Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
2021, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
Öz: Ebû Mutî' Mekhûl b. Fazl en-Nesefî (ö. 318/930), Buhara yakınlarındaki Nesef şehrinde, çok sayıda âlim yetiştiren bir ailenin üyesidir. Hanefî fakihi, zâhid ve kelâmcıdır. Fırak türünde yazdığı eserin adı Kitâbü'r-Red alâ ehli'l-bida' ve'l-ehvâ'i'd-dâlleti'l-mudılle'dir. Ebû Mutî'in, Mürcie'ye veya Kerrâmiyye'ye mensup olduğunu ileri süren araştırmacılar vardır. Bu makalede onun Mürciî veya Kerrâmî olduğu iddiaları ele alındı ve bu iddiaların isabetli olamayacağı sonucuna varıldı. Ebû Mutî'in kendi ifadelerinden, savunduğu fikirlerden ve diğer argümanlardan hareketle Ehl-i Sünnet'e bağlı olduğu neticesine ulaşıldı. Makalede doküman analizi, betimleme ve karşılaştırma yöntemleri kullanıldı.
Türkiye Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 2021
Bu çalışmada Ebu'l-Berekât en-Nesefî'nin Medârükü't-Tenzîl isimli tefsirinde Mâtürîdî'ye olan atıfları üzerinde durulmuştur. Nesefî'nin, tefsirinde "Te'vîlâtü'l-Kur'ân, Şerhu't-Te'vîlât ve Mâtürîdî" ifadeleriyle Mâtürîdî'ye yaptığı atıfların tespit ve tahlili yapılmıştır. Çalışmanın temel amacı Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ından yararlanan Nesefî'nin, Mâtürîdî'nin Te'vîlâtü'l-Kur'ân isimli tefsirinden hangi ölçüde istifâde ettiğini ortaya koymaktır. Buna ek olarak Nesefi'nin Mâtürîdî'ye atıflarında Te'vîlâtü'l-Kur'ân'dan mı yoksa Şerhu't-Te'vîlât'tan mı yararlandığını tespit etmektir. Şerhü't-Te'vîlât'ın nüshalarının tam olmadığı iddiası sebebiyle-Nesefî'nin atıflarından * Etik Beyan: Bu çalışmanın hazırlanma sürecinde bilimsel ve etik ilkelere uyulduğu ve yararlanılan tüm çalışmaların kaynakçada belirtildiği beyan olunur. Makale en az iki hakem tarafından incelenmiş, Turnitin kullanılarak benzerlik raporu alınmış ve araştırma/yayın etiğine uygunluğunu teyit edilmiştir. Ethical Statement: It is declared that scientific and ethical principles have been followed while carring out and writing this study and that all the sources used have been properly cited. The article was reviewed by at least two referees, a similarity report was obtained using Turnitin, and compliance with research/publication ethics was confirmed.
DergiPark (Istanbul University), 2016
2017
Hayrettin Hizir b. Mahmud b. Omer el-Merzifoni el-Atufi, ikinci Bayezid doneminin meshur âlimlerindendir. Aslen Merzifonlu oldugundan Merzifoni nisbesiyle anilir. Ilmi cevrelerde Atufi olarak bilinir. Tefsir, hadis, mantik, tip, edebiyat gibi muhtelif sahalarda soz sahibi olan cok yonlu bir âlimdir. Hadis sârihi yonuyle one cikan Atufi, Hz. Peygamber’in soz ve davranislarinin anlasilmasina katki saglamak amaciyla hadis serhine dair cogunlugu mensur olan farkli eserler kaleme almistir. Zuhru’l-‘Atsân isimli eserini manzum yazmayi tercih eden Atufi, eserinde Hz. Peygamberin su icme adabiyla ilgili “Suyu uc nefeste icmek daha lezzetli, daha sifali, daha istah acici ve daha faydalidir.” ve “Kaplara uflenmez.” hadislerini ayrintili olarak yorumlamaya calismistir. Eserinin girisinde maddi hastaliklarin hakikatiyle ilgili manevi derinligi olan degerlendirmeler yapan Atufi, maddi ve manevi sihhatin farkini ortaya koyduktan sonra “Suyu uc nefeste icmek daha lezzetli, daha sifali, daha istah...
