Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
Edebiyat tarihimizde şiirleri en fazla şerhedilen şâirlerin başında Niyâzî-i Mısrî gelmektedir. Mısrî’nin tekke şiiri mahsûlü olan şiirleri üzerine yazılan şerhlerden birisi de on sekizinci asır mutasavvıf şairlerinden olan Mustafa Azbî’ye aittir. Azbî, Niyâzî-i Mısrî’nin Rodos sürgününde yolda yanına görevli olarak verilen saray çavuşudur. Ancak Azbî Mustafa Çavuş, Niyâzî-i Mısrî’nin manevî hasletlerinden etkilenerek görevinden istifa etmiş, ona intisâb ederek dervîşi olmuş ve yirmi yıla yakın bir süre hizmetinde kalmıştır Azbî’nin Dîvân’ı ve Dîvân-ı Tahmîs-i Niyâzî-i Mısrî isimli eserlerinin dışında, bir de makalemize konu olan Şerh-i Gazel-i Mısrî adlı eseri bulunmaktadır. Şerh-i Gazel-i Mısrî’nin tespit edebildiğimiz tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmut Efendi Koleksiyonu, 3056 numarada kayıtlıdır. Hem şâiri hem de şârihi mutasavvıf olan şerhler kategorisinde değerlendirilebilecek olan bu eserde Mustafa Azbî, Niyâzî-i Mısrî’nin “içre” redifli yedi beyitlik bir gazelini açıklamıştır. Eser, kırk üç varaktan müteşekkildir. Bu makalede Azbî’nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiş; eserin nüsha tavsîfi, müstensihi, muhtevası, metot ve anlatım teknikleri değerlendirildikten sorna transkripsiyonlu metni verilmiştir. Vahdet-i vücûd nazariyesinden tasavvufun temel mevzûlarını - beyitlerin anlam alanı içerisinde- muhtasar bir şekilde ele alan şârih, sâlikin insan-ı kâmil olma yolunda gerçekleştirdiği mânevî yolculuğu bazı temsiller ve hikâyeler eşliğinde ele almıştır. Eser, remizler kullanılarak alegorik bir üslupta yazılmış, tasavvufî derinliği olan bir şerhtir.
Paradigma Akademi, 2021
Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinin ardından İslamiyet’in yaygınlaşmasında Ahmet Yesevi ile başlayan ve Anadolu’da Yunus Emre ile devam eden Türk sufilerinin payı oldukça büyüktür. Aynı zamanda şiir erbabı olan bu kişilerin de tesiri ile Anadolu’da ozanlık geleneği İslamiyet ile birlikte hak aşığı anlamına gelen âşık adına dönüşmüştür. Anadolu’daki bu değişim ve dönüşümün tesiri ile dini-tasavvufi Türk edebiyatı hem divan edebiyatı hem de halk edebiyatı içerisinde gelişimini sürdürmüştür. Türk İslam kültürünün yetiştirdiği mutasavvıflardan biri olan Niyazi Mısrî de gerek divan edebiyatının içinde gerekse halk edebiyatının içinde değerlendirilen edebiyatımızın önemli isimlerinden biridir. Bu zamana kadar gerek Niyazi Mısrî’nin gerekse diğer mutasavvıfların şiirleri üzerine yapılan çalışmalarda ise çoğunlukla şerh yönteminin kullanıldığı görülmektedir. Bizler bu bildirimizde geleneksel yöntemlerin yanında farklı yöntemlerin de kullanılabileceğinden hareketle Niyazi Mısrî’nin Bihaber redifli şiirini metin dilbilimsel yaklaşımla incelemeye çalışacağız. Bu amaçla bağdaşıklık ve tutarlılık başlıkları altında çalışmamızı yürüteceğiz. Böylece şiirin görünen kısmının yanında derin yapısının da anlaşılması hedeflenmektedir. Bağdaşıklık ilişkileri bakımından ise okuyucunun şiiri bir bütün hâlinde algılamasına katkı sağlayacak yapılar incelenecek ayrıca şiiri vücuda getiren birbirinden farklı seviyedeki birimler arasındaki tutarlılık ilişkisi değerlendirilecektir.
