindeki insanlık, tabiatı kendine benzer bir şekilde düşünmektedir. Derinleşmiş düşünürlerin veya kültür tarihçilerinin bu dönemi saf natüralizmle karşılaması oldukça isabetli bir görüştür. Bir de en baştan eklemek gerekir ki Hellenlerin ciddi bir güzellik takıntısı ya da başka bir tabirle estetik kaygısı vardı. Onların 1 Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğrencisi 2 Pre-sokratik ya da Sokrates Öncesi adlandırması elbette ki Hellenlerin çağında yapılmış bir adlandırma değildir. Biz bu ayrımı, J.A. Eberhard'ın ilk basımı 1788 yılında yapılan Allgemeine Geschichte der Philosophie adlı eserindeki 'Vorsokratische Vorlesungen' (Sokrates Öncesi Felsefe) başlığa borçluyuz. Jonathan Barnes bu konu hakkında: "Etiket iyi tutmuştur ve açıklığa kavuşturmak bir işe yaramayacaktır." diyerek bu adlandırmayı destekler. Bu adlandırmanın problemli yanı Anaksagoras, Parmenides ve Demokritos gibi filozofların Sokrates'le aynı çağda yaşıyor olmalarıdır. Elbette ki bu ayrım nitelik bakımından değerlidir.
sabah ülkesi sayı 63 04 | 2020 76 azı tasavvuf terimlerini incelemek ve onlar hakkında yazı yazmak, te-rimlerin kapsamları, etkileşim alanlarındaki genişlik ve bazen de teri-min hem negatif hem pozitif yoruma sahip olması gibi paradokslu yapısı dolayısıyla çok kolay değildir. Buna bir de tasavvufun bilgi ve varlık an-layışının iç içe geçmiş örgüsü de eklendiğinde durum epeyce karmaşıklaşır. Tasav-vuf kavramları arasında yer alan ve hicâb, nikāb, reyn, ğayn, ğitâ, sitr vb. kelimelerle de ifade edilen perde kavramını incelemek araştırmacıyı tam da böyle sorunlarla karşı karşıya bırakır. Zira bu kavram bir yönüyle tasavvuf psikolojisini ve dolayısıy-la bilgi teorisini ilgilendirirken diğer yönüyle tasavvuf metafiziği, teolojisi ve ahlak teorisiyle ilintilenmektedir. Bazen gizlenmesi ve korunması gereken bir şeyin ör-tüsü anlamında müspet kullanıma sahipken bazen de sâlikin matlûba erişmesine mani bir bariyer olur, geçilmesi ve açılması gerekir; bu bağlamda menfi bir açıdan yorumlanır. Bununla birlikte her nasıl kullanılırsa kullanılsın perde kavramının, hakiki bilginin talimle tahsil edilmeyip hatırlama yoluyla elde edildiği ve bunun da keşfle yani perdenin kaldırılmasıyla mümkün olduğu iddiasını benimseyen mistik bilgi ve varlık teorisini kabul eden tasavvuf için anahtar kavramlardan biri olduğu söylenebilir. Sufilerin perde ile ilgili görüşlerinin kaynağı büyük ölçüde dinî metinlerdir. Nite-kim Allah'ın nur ve zulmetten yetmiş bin perdesinin bulunduğu ve eğer bunlar keş-fedilecek/açılacak olsaydı subûhât-ı vechinin eriştiği her şeyi yakıp yok edeceği me-alindeki hadis, bu açıdan sufilere rehberlik eder. Bu hadisten hareketle sufiler kul ile Allah arasında çok sayıda perde olduğunu savunurlar. Kul, bu perdeleri aşıp Allah'a ermedikçe de gerçek anlamda marifetullah/mârifet-i nefs/mârifet-i âlem sahibi ola-maz. Bu çerçevede sufilerin görüşleri değerlendirildiğinde perdeleri marifete dair olanlar ve varlığa dair olanlar şeklinde iki ana gruba ayırmamız mümkündür. Marifete dair olan perdeler tasavvufun bilgi sistemiyle ilişkilidir ve olumlu ve olum-suz iki farklı kullanıma sahiptir. Zira sufiler onu hem mârifet-i nefs, mârifet-i Rabb ve mârifet-i âlem için bir engel, hem de bütün bunlar için bilginin kaynağı olacak Muhammed Bedirhan Kul ile Allah arasındaki engellerin en büyüğü nefs ve onun hevâsı kabul edilir. Hevânın esiri olan kişi de aramakta olduğu Hakk' a vuslattan perdelenir.