2019
Bu çalışmada şair Halvetî Muhyî’nin tespit edebildiğimiz tek nüshası olan Hacı Selim Ağa Yazma Eserler Kütüphanesi Kemânkeş 452 numarada kayıtlı Sürûr-efzâ adlı mesnevisi üç ana başlık altında incelenmiştir. Birinci bölümde Halvetî Muhyî’nin kimliği, tarikatı ve Muhyî mahlaslı diğer şairlerin hayatları üzerinde durulmuştur. İkinci bölümde Sürûr-efzâ mesnevisi “Şekil Hususiyetleri” ve “Muhteva Hususiyetleri” başlıkları altında incelenmiştir. Şekil hususiyetlerinde mesnevi nazım şekli, mesnevi dışı nazım tür ve şekilleri, vezin ve kafiye ve başlık sistemi ele alınmaktadır. Muhteva hususiyetlerinde ise manen ve lafzen âyet ve hadis iktibasları, deyim, atasözleri ve kalıplaşmış ifadeler, metinde geçen şahıslar ayrıntılı şekilde örnekleriyle ele alınmıştır. Üçüncü bölümde yazma nüshanın tavsifi bildirilerek metin kuruluşunda izlenen yol açıklanmış ve ardından metin, transkripsiyon alfabeli şekilde verilerek çalışmamız tamamlanmıştır.In this study, a mathnawi from Halvetî Muhyî, called Sü...
Akademik Dil ve Edebiyat Dergisi, 2019
İnsanlara yol göstermek, öğüt vermek amacıyla yazılan eserlere nasihatnâme adı verilmiştir. Kur'ân ayetlerinde ve hadis-i şeriflerde yer alan öğüt vermeyi teşvik edici ifadeler İslam toplumlarının edebiyatlarında bu türdeki eserlerin yazılmasına vesile olmuştur. Genel olarak ahlakî-didaktik türde eserler olan nasihatnâmeler manzum veya mensur olarak yazılabilmektedir. Bu nasihatnâmelerden biri de XVI. yüzyıl şairlerinden Za'îfî'ye aittir. Eser, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde Revan Köşkü, nr. 822'de kayıtlı Za'îfî Külliyatı'nın 169b-173b varakları arasında yer alır. Müellif besmele, hamdele, salvele, dîbace şeklindeki klasik mensur eser tertibine uygun olarak düzenlediği nasihatnâmesinde yer yer ağır ve süslü bir dil kullanmakla birlikte genel olarak sade ve kolay anlaşılır bir dili tercih etmiştir. Zira nasihatnâmelerde esas olan mesajın çok sayıda insana ulaştırılmasıdır. Ele aldığı konuları soru-cevap yöntemiyle adeta bir topluluğun karşısında sohbet ediyormuş gibi anlatmıştır. İleri sürdüğü fikirleri desteklemek amacıyla ayet ve hadislerden istifade etmiştir. Ayet ve hadislerin önce orijinal şeklini ardından Türkçe tercümesini vermiş, bazılarının tefsirini de ilave etmiştir. Ele aldığı konuyu daha iyi açıklamak ve esere akıcılık katmak amacıyla nasihatnâmesinde hikâyeye de yer vermiştir. Bazen de konunun akışına uygun bir şiir söylemiştir. Klasik dönem mensur eserlerin en önemli unsurlarından biri olan seciyi başarılı bir şekilde kullanmıştır. Bu makalede Za'îfî'nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiş, henüz üzerinde herhangi bir çalışma yapılmamış olan Kitâb-ı Sabru'l-Mesâyib adlı nasihatnâmesi muhteva, dil ve üslup yönünden incelendikten sonra eserin günümüz harflerine aktarılan metni ile eserin orijinal metni sunulmuştur.
Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
Öz Fıkıh usûlü ilminde lafızlar bahsinin önemli bir kısmını teşkil eden emir, fakihlerce detaylı incelemelere tabi tutulmuştur. Emrin tekrar diğer bir deyişle umûm ifade edip etmediği fıkıh usûlü ilminin araştırma konularından birisi olmuştur. Hanefî usûlcülerinin ekseriyeti bu türden bir lafzın tekrar ifade etmeyeceğini ve tekrara da ihtimali olmadığını savunmuşlardır. Bu nedenle her gün edâ edilen beş vakit namaz gibi tekrarı gerektiren emirleri sebeplerle ilişkilendirmişlerdir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî fakihleri birtakım şartların sağlanması halinde emrin umûmîliğini yani tekrar ifade edebileceğini benimsemişlerdir. Hanefî mezhebine mensup olan Ebü'l-Yüsr el-Pezdevî ise mezhep içerisinde tercih edilen görüşe muhalefet ederek emrin bir delil veya karîne vasıtasıyla umûm ifade edebileceğini dile getirmiştir. Bu çalışmada Ebü'l-Yüsr ile Hanefî usûlcülerinin emrin tekrarı hususundaki düşüncüleri mukayese edilerek her iki görüş detaylı bir şekilde irdelenmiştir. Yapılan incelemenin sonucunda mezhep içerisindeki bu ihtilafın emirle talep edilen herhangi bir fiilin yeniden farz olmasının mecâzen sebeplere izâfe edilip edilemeyeceği sorusuna verilen cevapla ilişkili olduğu tespit edilmiştir.