Türk tasavvuf şiirinin Yunus Emre'den sonra en büyük temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Niyâzî-i Mısrî, 1618'de Malatya'nın Soğanlı Köyü'nde doğmuş ve 1694 yılında Limni Adası'nda Hakk'a yürümüştür. Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin Malatya'da başlamış olan eğitim hayatı, Irak ve Mısır dâhil olmak üzere geniş bir coğrafyayı kapsamıştır. Hakeza tasavvufi hayatı da Halvetilikten Kadiriliğe kadar birden çok tasavvufi zümrelere intisap etmesiyle şekillenmiştir. Tasavvuf eğitiminin bir bölümünü Mısır'da almış olması nedeniylede "Mısrî" mahlasıyla anılmıştır. Tasavvufi görüşleriyle yaşadığı çağı aşabilmiş bir mutasavvıf olan Mısrî Hazretleri, Osmanlı Devleti'nin idarecilerinin de dikkatlerini kendi üstünde toplayabilmiştir. Ancak bunun pekte olumlu neticeler doğurmadığını, Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin sürgünlerde geçen yıllarından anlayabiliyoruz. O, övgüyle bahsettiği ve uğrunda sürgünler gördüğü Hz. Muhammed (s.a.v.)'e ve O'nun kutlu Ehl-i Beyt'ine "aşk" ve "sıdk" ile bağlanmayı terk etmemiştir. İşte bu çalışma, İrfân Sofraları'nın da sahibi Hz. Pir Niyâzî-i Mısrî'nin gönül dünyasından Ehl-i Beyt'e duyduğu "muhabbet"ten damlaları ve tasavvuf sofrasından lokmaları bilimsel zemine taşımayı amaç edinmektedir.
Uluslararası İbnü’l Arabi Sempozyumu İnsanlığın Hakikat Arayışı ve İbnü’l Arabi, 2018
İslam tarihinin teşekkül sürecinden günümüze değin dinî, iktisadî ve ilmî muvacehelerle öne çıkmış şehirler vardır. Şehirleşmeler Hicaz coğrafyasında Medine ile başlamış, Müslümanların Akdeniz havzasına inmesiyle birlikte Irak’ta Bağdat, Şam, Basra; Mısır’da Kahire, Fustat; Endülüs’te Zehra, İşbiliye, Tuleytula (Toledo) ve Anadolu’da Konya, Kayseri ve İstanbul gibi şehirlerle İslam düşüncesi Ortaçağ dünyasına yayılmıştır. Nitekim Malatya da bu zengin atmosfere katkı sağlayan şehirlerden biridir. İbnü’l-Arabi, Sadreddin Konevî, Niyazî-i Mısrî gibi birçok mutasavvıfa ev sahipliği yapmıştır. Şüphesiz oluşan bu tasavvufî hava gerek şehre gerekse şehrin sakinlerine sirayet etmiştir. Tebliğimizde aynı zamanı paylaşmasalar da aynı şehri ve metafiziksel zemini paylaşan İbnü’l-Arabî’nin Niyazî-i Mısrî üzerindeki etkisi üzerinde duracağız. Muhyiddin İbnü’l-Arabî (638/1240) Endülüs’te doğmuş, doğduğu yerde durmayıp birçok beldeye seyahatte bulunmuştur. İsmi gibi gittiği yerleri diriltmiştir. Bu coğrafyalar arasında Malatya sayılı bir yer tutmaktadır. Malatya’nın irfanî geleneğinin müessisi denilse yeridir. İbnü’l-Arabî etkisi asırlar boyu devam etmiş, birçok kişinin düşünce dünyasına nüfuz etmiştir. Bunlardan biri de Malatya’da doğup Diyarbakır, Mardin, Mısır, Bursa, İstanbul ve birçok Arap ve Rum diyarını gezip nihayet bugün sınırları Yunanistan’da olan Limni’de sürgündeyken 1105/1694 yılında vefat