Vergi hukukunun belge (yazılılık) esasına dayanması sebebiyle gerçek ve tüzel kişilerin vergilendirme ile ilgili yapmış oldukları işlemlerle alakalı olarak Vergi Usul Kanunu'nun belirlemiş olduğu kural ve esaslar çerçevesinde belge düzenlemeleri veya belge almaları zorunludur. Belge düzenine uymanın en önemli sonucu yapılan işlemlerin ispatlamaları açısındandır. İspat, bir olayın ya da işlemin varlığı ya da yokluğu üzerine idare nezdinde ya da hakimler nezdinde bir kanaat sağlayabilme faaliyetidir. İspatın konusunu vergiyi doğuran olay oluşturur. Bu çalışmamızda vergi hukukunda ispat ve ispatın önemine değindikten sonra ispat yükünün dağılımı ve hangi hallerde ters çevrildiği açıklanacaktır. Daha sonra karinelerin ispat yüküne etkisi konusunda açıklamalar yapılacak ve son olarak da ispat aracı olarak kullanılacak deliller ve bunların özelliklerinden bahsedilecektir. Anahtar Kelimeler:İspat, ispat yükü, karineler, delil, delil türleri PROOF AND EVIDENCE IN TAX LAW ABSTRACT Both natural and legal persons are have to prepare and take documents for tax purposes because of the rule that tax law is document based law. The primary importance of these document is to verify tax related transactions. Proof is an act to persuade tax administration/judge for existing or nonexisting of any stiuation. Taxable event constitutes the main scope of proof.
madde ikinci bir medde içersinde molekülleri veya iyonları halinde dağıtıldığında meydana gelen karışıma çözelti adı verilir. İyonları veya molekülleri halinde dağılan maddeye çözünen madde, maddeyi çözen ikinci maddeye de çözücü adı verilir. Çözeltideki çözünmüş olan maddenin miktarını belirtmek için konsantrasyon terimi kullanılır. Biz konsantrasyonun üç çeşit birimini inceleyeceğiz: 1-Yüzde konsantrasyon 2-Molarite 3-Normalite 1-Yüzde Konsantrasyon Ağırlıkça ve hacimce olmak üzere ikiye ayrılır. a) Agırlıkça Yüzde Konsantrasyon: 100 gram çözeltide bulunan madde miktarıdır. Deney: 100g, ağırlıkça %5'lik NACl çözeltisi hazırlayınız. Bu demektir ki 100g çözeltinin 5g'ı NaCl 95g'ı sudur. Buna göre bir kap içersine (beher, erlen, balon joje) 5g NaCl tartılır, üzerine 95g saf su (veya 95ml suyun yoğunluğu d=1g/cm 3 ) ilave edilip karıştırılır. b) Hacimce Yüzde Konsantrasyon: 100ml çözeltide çözünmüş olan maddenin ml sayısıdır.
