Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
2024, VII. Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci Kongresi
Journal of Turkish Studies - Festschrift in Honor of Jale Parla - Cilt II, 2023
Tahsin Yücel'in 2006 yılında yayımlanan Gökdelen adlı romanı anlatıbilim açısından Türkçe edebiyatın en sıra dışı örneklerinden birini sunar. 2073 yılında İstanbul’da geçen romanın ana konusu yargının özelleştirilmesidir. Başarılı bir avukat olan başkarakter Can Tezcan, adalet sistemindeki yanlışları ortadan kaldırmak ve İstanbul’u bir gökdelenler şehrine dönüştürmeyi hayal eden müvekkili Temel Diker’i mutlu etmek için yargının özelleştirilmesi teklifini ortaya atar. Zaten pek çok açıdan özel sektörün ve yabancı sermayenin kontrolü altında bulunan Türkiye, böylelikle adalet sistemini de sermayenin hizmetine sunmuş olur. Bununla birlikte yazıldığı dönemin yaklaşık 60 yıl sonrasını anlatmasına karşın, romanın bir bilim kurgu, fantastik ya da ütopya/distopya olma iddiası bulunmaz. Aksine romanın amacı 2000'li yılların Türkiye’sindeki politik atmosfere dikkat çekmek ve okurlarını uyarmaktır. Bu makale Gerald Prince'in “hayali okur”, Peter J. Rabinowitz’in “yazarsal dinleyici”, Walker Gibson'ın “sahte okur” ve Wolfgang Iser'in “ima edilen okur” kavramlarından yararlanarak metinde nasıl bir “ima edilen okur”un hedeflediğini açıklamaktadır. Makale, ayrıca, Gérard Genette’in Narrative Discourse adlı kitabı aracılığıyla Tahsin Yücel’in romanında “zaman”ın işlevini, etkisini ve yarattığı atmosferi yorumlamaktadır. Son olarak yakın okuma yöntemi kullanılarak romanın anlatı zamanının metne sızması ve anlatılan zamanı nasıl belirlediği tartışılmaktadır.
Yeni Şafak Gazetesi Kitap Eki, 2017
Mimarlık ve Sanat dergisi ile Mimarlar Sözlüğü gibi alanında öncü eserlere imza atan Doğan Hasol'un "20. Yüzyıl Türkiye Mimarlığı" adlı eseri raflarda yerini aldı. Hasol, 150 mimarın 190 yapısını inceliyor.
2018
Melih Ergen’in "Varuna’nın Bin Gözü" adlı yapıtında tek tipleşen toplum yapısının bireylerin algılarına etkisi nasıl ele alınmıştır
aurum - Istanbul Kemerburgaz Universitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2017
Bu makale, genellikle 16.yüzyılda başladığı iddia edilen ve Osmanlı İmparatorluk ömrünün neredeyse yarısına tekabül eden "gerileme dönemi" söylemini sorunsallaştırmaktadır. Bu makalede, Osmanlı tarihini dönemselleştirme çabaları ile modernleşme teorisi ve İbn Halduncu perspektif arasındaki ilişkiler göz önüne alınarak gerileme paradigmasının yapısökümcü analizi yapılacak ve Osmanlı tarihyazımında alternatifler değerlendirilecektir. A Contribution to Deconstructivist Analysis of the Ottoman Decline Paradigm Abstract: This article problematizes the discourse on “the period of decline” of Ottoman Empire, which is generally claimed to be started at the 16th century and almost corresponds to half time of the Ottoman’s life cycle. Considering the relationships between the modernization theory, Ibn Khaldun’s perspective and the attempts of periodization of Ottoman history, this article strives for the deconstructivist analysis of the decline paradigm and explores alternative Ottoman historiographies.