eden Niyazî-i Mısrî’dir. Her iki mutasavvıfın da birer ilim ve irfan ummânı olmaları hasebiyle bu etkiyi Niyazî-i Mısrî’nin Risâle-i Vahdet-i Vücûd adlı eseri ile sınırlandıracağız. Eser ismiyle müsemma olup vahdet-i vücuda dair bilgileri ihtiva etmektedir. Niyazî-i Mısrî, İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirmiş olduğu vahdet-i vücûd nazariyesi üzerinde durmuş birçok ayeti ve hadisi bu düşünce ile tefsir edip açıklamıştır. Bunun yanında başta kendi şiirleri olmak üzere Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Nesîmî, Mevlânâ Hüdavendigâr gibi mutasavvıf şarihlerin Farsça ve Türkçe şiirleriyle sözü geçen ayet ve hadislere yapmış olduğu tefsirlerin etkisini pekiştirmiştir. Özellikle İbnü’l-Arabî’nin sıfat nazariyesini ele alan yazar özelde insanı genelde bütün âlemleri bu sıfatların tecellileri olarak işlemiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2022
Osman Ezici
Bu çalışma, Yusuf Ziyaeddin Ersal’in Nüvvâb’da okutulan İslâm tarihi dersleri için Osmanlı Türkçesiyle yazdığı ve Şumnu’da 1932’de basılan Tarih-i İslâm adlı eserinin detaylı tahlilini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Çalışma temelde iki bölüm olup birinci bölümde Yusuf Ziyaeddin’in doğumu, ailesi, eğitim hayatı, üstlendiği ilmî ve idari görevler ile Bulgaristan’daki faaliyetlerine ait bilgilere yer verilmektedir. İkinci bölümde ise Tarih-i İslâm adlı eser detaylı olarak tahlil edilmektedir. Bu eser, İslâm tarihinin muteber kaynaklardan faydalanılarak telif edilmiştir. Ders kitabı olmak üzere yazılan eserde konular ana hatlarıyla ve kronolojik sırayla yer almıştır. Yusuf Ziyaeddin, girişte klasik İslâm tarihi kaynaklarına benzer tarzda ama kendine has üslubuyla önce insan ve evrenin yaratılışından başlayarak Arabistan yarımadasının tarihini anlatmıştır. Sonrasında Câhiliye Arapları ve bölgedeki büyük İmparatorluklardan Roma ve Sâsânîler’in ahvaline kısaca değinmiştir. Sonrasında ise Hz. Peygamber’in (s) doğumundan vefatına kadar siyeri kendi düşünce ve açıklamalarıyla anlatmıştır. Devamında Hulefâ-i Râşidîn dönemini ve Emevîler’i yıkılışına kadar geçen süre zarfındaki tarihi hâdiseleri kronolojiye bağlı kalarak ele almıştır. Tüm bunların yanında o, öğrencileri bulundukları toplumunda karşılaşabilecekleri meselelere cevap verebilecek bir yetkinlikte olmalarına yönelik açıklamalarıyla kitaba kendi özgünlüğünü katmıştır. Günümüze kadar herhangi bir akademik çalışmanın yapılmadığı bu önemli eserin etraflıca ele alınmasıyla; Medresetü’n-Nüvvâb’da tarih bilincinin oluşmasının anlaşılması ve Yusuf Ziyaeddin’in tarih ve siyer algısının ortaya çıkarılması yönüyle alana katkılar sunması hedeflenmektedir. Anahtar Kelimeler: Yusuf Ziyaeddin Ersal, Bulgaristan, Medresetü’n-Nüvvâb, İslâm Tarihi, Hz. Muhammed, Râşid Halifeler, Emevîler.