Türkiyat Mecmuası, 2014
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, şahsiyeti ve eserleri ile Türk edebiyatını yönlendirmiş büyük bir şahsiyettir. Onun büyük eseri Mesnevî'de yer alan hikâyeler kendisinden sonraki dönemlerde yazılan eserlerde sıklıkla kullanılmıştır. İşte Cevâhirü'l-kulûb, Beyân-ı Çeng-nâme, Risâle-i Teşrîhiyye, Risâle-i Fakriyye ve Risâle-i Sûfîyye adlı beş tasavvufî mesnevî kaleme alan ve XV. yüzyıl Türk tasavvuf edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Cemâl-i Halvetî, bu mesnevîlerden Cevâhirü'l-kulûb, Risâle-i Fakriyye ve Risâle-i Sûfîyye'de Mesnevî'den aldığı hikâyelere yer vermiştir. Cemâl-i Halvetî mesnevîlerini tasavvuf hakkında bilgi vermek, tasavvuf yoluna meyletmiş bir kimseye ışık tutmak ve yol göstermek maksadıyla kaleme aldığı için mesnevîlerinde temel tasavvufî kavramların bazılarını izah etmiştir. Mesnevîlerde anlatılan konunun veya tasavvufî kavramın izahını kolaylaştırmak ve okuyucunun daha iyi anlamasını sağlamak amacı ile temsil, hikâye ve tevillere sıklıkla yer verilmiştir. Bu makalede, adı geçen üç eserde yer alan Mesnevî kaynaklı hikâyelere değinilecek, bu hikâyeler verilen örnek beyitler ile özetlenecek ve bu bağlamda Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin Cemâl-i Halvetî üzerindeki tesiri ortaya konmaya çalışılacaktır.
Yûnus'a Tapduk u Saltuk u Barak'dan (mı)dur Nasîb? Metinler ve Tarihî Kaynaklar Işığında Yûnus Emre-Barak Baba İlişkisi .
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Doktora Tezi, 2013
Cevâhirü'l-Menâkıb (Gencîne-i Ahlâk), meşhur Osmanlı devlet adamı Sokollu Mehmed Paşa'nın amcasının oğlu olan ve on iki yıldan fazla Budin beylerbeyiliği yapan Sokollu Mustafa Paşa için yazılmış bir biyografidir. Sokollu Mustafa Paşa'nın arzusu ve Budin kadısı Ahmed Çelebi Efendi'nin görevlendirmesiyle Nahîfî Mehmed Efendi tarafından Paşa'nın sağlığında ve Sultan Üçüncü Murad devrinde kaleme alınmıştır. Eserde, Sokollu Mustafa Paşa'nın devşirilmesinden itibaren Enderûn'daki safahatı ve onun devlet kademelerinde ilerleyerek Budin beylerbeyiliğine kadar uzanan görevlerinin yanı sıra Bosna ve Budin'de tesis ettiği hayır eserleri ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Millet, Süleymaniye, İstanbul Üniversitesi, Berlin, Budapeşte ve Viyana Kütüphanelerinde bulunduğu tespit edilen altı nüsha, asıl nüshaya en yakın nüshalardan Millet nüshası esas alınmak suretiyle karşılaştırmalı olarak bir metin haline getirilmiştir. Eserde, Sokollu Mustafa Paşa'nın amcazadesi ve hamisi Sokollu Mehmed Paşa'nın devşirilmesi, Enderûn'daki safahatı ve devletteki rütbesinin zaman içinde artarak sadrazamlığa kadar yükselmesi, ardından Sokollu Mustafa Paşa'nın devşirilmesi ve Enderûn'daki safahatı, Mustafa Paşa'nın Kanunî Sultan Süleyman ile birlikte gittiği Tebriz Seferi dönüşü taşra çıkarak sipahi olması, Nahcıvan Seferi'nde iki yıl süreyle padişaha çaşnigir olarak hizmet etmesi ve bu seferden dönüşte Tımışvar kalemi defter kethüdalığına tayin edilmesi, daha sonra sırasıyla Filek, Klis, Segedin, Hersek ve nihayet memleketi olan Bosna sancakbeyiliğine tayin edilmesi, bu sırada Krupa Kalesi'ni ele geçirmesi, Sigetvar Seferi'ne iştiraki, Budin beylerbeyiliğine tayin edilmesi ve Sultan İkinci Selim devrinde vezirlik payesini alması ile ilgili bölümler mevcuttur.