Yere Ait: Ersen Gürsel Mimarlığı, 2017
Akademik Platform İslami Araştırmalar Dergisi, 2020
İnsan, çevresindeki şeylerin ontolojik konumunu gözleme başvurarak tayin etmeye eğilimlidir. Bilim de gözlemlemek için geliştirdiği araçlarla insanın varlık ile irtibatını sistemli hale getirerek, bu irtibatı genişletir ve derinleştirir. Gözlem, bir nesneyi, durumu veya olayı maksatlı olarak inceleme anlamını ima ediyor olsa da gözlem ile görmenin birbirilerinin yerine geçecek şekilde kullanılması yaygındır. Dolayısıyla gözlem, denildiğinde bizdeki çağrışımı biyolojik olarak görme fiili olmaktadır. Bilimsel realistler, bilimsel araştırmada kullanılan gözlemin dış dünyayı olduğu gibi aktardığını, failin görme ile dünyanın doğru ya da yaklaşık olarak doğru bilgisini elde ettiğini savunurlar. Onlara göre, bilimin gerçek başarısı da burada yatmaktadır. Fakat bu savunu pek çok açıdan eleştiriye maruz kalmaktadır. Antirealistler, araçlı gözlemin, araçsız gözlemden ayrı tutulması gerektiği hususunda ısrarcıdır. Bizim bu makale ile amacımız, bilimsel realizmin dış dünyanın gözlemlenebilirliği ve yeni fenomenelerin ontolojik statüsünü korumak için geliştirmiş oldukları argümanların bir betimlemesini yaparken, argümanların birbirileri ile olan ilişkilerini gözler önüne sermektir.
DergiPark (Istanbul University), 2011
Bu çalışmanın alanını, 17. yüzyıl Klâsik Türk şairlerinden ve Sebk-i Hindî'nin en önemlitemsilcilerinden Nâ'ilî'nin "âfitâb" redifli gazelinin, öncelikle klâsik şerh metodu ile ardından da yapısalcılık açısından incelenmesi oluşturacaktır. Klâsik Türk edebiyatı metinlerinin modern metotlarla incelenmesi, içinde bulunduğumuz kültürel konum ve bu metinlerin günümüz insanı tarafından anlaşılarak okunması ve böylece sadece tarihin malı olmaktan kurtulması açısından çok önemlidir. Bu çalışmada, belirlenen plân çerçevesinde, öncelikle Nâ'ilî'nin gazeli klâsik şerh metoduyla açılacak, ardından da gazelin yapısal açıdan taşıdığı özellikler, biçimle öz arasında bulunan ilişkiler belirtilecektir. Klâsik yöntemle yapılan açıklamalarda, gazelin biçim ve özünde gizli kalan başka yönlerinin de ortaya konulup şairin dünyasını, bugünün okurlarına sunma hedeflenmektedir. Bu hedef doğrultusunda Nâ'ilî'nin gazeli şekil, anlam ve yapısal uyum açılarından ortaya konulacaktır.
Yayımlandığı tarihten beri 'bir Gezi romanı mı yoksa bir ergenin günlüğü mü?' tartışmalarıyla adından çokça söz ettiren Deliduman, her iki temada da başarılı ve güncel bir eser olduğunu kanıtlıyor. Serbes'in, Gezi olaylarının hemen akabinde, 2014 yılında çıkan romanı, hem 90 kuşağı ergeninin psiknalitik analizini yapıyor hem de Gezi olayları esnasında yaptığı derin gözlemleriyle özgün bir eser olma özelliğini kazanıyor. Gençliğin dinamiğini, şimdinin deyişiyle atarını, duygusal iniş ve çıkışlarını Gezi'nin çatışmalarıyla sentezliyor. 17 yaşındaki 'atarlı ergen' Çağlar İyice'nin yaşamla olan kavgasını, duygularını, sevdiklerini en çok da sevmediklerini anlatan Deliduman, kahramanın bir anda kendini Gezi olaylarının ortasında bulmasıyla bir Gezi romanına dönüşüyor. 90 kuşağının yaşamını, teknolojiyle bağını, küfürlerini, ergen söylemlerini nüktedan bir üslupla anlatan Deliduman, bugünün ergenini tüm gerçekliği ile betimliyor. Deliduman'ı ağzı bozuk, kafası atık bir roman olarak değerlendiren Kesmez (2014) eseri sadece bir Gezi romanı olarak değerlendirenlere karşı çıkıyor ve roman için mizahi yönü güçlü, ergenliğin kızgınlıklarının
Türkiye'de Mühendislik ve Mimarlığın 250. Yılı, 2023
Bu bildiri İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim üyelerinden Ord. Prof. Dr. Mukbil Gökdoğan’ın hayatını ve bilimsel çalışmalarını anlatmak üzere hazırlanmıştır. Araştırma çerçevesinde Gökdoğan’ın hayatına dair edinilen her türlü bilgi ve belge değerlendirilerek kronolojik olarak ele alınmıştır. Hayatının yanı sıra akademik çalışmaları da değerlendirilen Gökdoğan’ın öğretim üyeliği dışında üstlenmiş olduğu görevler ve mimarlık mesleğini icra ederken yaptığı faaliyetler de bütüncül bir şekilde incelenmiştir. Ülkemiz bilim ve teknik mirası için değerli işler başarmış olan Gökdoğan mimarlık tarihimizde yer edinen önemli simalardan biri olmuştur.