Nîsâbûrî'nin (Sa'lebi) Kisas-ı Enbiyâ'sinda Mi'rac Konulu Minyatürler", 2020
THE ILLUSTRATIONS OF MIRAJ (ASCENSION) IN NÎSÂBÛRÎ’S (SA’LEBİ) KISAS-I ENBİYÂ MANUSCRIPTS Seçil SEVER DEMİR, Filiz ADIGÜZEL TOPRAK Abstract In this paper, five different illustrations with the theme of ‘Prophet Muhammed’s Miraj (Ascension)’ found in two illustrated copies of Nîsâbûrî's literary work titled Kısas-ı Enbiyâ dated 16th century, are examined in terms of composition and figures. Two of these illustrations are included in the Kısas-ı Enbiyâ, produced in Shiraz in the second half of the 16th century, registered in the 'Diez A fol.3' collection of Staatsbibliothek zu Berlin (Berlin State Library). The other three illustrations are included in the Kısas-ı Enbiyâ, produced in Kazvin between 1570-1580, registered in the ‘Keir3’ collection of the Dallas Museum of Art (Dallas Art Museum). In the Islamic tradition, the ‘Miraj’ (Ascension) narrates the journey of Muhammad from Mecca to Jerusalem and from there to the skies. In Islamic book arts, manuscripts with Miraj depictions produced between the 15th and 19th centuries show that Miraj is a popular and accepted subject. In the illustrations examined within the scope of this study, the same composition setup was followed. Due to the subject of Miraj, the common figures seen in illustrations are Muhammed, Burak, Gabriel and other angels. These figures, which are defined as ‘Heavenly Servant Angels’ in the text of Kısas-ı Enbiyâ, can be classified as the ones carrying incense burners; carrying the bowl of light filled with fire; carrying the beverage bowls offered to Muhammad and the ones that prostrate and carry the Quran page. Accordingly, each figure is evaluated in terms of its place in the composition, features of form and style; comparisons are made about the common and different aspects of the figures. In addition, the figures are drawn individually, independent of the composition, in order to present a detailed analysis of their form. The aim of this paper is to investigate the formal features of figures and other visual elements in the depiction of the ‘Mi'raj’ and to evaluate the contribution of visual expression to cultural and symbolic repertoire through illustrations.
Bu makalede XVI. yüzyıl ulemasından, Şehzade Mehmed’in (III. Mehmed) hocası Azmî Pîr Mehmed’in Rüstem Paşa Medresesi’nden azledildikten sonra III. Murad için Hâfız-ı Şîrâzî’nin “garîb” redifli gazeline yazdığı Farsça şerh ele alınmıştır. XVI. yüzyıl ulema arası ilişkilerin beşik uleması sistemi ile başlayarak saray çevresinin atamalarda etkili olduğu bir dönemdir. Ebüssuûd Efendi, Hoca Sâdeddin Efendi, Bostanzâde Mehmed Efendi, Çivizâde ve Malûlzâde bu dönemin önde gelen uleması olarak birçok atamada başat rol oynamış hatta özellikle Sâdeddin Efendi ulemanın başında yer alarak çoğu atamayı kendisi yapmıştır. Bu sebeple bahsi geçen ulemayla irtibat kuramayan daha alt kademedeki âlimler ise yaşadıkları sıkıntıları yazdıkları şiirler ve risalelerle sultana yahut şehzadelere ulaştırmaya çalışmışlardır. Kısa bir süre şehzade hocalığı yapan Azmî de bu kişilerden biridir. Şerhin ferağ kaydına göre İstanbul Rüstem Paşa Medresesi’nde görevli iken azledilen Azmî, sultanın tasavvufa olan ilgisini bildiği için kendi hâlini en iyi şekilde anlatabilmek adına Hâfız’ın garîb redifli gazelini şerh etmiştir. Tamamen tasavvufî kavramların ve lügatlerin yer aldığı bu risalenin sonuna iki Türkçe gazel daha eklenmiştir. Yazıda ilk önce Hâfız-ı Şîrâzî’nin Osmanlı şiiri ve şerh edebiyatı üzerindeki etkisine değinilmiş, ardından Azmî’nin hayatı ve eserleri incelenmiştir. Bu kısımdan sonra Farsça şerh metni incelenerek tercüme edilmiş, devamında ise risaledeki Türkçe iki şiir de incelemeye dâhil edilmiştir.