2018
Bu çalışma, veri görselleştirmesinin temsiller (tasarılar) oluşturabilmesinin mantıksal yapıya sahip olmasından ileri geldiğini iddia eder. Böylece pratik bir temsil (tasarım) sistemi olan veri görselleştirmesinden hareketle pratikte işleyen tüm temsil (tasarım) sistemlerinin mantıksal yapıda olduğunu öne sürer. Bu bağlamda mantıksal bir yapıya sahip olmanın, temsilin (tasarımın) gerçekleşmesinin zorunluluğu (doğası) olduğunu göstermeyi amaçlar. Bu amaç doğrultusunda çalışmada ilkin; bir tanım araştırması bağlamında veri görselleştirmesinin işleyişinin mantıksal yapısına, yine ilgili alan örneklemeleri üzerinden ulaşılmaktadır. Ardından, veri görselleştirmesinin pratikte işlevsel olmasını sağlayan bu yapısının, yani mantığın; en genelde tasarımın yeter-neden koşulu olduğu, ilgili felsefi alanların da çözümlemeleriyle ortaya konmaktadır. Böylece analitik felsefe bağlamında tasarımın dil olduğu ve mantığın işleyişinin göstereni olarak kabul edilmesi gerektiği gösterilmektedir. Anahtar Kelimeler: Veri Görselleştirmesi, Tasarım, Temsil, Analitik Felsefe, Dil, Mantık ----------- This thesis, argues that data visualization’s being able to create representations is because it has a logical structure. Thus this thesis, through data visualization which has a representation system, states that every representation system that is practically operating has a logical structure. In this sense, this thesis aims to demonstrate that representations’ occuring requires (by nature) a logical structure. In accordance with this aim, firstly, in a sense of research for definition, data visualization’s operation with a logical structure, is again understood by the examples of the related field. Subsquent to that, data visualization’s structure (logic) that makes it practically operative is, in the most general sense, a condition of sufficiency-cause of, is demonstrated through the analyses of the related fields of philosophy. Thus in the sense of analytical philosophy, this thesis shows that representation should be accepted as language and the demonstrator of the operation of logic. Keywords: Data Visualization, Design, Representation, Analytical Philosophy, Language, Logic
Vekâlet sözleşmesi, güven unsurunun en baskın olduğu sözleşme türüdür. Vekâlet ilişkisinin bu yapısından dolayı, vekâlet veren vekilden, işini özenle ve sadakatle yerine getirmesini talep eder. Vekil sözleşmede böyle bir maddenin olmadığından bahisle özen borcunun olmadığını iddia edemez. Vekil vekâlet verenin bir işini görürken ya da bir işlemini yaparken özenle hareket etmek durumundadır. Vekilin bu sorumluluğunun hukukî niteliği ile ilgili doktrinde farklı görüşler mevcuttur. Bu görüşlerden, vekilin genel bir yükümünü oluşturan yan yüküm niteliğindeki sadakat yükümünün, vekâletin görülmesinin somutlaşmış hâli olarak nitelendiren görüş kanaatimizce daha ağır basmaktadır. Çünkü kanunun düzenleniş şeklinden sadakat ve özen sorumluluğunun beraber ve aynı konumda değerlendirilmesi gerektiği sonucu çıkmaktadır. Son düzenlemelerle birlikte, özellikle kanun veya yetkili makamın izniyle mesleki faaliyetini yürüten vekiller, hafif kusurlarından bile sorumsuzluk anlaşması yapamayacaklardır. Böyle bir anlaşma yapılmış olsa bile geçersiz sayılacaktır.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.
International Journal of Art and Art Education, 2023
Turkish Studies Language and Literature, 2019
Hilal Sarıbaş, 2023
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ, 2017
MAHMUD DERVİŞ -KELİMELERDEN BİR VATAN-
ŞİDDET VE SOSYAL TRAVMALAR-HEGEM YAYINLARI – ANKARA, 2018
VEFATININ 100. YILINDA ÖMER SEYFETTİN’E ARMAĞAN, 2020
Kuram ve Uygulamada Sosyal Bilimler Dergisi, 2018
DİLİN BİR SAVAŞ SEBEBİ OLMASI: RUSYA ÖRNEĞİ, 2022