ÖZ Klâsik Türk edebiyatı şairlerinin söyledikleri manzumeler genellikle dîvân adı verilen nüshalarda bir araya getirilmiştir. Farklı zaman ve mekânlarda Arap alfabesiyle çoğaltılan/basılan bu dîvânlar, harf inkılâbından sonra ise Latin alfabesine aktarılmaya başlanmış ve ilmî usûller çerçevesinde incelenmiştir. Ancak kimi şairlerin dîvânlarında yer almayan bazı şiirlerine çeşitli el yazması eserlerde ve mecmûalarda rastlanabilmektedir. Bu tür şiirlerin de bilimsel inceleme metotlarıyla dîvânlara eklendiği veya müstakil şiir kitabı olarak yayımlandığı görülmektedir. Bu çalışmada, Fuzûlî'ye ait dîvân nüshalarında bulunmayan ama bir yazma eserin der-kenâr bölümünde Fuzûlî ismiyle kayıtlı bir gazelin araştırmacılar tarafından yeni dîvân baskılarına alınması değerlendirilecek; ardından şiirin tarafımızdan tespit edilen yeni bir nüshası tanıtılıp metnin tekâmülü açısından mevcut örneğiyle mukayese edilecektir. ABSTRACT Poems written by classical Turkish literature poets have been usually banded together in copies called divan. These divans which have been printed in Arabian alphabet in different times and places have been translated to Latin alphabet after alphabet reform and analyzed as part of scientific methods. But it is possible to see some poems of the poets those are not located in divans in various manuscripts and majmuas. And it is seen that these poems have been added divans by the scientific analyzing methods or published as a separated poem book. In this article it will be evaluated a gazelle of Fuzuli that is not located in divans but registered as the name of Fuzuli in apostil of a manuscript included in divan printing by researchers and then a new copy of the poem determined by us will be introduced and compared with existing copy as part of maturation of text.
RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 2020
Tahsin Yücel'in Gökdelen'i bağlamında sinema ve reklam filmlerinde yeni yaşam mimarlarının izinden gitmek / R. Köse Özelçi (279-296. s.
Biri, Mumbai’deki bir konut reklamının belirttiği üzere “Tanrı’ya yakınlar” dünyası, diğeri en aşağıdakiler, Yüzyılın serfleri. Yukarıdakiler gökyüzünü çitleyip, müştereklerin çitlenmesinin şahikasını gerçekleştirirken, kentler de kent niteliklerinden biraz daha kaybetmekte. 2-boyutlu kent analizlerinden 3-boyutlu analiz ve tartışmalara geçmenin zamanı gelmedi mi?
Duvar and Özgür Üniversite , 2018
The collapse seems inevitable in today's capitalist growth economy. Better to question all the consumption links which are like a web and everything is interlinked socially, ecologically and politically. We need to go back to the root causes such as how the waste has been created, how capitalistic economy sees nature as a resource all the time. In the end, we need to consider what the solution could be locally and globally. In this interview we tried to dig out all these areas.