BAİD Balıkesir İlahiyat Dergisi - Balıkesir Theology Journal, 2021
İslâmî Türk Edebiyatı'nın 17. yüzyıldaki temsilcilerinden mutasavvıf şair Niyâzî-i Mısrî (ö. 1105/1694) eserlerinde ilâhî aşkı yoğun bir şekilde işlemiştir. Birçok eserinin yanında özellikle Dîvân'ındaki pek çok şiirde ilâhî aşk, ana temayı oluşturur. Tasavvufa girişinden itibaren seyr ü sülûku boyunca kendisindeki hâller eserlerine yansımıştır. Niyâzî-i Mısrî, seyr ü sülûkunun başlangıç dönemlerinde söylendiğini belirtmek üzere Dîvân'ında 19 adet şiirine "Fî Evâili's-Sülûk" kaydı düşmüştür. Bu çalışmada "Fî Evâili's-Sülûk" kayıtlı gazeller incelenmeye çalışılmıştır. Seyr ü sülûkunun ilk dönemlerinde ilâhî aşkın bir sufi olarak kendisinde oluşturduğu hâller, şiirleri üzerinden açıklanmak istenmiştir. Bu kayıttaki gazeller sınıflandırmaya tâbi tutulmuş ve âşığın hâllerini işleyen beş gazel belirlenmiştir. Âşığın hâllerini konu edinen 47, 50, 51, 117 ve 184 numaralı gazeller başta olmak üzere "Fî Evâili's-Sülûk" kayıtlı diğer gazellerden de örnekler incelenmiştir. Gazellerin açıklaması yapılırken transkripsiyonlu metni ve günümüz Türkçesine çevrilmiş hâli birlikte verilmiştir. Gazeller konu bağlamında izah edilirken, metnin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için şiirde geçen tasavvufî kavram ve mazmunların açıklamasına gidilmiştir. Âşığın hâllerini 13 başlık altında incelemeye çalıştığımız bu makalede ele alınan konuyu desteklemek için başta Niyâzî-i Mısrî'nin Dîvân'ı ve diğer eserleri olmak üzere belli başlı diğer sufi şairlerin eserlerinden de yararlanılmıştır. Aynı zamanda şiirlerin dinî içerikli metinler olması hasebiyle Niyâzî-i Mısrî'nin atıf yaptığı âyet ve hadislere de gerekli yerlerde başvurulmuştur.
Journal of Turkish Studies, 2016
Edebiyat tarihimizde şiirleri en fazla şerhedilen şâirlerin başında Niyâzî-i Mısrî gelmektedir. Mısrî'nin tekke şiiri mahsûlü olan şiirleri üzerine yazılan şerhlerden birisi de on sekizinci asır mutasavvıf şairlerinden olan Mustafa Azbî'ye aittir. Azbî, Niyâzî-i Mısrî'nin Rodos sürgününde yolda yanına görevli olarak verilen saray çavuşudur. Ancak Azbî Mustafa Çavuş, Niyâzî-i Mısrî'nin manevî hasletlerinden etkilenerek görevinden istifa etmiş, ona intisâb ederek dervîşi olmuş ve yirmi yıla yakın bir süre hizmetinde kalmıştır Azbî'nin Dîvân'ı ve Dîvân-ı Tahmîs-i Niyâzî-i Mısrî isimli eserlerinin dışında, bir de makalemize konu olan Şerh-i Gazel-i Mısrî adlı eseri bulunmaktadır. Şerh-i Gazel-i Mısrî'nin tespit edebildiğimiz tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmut Efendi Koleksiyonu, 3056 numarada kayıtlıdır. Hem şâiri hem de şârihi mutasavvıf olan şerhler kategorisinde değerlendirilebilecek olan bu eserde Mustafa Azbî, Niyâzî-i Mısrî'nin "içre" redifli yedi beyitlik bir gazelini açıklamıştır. Eser, kırk üç varaktan müteşekkildir. Bu makalede Azbî'nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiş; eserin nüsha tavsîfi, müstensihi, muhtevası, metot ve anlatım teknikleri değerlendirildikten sorna transkripsiyonlu metni verilmiştir. Vahdet-i vücûd nazariyesinden tasavvufun temel mevzûlarınıbeyitlerin anlam alanı içerisinde-muhtasar bir şekilde ele alan şârih, sâlikin insan-ı kâmil olma yolunda gerçekleştirdiği mânevî yolculuğu bazı temsiller ve hikâyeler eşliğinde ele almıştır. Eser, remizler kullanılarak alegorik bir üslupta yazılmış, tasavvufî derinliği olan bir şerhtir.
Türklerin Anadolu macerası başladıktan sonra yaklaşık on asırdır bu coğrafyada bir arada yaşayan müslüman Türk ve hristiyan Ermeni halkları, diğer etnik ve dinî unsurlarla birlikte, bu coğrafyanın ortak kültürünü oluşturmuşlardır. Âşık edebiyatı dâiresinde yüzlerce Ermeni aşuğ kendi dillerinin yanında, ortak yaşamın bir getirisi olarak hâkim unsur Türklerin dilinde de gerek kendi isimleriyle gerekse geleneğe uygun olarak edindikleri Türkçe mahlâslarla bu sözlü edebî kültüre önemli katkılar sağlamışlardır (Türkmen 1992).
Bu çalışmada, Nûrî adlı/ mahlaslı biri tarafından manzum olarak yazılmış, 1308/1891 yılında taşbaskısı yapılmış 24 sayfalık Manzûme-i Âdâb-ı Zikr adlı eserin tanıtımı, incelenmesi ve metnin transkripsiyonlu aktarımı yapılmıştır. Edirneli Mehmed Nûrî’ye ait olabileceğini düşündüğümüz “Manzûme-i Âdâb-ı Zikr” adlı eser; iki manzum risaleden meydana gelmektedir. Eserin sonunda yedi beyitlik bir Na’t-ı Şerif ve Hatm-ı Hâce duası da yer almaktadır. İlk risale; “Haza er-Risâletü’l-Manzûme Fî Âdâbi‘z-Zikri‘n-Nakşibendiyyi‘l-Hâlidî” başlıklı 160 beyitlik bir mesnevidir. Bu mesnevi, Hâlid-i Bagdâdî’nin “Risâle Fî Âdâbi’zZikr”inde yer alan, zikirde gerekli yirmi adabı açıklayan manzum bir Türkçe tercümedir. Nasihat-nâme türündeki ikinci risale; 92 beyitlik “Haza Risâletü‘lManzûme Fî Hakkı‘n-Nasîha ve Musâbabetü’l-İhvân” başlıklı bir kaside olup, tarikat ehlinin kendi içerisinde ve toplum içinde dikkat etmesi gereken hususları, bazı uyarı ve öğütleri ihtiva etmektedir. İSAM Osmanlıca Risaleler Veri Tabanı’nda kayıtlı olan bu eserin tanıtılıp gün yüzüne çıkarılması, bu alanda yapılacak olan yeni çalışmalara katkı sağlayacaktır.