Bu çalışmada, “yapısökümü” yöntemi ve bu yöntemi oluşturan kavramlar ele alınmıştır. Yapısöküm yöntemi, yıkarken tekrar yapmaya çalışmayı kapsar. Bu yöntem vasıtasıyla özellikle dildeki ve kavramlardaki farklılaşmaya ve ikircikli anlamlara dikkat çekilmektedir. Bu makalede, yapısökümü kavramı ve bu kavramla ilişkili diğer kavramlar, düşünceleri ve ortaya koymuş olduğu yapısökümcü okuma yöntemiyle edebiyattan felsefeye kadar birçok alanda etkili olan ve post-modernist olarak kabul edilen Derrida’nın görüşleri çerçevesinde betimlenmeye çalışılmıştır. Derrida’nın “metnin dışında hiçbir şey yoktur” şeklindeki önermesi yapısökümcü anlayışının temelini oluşturmaktadır. Yapısöküm yöntemiyle Derrida, tek ve mutlak bir doğru anlayışını ve tek bir doğruya olan inancı yıkmaya çalışmıştır.
ERASMUS Eğitim ve Sosyal Bilimlerde Uluslararası Akademik Çalışmalar Sempozyumu , 2019
Sinemanın başlangıç yılları olan 1920’li yıllarda, avangart filmler yavaş yavaş metropollere dönüşmekte olan şehirlerin, yeni, hızlı ve karmaşık olan yapısını ele almaktadır. Bu filmlerin modern şehirlerin gücünü, belirsizliklerini ve heyecanını odak noktasına koydukları görülmektedir. Hem Avrupa’da hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde “şehir senfonileri” olarak ele alınan bu filmler, şehirlerdeki gündelik hayattan görüntüleri bir araya getirmektedirler. Erken döneme ait filmler ve bunların ardılları, durumların ya da insanların “nesnel” gerçekliğinden uzaklaşarak; ruh hali, zaman ve mekânın şiirsel manipülasyonu aracılığıyla anlatılabilecek olan içsel hakikati elde etmenin peşindedirler. Şehir senfonisi filmlerin içerisinde şehirlerdeki mimari yapılar ve fonksiyonel tasarımlar üzerinde duranlar da bulunmaktadır. Bu filmler gündelik hayatın izlenimlerini, modern şehir hayatının bir parçası olan mimariye, modellere ve ritme odaklanarak aktarmaktadırlar. Bu filmlerde, gündelik hayatın koşturmacası içerisindeki şehir sakinlerinin gözünden kaçan detaylar ve insanları çevreleyen çeşitli yapılar odak noktasında bulunmaktadır. Bu çalışmada, şehir senfonilerinin bir parçası olan ve mimari yapılara odaklanan belgesel filmler ele alınmaktadır. Literatür taramasıyla şehir senfonilerine ilişkin elde edilen bilgiler, film örnekleriyle birlikte değerlendirilmiştir. İncelenen belgesel filmlerden biri, Fransız-Amerikalı yönetmen Robert Florey'in yönettiği Gökdelen Senfonisi’dir (Skyscraper Symphony, 1929). Diğer film ise, Hollandalı belgesel film yönetmeni Joris Ivens'in yönettiği Köprü’dür (The Bridge, 1928). Bu filmler sinema ile mimarlık gibi diğer sanatlar arasındaki yakın bağları ortaya koymak açısından da önemli bir role sahiptir. Anahtar kelimeler: Şehir senfonileri, belgesel film, avangart film, Robert Florey, Joris Ivens Intersection of Architectural and Functional Designs in Documentary Films: Skyscraper Symphony and The Bridge Abstract In the the 1920s which is the very begining year of the cinema, avant-garde movies that embrace all sorts of new, fast, and complexity of city emerged. These movies focus on the power, ambiguity and excitement of modern cities. In both Europe and the US, these films that became known as "city symphonies" assemble images of everyday life in the cities. These early films and their successors move away from the "objective" reality of situations or people in order to capture an inner truth that can only be narrated by poetical manipulations of mood, time, and