Kalemâne, 2022
Çalışmanın konusu Nâbî’nin duygu ve düşünce dünyasında Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin konumunu ve değerini tespit etmektir. Bu tespit çalışması, sadece Nâbî Dîvânı’nda İbnü’l-Arabî hakkında yazılmış kaside ile sınırlı tutulmuştur. Makalenin kapsamı kaside ile sınırlı olmakla birlikte kasidenin haricinde Nâbi’ye ait bazı kaynaklara da müracaat edilmiştir. Yöntem olarak klasik metin şerhi geleneğinde yer alan, müellif, dönemin dil ve ima özellikleri, konu edilen kişinin kendi düşünce ve duygu dünyası, ima ve işaretlerin bağlamı dikkate alınmıştır. Okur merkezli denebilecek yorumdan kaçınılmış, mezkûr iki kişinin de düşünce bütünlüğü gözden kaçırılmamaya çalışılmıştır. Aynı kaside üzerine yapılan çalışmalar incelenmiş; tespit edilen çalışmaların kapsam, yöntem ve inceleme konusundaki eksikleri dikkate alarak özgün bir inceleme yapılmaya çalışılmıştır. Kasidenin dil içi çevirisi yapılmış ve her bir beyit kendi içinde şerh edilmiştir. Çalışma sonucunda Osmanlı duygu ve düşünce dünyasının önemli bir figürü olan Nâbî’nin nezdinde İbnü’l-Arabî’nin yeri tespit edilmiş ve Nâbî’deki yansımaları ortaya konmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Klasik Osmanlı Şiiri, Tasavvuf, Nâbi, İbnü’l-Arabî
Fuzulî 16. yüzyılda "namaz kılma!" diyor; bir yüzyıl sonra Niyazi Mısrî de ona cevap veriyor: "Fodulluk yapma!Namaz kıl!" Tanpınar, eski insanların birbirine bağlılığını anlatırken şöyle diyor: “O kadar ki on sekizinci asırda yaşayan Kul Hasan Dede, On beşinci asırda yaşamış olan Eşrefoğlu ile, sanki aynı şehirde ve aynı tekkede imiş gibi kavga edebiliyorlar, duygu ve hayat görüşü itibariyle o kadar başka türlü olan Nedim, Fuzûlî’nin bir mısraıyla kendi sansüalitesini anlatıyor, birbiri arkasından gelen nesiller, Hallac’ın haksız yere dökülmüş kanını dava ediyordu.” Sonunda Tanpınar diyor ki “İşte Tanzimat’tan sonraki senelerde kaybettiğimiz şey bu devam ve bütünlük fikridir.” Tanpınar'ın bu sözlerinin neyi işaret ettiğini merak edenler için kaleme alınmış bir inceleme.
Neşâtî'nin "Neyler" Redifli Gazelini Şerh Denemesi, Klâsik Türk Edebiyatı Yazıları (Mecmû’a Tasnifi, Gazel Şerhi, Küçürek Hikâye, Mesnevî Şerhi Sözlüğü, Münşe’ât Mecmû’aları), IKSAD Publishing House, New York, 2018, ss. 42-78., 2018
Prof. Dr. Tunca Kortantamer’e göre metin şerhi, “Bir metni, daha iyi anlaşılsın diye, o metni başkalarından daha iyi anladığı kanaatinde olan kişiler tarafından açıklanması”dır. (Kılıç, 2007: 416’dan naklen Kortantamer, 1994: 1-10) Bu tanımdan hareket edersek demek ki bazı metinlerin anlaşılması için onların açıklanmaya, izâh edilmeye ihtiyacı vardır. Günümüzde edebi metinler açısından klâsik Türk edebiyatına ait birçok metnin bu kültürden yavaş yavaş uzaklaşan insanımıza açıklanmasına daha çok gerek vardır. Çünkü günümüz insanı, gerek dil olarak gerekse sanat anlayışı ve hayal dünyası açısından klâsik edebiyatımıza ait metinleri anlamadığını -bu metinleri anlamak açısından bir gayreti olmadığı hâlde- yaygın olarak dile getirmektedir. Klâsik edebiyatımıza ait metinlerde anlamın giriftliği ve yoğunluğu Sebk-i Hindî üslûbu üzere yazılan gazellerde özellikle fazladır. Çünkü bu üslûbun temel nitelikleri belâgat ve fesahat kurallarından uzaklaşmadan yeni, orijinal ve girift mazmunlar, ince hayaller, anlam kapalılığı ve yoğunluğu, tasavvufî düşüncenin çokça kullanımı olarak sıralanabilir. Onedenle bu kapalı, girift ve yoğun anlamı açıklamaya, şerh etmeye daha ziyâde ihtiyaç vardır. Biz bu yazımızda Sebk-i Hindî üslûbunun güçlü temsilcilerinden 17. yüzyılın en önemli şairlerinden Neşâtî’nin bir gazelini, dilimiz döndüğü kadar, geleneksel şerh yöntemiyle açıklamaya çalışacağız. Öncelikle ifade edelim ki bir metnin anlaşılması ve yorumlanması kişiden kişiye değişebilen, şahsa özgü bir husustur. Bu durum, tabiî ki, kimseye, geleneğin, gelenekleşmiş şiir kültürünün dışına çıkıp istediğini söyleyebilme hakkı vermez. Ancak bu alanda herkes, ilminin genişliği ölçüsünde söz söyleyebilir ya da şiiri ilminin genişliği oranında anlayıp yorumlayabilir. İşte biz bu yazımızda, anladığımızı zannettiğimiz kadarıyla, Neşâtî’nin “neyler” redifli gazelini, klâsik Türk şiir kültürü ve Sebk-i Hindî üslûbu çerçevesinde açıklamaya çalışacağız.
Bu çalışmada Türk edebiyatında türüne ve konusuna çok fazla rastlanılmayan mensur bir mersiyenin tanıtımı yapılacaktır. Söz konusu Sünûsî-i Asgar adlı mensur mersiye, meşhur Ziver Paşa’nın oğlu Yusuf Bahâeddin tarafından küçük yaşta ölen torunu için yazılmıştır. Eser, torununun ölüm tarihi olan 1329/1914 yılında kaleme alınmış ve bir yıl sonra da Matbaa-i Osmaniye’de bastırılmıştır. 14 sayfalık bu eserin son kısmında, çaprazlama nazım şekliyle yazılmış yedi dörtlükten oluşan manzum bir mersiye de kayıtlıdır. Eserdeki ifadelerden anlaşıldığına göre; Sünûsî, Yusuf Bahâeddin’in kızının çocuğudur ve iki yahut üç yaşında iken ağır bir soğuk algınlığı neticesinde hastalanarak vefat etmiştir. Yusuf Bahâeddin’in sade, anlaşılır ve samimi bir dille çektiği ıztırabı dile getiren bu mensur mersiye, Âkif Paşa’nın torunu için yazdığı mersiyeden sonra yazılmış bu sahadaki ikinci mersiye olması yönüyle önemli bir metindir. Eserde Sünûsî’nin teyzesi kızı Betül ile birlikte çektirmiş olduğu bir fotoğrafının yer alması, eseri ilginç kılan bir diğer özelliktir. Makalemizde edebiyat tarihlerinde anılmayan bu eserin tanıtımı ve Arap harflerinden Latin alfabesine aktarımı yapılacaktır. Anahtar Kelimeler: Yusuf Bahâeddin, Sünûsî, Mersiye, Mensur, Divan
Gaziantep Üniversitesi Ayıntab Araştırmaları Dergisi, 2022
Özet 16. Yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti sınırlarına dâhil edilen ve Osmanlı belgelerinde Ayıntâb olarak anılan şehir, tarih boyunca zengin bir kültürel yapıya sahip olmuş, Türk-İslâm mimarisinin önemli örneklerinden birini oluşturmuştur. Ayıntâb, farklı devirlerde savaşlar, göçler, salgın hastalıklar gibi halkı önemli derecede etkileyecek problemler yaşamışsa da bölgenin önemli bir yerleşim merkezi olarak varlığını sürdürmüştür. Tarihi süreç içerisinde Ayıntâb'ı ziyaret eden birçok seyyah, gezgin, devlet adamı gibi kişiler şehir hakkında sahip olduğu mimarisi, üretim zenginliği, bereketli toprağı gibi özelliklerinden bahsederken; bir kısmı da şehrin genel yapısı, mevcut idari-askerisosyal durumu, şehrin problemleri gibi konulara değinmiştir.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.