space. In the city symphonies there are films that focus on the various architectural structures in the cities and their functional designs. These films carry the impressions of everyday life by focusing on architecture that is part of the modern city life, models and rhythm. In these films various structures that surround people are focus point and details escaped the eyes of the inhabitants of cities in everyday hassle is emphasized. This paper discusses documentary films that are part of the city symphonies and focus on architectural structures. One of the documentary films is Skyscraper Symphony (1929) which is directed by French-American director Robert Florey. The other film is The Bridge (1928) directed by Dutch documentary film director Joris Ivens. These films have an important role in terms of revealing close links between cinema and other arts such as architecture. Key Words: City symphonies, documentary film, avant-garde film, Robert Florey, Joris Ivens
Tahsin Yücel’in 2006 yılında yayımlanan romanı Gökdelen kötümser bir gelecek kurgusu üzerinden hareketle distopik türde yazılmış bir eserdir. Modern çağın bir ürünü olarak görülen distopya, ülkü değerlerle aydınlanmış ütopyanın aksine, karşıt güçlerin hakimiyeti altında bulunan karanlık bir dünya tasarlar. Bu tasarı aslında modern zihniyetin de bir ürünüdür denebilir. Nitekim bir değer yitimine sahne olan modern dünya, tüm araçlarını aklın egemenliği altına sokarak kuklalaşan ve duyarsızlaşan bireylerin artmasına sebep olmuştur. Bu bağlamda distopya modern dönemin gölgesinin izini sürerek oluşturulmuş bir geleceği resmetmesi bakımından toplumsal eleştirinin örneğini sunar. Tahsin Yücel’in Gökdelen adlı romanı da gökdelenlerin, makinelerin, totaliter güçlerin ve kodamanların 2073 İstanbul’unun üstüne adeta karabasan gibi çöktüğü bir atmosferi ele alır. Distopik unsurları içinde barındıran bu romanın yapısal ve izleksel analizi günümüzdeki çözülmenin boyutunun geleceğe nasıl taşındığı göstermesi bakımından önemlidir. Bu yüzden çalışmamızda öncelikle distopyanın çıkışında rol oynayan tarihi arka plan ele alınacak ve distopyanın özellikleri belirlenmeye çalışılacaktır. Daha sonra distopik bir çerçeveden bakılacak olan Yücel’in Gökdelen romanının yapısal ve izleksel analizi yapılarak romanın üzerinde durduğu ana sorunsal alan tespit edilmeye çalışılacaktır. Bu noktada görülecektir ki modern çağın karanlık yüzüne tutulan bir ayna olarak Gökdelen romanı distopik türün özelliklerini yansıtan ve romandaki yapı ve izleksel unsurların bu türe bağlı bir biçimde geliştiğini gördüğümüz bir eserdir. Gelecek zaman düzleminde oluşturulan ve mekansal olarak da büyük değişimlerin yaşandığını gördüğümüz romanda İstanbul, gökdelenlerin gölgesinde ne geçmişi ne de geleceği görebilecek kör bir alan haline gelmiştir. Üstelik Özgürlük Anıtı’nda heykelin elinde tuttuğu meşale de bu karanlığı aydınlatacak türden değildir çünkü özgürlük, hak ve hukuk gibi temel kavramların çiğnendiği bir alanda var olamaz. İşte Gökdelen romanı da yargının özelleşmesiyle adaletin sağlanabileceği, gökdelenlerle şehrin mükemmel bir siluete bürünebileceği gibi düşüncelerin tutarsız ve çelişkilerle dolu macerasını anlatarak olması muhtemel tehlikelerin ayak seslerini okuyucuya duyurmaya çalışır. Dolayısıyla geleceğin, şimdi’de şekillendirilmiş hali gerek mekanın gerekse de değerlerin ne boyutta bir çürümeye uğratıldığını da ortaya koymaktadır. Gelişmişlik adıyla ekolojik sistemin yerle bir edildiği, her türlü haksızlığın vuku bulduğu 2073 İstanbul’unda kent ve doğa arasındaki çatışma da gözler önüne serilmiştir. Nitekim, doğanın saf ve dokunulmamış haline karşın gökdelenler tüm inatçılığıyla burunlarını göğe doğru kaldırırken, mütevazi kendi halinde olan bahçeli bir ev adeta canavar olarak görülerek, bir an önce ortadan kaldırılması gereken bir mekan olarak nitelendirilir. Oysa bu mekana sinen insani vasıflar aslında bir canavarı andıran gökdelenlere meydan okur. İnsanın özünü, kendini hatırlatan ev, romanda yer alan Hikmet Bey’in evi olarak karşımıza çıkar fakat modernizmle beraber ‘hikmeti’ kaybolmuş bir zamanın gel(eceği)diğine işaret edilir. İnsan kendine yabancılaşan, şeyleşen bir nesne olarak, bir büyü bozumunun içinde kendini bulur. Üstelik yaşanan olumsuzluklara karşı hiçbir tavır geliştiremeyişi ve duyarsızlaşması da distopik bir mekan ve zamanda bireyin sistem içinde kayboluşunu ortaya koyar. Sonuç olarak distopik bir roman olarak Gökdelen, zaman ve mekanın sembolik olarak önem kazandığı, irdelediği kavramlar ve değerler bakımından da modernizmle beraber bireyi kuşatan sorunları ele alan ve bu sorunların büyük ölçekli olarak nasıl karşımıza çıkabileceğini okumamızı sağlayan bir eserdir. Toplumsal düzenin kusursuzluk maskesi altında gizlenen sorunları görmemizi sağlaması da distopyanın kendine ait nasıl bir ütopya yarattığına işaret eder. Böylelikle distopik bir eserin ideali olan; bireyin bastırılması, makineleşme ve betonlaşma romanda ön plana çıkan önemli izlekler halini alır ve bunların ütopik bir atmosfer yaratmak amacıyla kullanılıyor olması da ayrıca romanın ironik bir özellik taşıdığını gösterir. Zira distopyanın sosyal bir eleştiri aracı olarak kullanılması da bu özelliğini destekler. Böylece romanda 2073 İstanbul’unun sosyal bir panoraması çıkarılarak eleştiriye açılmasına da imkan sağlanmış olmaktadır. Anahtar Kelimeler: Gökdelen, distopya, roman, modern, gelecek
Throughout the historical process of humanity, the sense of sight has been valued above other senses and after the Enlightenment vision is accepted as the combination of “the sight” and “the mind”. Thus, despite being a part of body, the eye’s relation to other senses has been lost and the “eye of the mind” concept, which differs radically from “the eye of the body” is formed. Concepts that sublime the “eye of the mind” became the basis of Ocular-centrism, which means to stay in a framework of scientific objectivity when assessing the environment. This point of view has dominated all social production areas, including architecture. In fact, the human is a sentient being life form and in his experience through the architectural space, not only the mind and the eyes but the whole body is at work. The affectivity of the architectural space depends on the depth of the trace it leaves on the mind. Architecture that succeeds to take place in our memory is mostly the one that is haptic. The aim of this study is to criticize the dominance of the Ocular-centrism via the Phenomenon of Touch which refers to the interaction between the subject and the architectural space during its experience. It also aims to determine the cognitive traces of the Hapticity of the architecture in places kept in the long term memory. The research shows the direct relation between the affectivity of the architecture and haptic features of the architectural space.
YTÜ Basım Yayım Merkezi, 2022
Bağlamından koparılmış mekânlar, mekânın öznesinin köklerinden ayrılışını hatırlatan bir anın içinde sıkışıp kalmaktadır. Dışarıdan bir müdahale ile sığınmak ya da yeniden kök salmak için mekânını değiştiren özne, içerisinde bulunduğu yeri daima terk ettiği yerle bir bağ kurarak anlamlandırmaktadır. Sıcak kurabiye kokusu, pencereden ilk bakışta görünen asma yaprağı, boyası dökülen bir duvar ya da yıllarca asılı durduğu yerini belli eden bir resim çerçevesi; terk edilen mekânlarda bırakılmayarak gidilen yere götürülen bir çatı arası sandığıdır. Bağlamından koparılmış bir mekânın yeniden üretiminde, söz konusu mekânın alt anlamlarını yakalamak, Derrida’nın yapısökümcü felsefesi ile ortak bir kaygı taşımaktadır. Bu bağlamda, bu çalışmanın ortaya koyduğu temel söylem, konuksever ya da konuksevmez olma tercihinin, öznenin köklerini arama çabasıyla ilişkili olduğu; söz konusu bu ilişkinin, mekânları, ait olduğu yere bağlayan görünmez bağlarla daima yeniden ürettiği düşüncesidir. Bu bağlamda hazırlanan bu çalışmanın amacı, özellikle dışarıdan bir müdahale ile öznesinden koparılan mekânların, yapısökümcü bir yaklaşımla ve Jacques Derrida’nın konuksev-er/mez-lik kavramıyla örtüştürülerek incelenen mekân kurgularının analizi yoluyla, yeniden inşa edilme pratiklerinin incelenmesidir. Temelde; yapısökümcülük anlayışının, kelimenin anlamsal karşılığı olan bir yıkım eylemi olarak anlaşılmasının ötesinde, mekânsal bileşenlerin her bir parçasının kendi başlarına taşıdığı kimlikleriyle yapılan bir yapı söküm eylemi ile mekânın yeniden üretiminde mümkün olabilecek bir başka söylemin ortaya konulması hedeflenmektedir. Çalışma kapsamında, Derrida’nın, bir metnin anlaşılabilmesi için metin içerisindeki kelimelerin anlamsal karşılıklarının karşılıklı çatışmaları üzerinden kurguladığı yapısökümcülük yaklaşımının ve bu yaklaşımın mekânsal düzlem pratikleri üzerindeki kesişim noktaları olarak nitelendirilebilen konuksev-er/mez-lik kavramının kavramsal çerçevesi çizilmiştir. Bu bağlamda; çalışma, konuksever Derrida’nın ev sahibi olduğu bir bakış açısıyla, yerinden edilmişlik duygusunun yansımalarının incelenebildiği mekânsal pratikleri analiz etmektedir. Bu analizler içerisinde yer alan örneklemler, Gordon Matta Clarck’ın 1974’te terk edilmiş bir banliyö alanındaki bir konut yapısını keserek, bir nevi yıkarak yeniden ürettiği Splitting çalışmasını, Eisenman tarafından 1978’de Le Courbisier’in ızgaraları üzerine yeniden üretilen Cannaregio bölgesini ve bir nüfus müdahale sonrasında yerinden edilmiş eski bir Rum yerleşkesi olan Kayaköy’ü kapsamaktadır. Bu çalışmada, öznesi yerinden edilmiş ve bu doğrultuda ait olduğu köklerinden koparılmış bir mekânın yeniden üretimi, Derrida’nın konukseverlik anlayışı kapsamında ele alınmıştır. Bu bağlamda, Kafka’nın yuva arayışındaki çaresizliğine benzer bir imkânsızlık hali çatışmasını yansıtan ve konukseverlik kavramı üzerinden değerlendirilebilen yerinden edilmiş mekân örnekleri analiz edilmiştir. Bu kavramsal ilişkilendirmeler yöntemiyle yapılan fiziksel ve sosyal durum analizleri üzerinden, yerinden edilmiş mekânların yeniden inşa edilebilme gereklilikleri, çalışma sonucunda ortaya koyulmaktadır.
The contextual framework of this study is different from others which examined the first high-rise buildings in Turkey in that a case study is selected from Kayseri, which is an Anatolian city, instead of from Ankara or Istanbul. The case is the Kayseri Foundation skyscraper office building, which was built in 1969. It can be seen not only as a new business center which reveals the construction technologies and design concepts of office buildings of that era but also as a case that contributes to the urban memory and the physical transformation of the city. In this context, it is believed that the story of the office building in Kayseri contains similar processes which can be seen in other cities in Anatolia. In the first part of the study, the development of skyscrapers in the world, parallel to advances in construction technology, which is one of the important results of the industrial revolution, is examined through pioneering examples and the applications in Turkey are evaluated in this context. In the second part, different from the other high-rise buildings in Turkey, examples of which are usually given from Istanbul and Ankara, a question is raised from a critical point of view, namely "Where and in which circumstances were the first high-rise buildings in Anatolia designed and built?" The answer is investigated in the Kayseri case.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.