Gündeme ilişkin hocalarımızın daha önce kaleme almış olduğu yazıları her hafta [Tahlil] dosyasında yayınlıyoruz. Bu yazı; Dr. Salah Muhammed Ebu'l-Hâc'ın RIHLE Dergisi Fıkıh konulu sayısı için kaleme almış olduğu yazıdır.
Bu çalışma, 441/1049-536/1141 yılları arasında yaşamış olan Ahmed-i Nâmekî Câmî'nin tasavvufî bilgi/mârifet hakkındaki görüş ve tecrübelerinin mahiyet ve imkânını incelemeyi amaçlamaktadır. Meşhur bir kişi olan Ahmed-i Nâmekî Câmî hakkında Türkiye'de yapılmış oldukça az çalışma vardır. Bu yüzden bu makale literatüre katkı sağlaması açısından önem arz etmektedir. Ahmed-i Nâmekî Câmî'nin kendi eserleri bu çalışmada kaynak olarak kullanılmış, hayatı hakkında bilgi veren ilk ve ana kaynaklardan faydalanılmıştır. Câmî Selçuklular Dönemi'nde yaşamış meşhur bir sûfîdir. Câmî 441/1049 yılında Horasan'ın Nâmek köyünde doğmuştur. Ahmed-i Câmî 22 yaşında tövbe edinceye kadar arkadaşlarıyla işret meclislerine katılarak vakit geçirmiştir. Tövbe ettikten sonra uzun bir müddet Câm Dağlarında inzivâya çekilip riyâzet ile meşgul olmuştur. Câmî, 18 sene süren inzivâdan sonra insanlara rehberlik edebilmek için halk arasına dönmüştür. Me'dâbâd'da kurdurduğu hankahta irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. Ahmed-i Câmî burada Sultan Sencer ile tanışıp, yakınlık kurmuş, bir eserini de Sencer'e ithaf etmiştir. Kuhistan'ı ele geçiren Haşhaşîlerin tehditlerine maruz kalmış, birçok kez suikast teşebbüsü ile karşılaşmıştır. 10 Muharrem 536'da (m. 15 Ağustos 1141) Câm şehri yakınlarındaki Me'dâbâd köyündeki hankahında vefat etmiştir. Ahmed-i Câmî sadece yaşadığı dönemde değil vefatından sonra da birçok sûfî ve âlim tarafından hürmetle anılmıştır. Hâfız-ı Şîrâzî (ö. 792/1390 [?]), Kâsım-ı Envâr (ö. 837/1433 [?]), Ali Şîr Nevâî (ö. 906/1501) gibi meşhur şairler bunlardan bazılarıdır. Ahmed-i Câmî'nin tarikatı günümüzde torunları tarafından yaşatılmaktadır. Jendepîl, Şeyhülislâm gibi lakaplarla meşhur olan Câmî, eserlerini Farsça kaleme almış, tasavvufî, ahlâkî konuları işlemiştir. Ahmed-i Câmî, 22 yaşına kadar doğru düzgün bir dinî bilgisi olmayan bir kişi olduğunu söylemiştir. Eserleri ise Allah tarafından kendisine ilham edilen tasavvufî bilginin mahsulü olan eserlerdir. Ahmed-i Câmî'nin müridi olan Sedîdüddîn Gaznevî'ye göre de Câmî "ümmî" bir şeyhtir. Yazdığı eserleri ise "ilham" ve "ledün ilmi" vasıtası ile yazmaktadır. Hayatı ile ilgili bu mezkûr bilgiler çeşitli yönlerden makale boyunca birtakım tenkitlere tabii tutulmuştur. Makalenin ikinci kısmında Ahmed-i Câmî'nin sahip olduğu tasavvufî bilgi sınıflandırılarak bu bilginin mahiyeti incelenmiştir. Câmî mârifetullah, işârî tefsir, gaybî olaylar hakkında bilgi, mârifetü'n-nefs gibi konularda ilham yoluyla bilgi sahibi olmuştur. Câmî mârifetullahı hem bir bilgi hem de bir hal, yaşantı olarak görmüştür. İtikad ile tecrübe birbirinden ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Sâlik öncelikle Allah hakkında "sahih itikadı" öğrendikten sonra yaşantı yoluyla Allah'ı tanımaya çalışır. Bu sürecin sonunda sâlik ahlâken değişip dönüşür. Mârifetullah ile aydınlanan, riyâzet ve mücâhede ile tasfiye olan kalp ise aslî hüviyetine kavuşmuştur. Kalp artık bilgi üreten, hak ile batılı ayırt edip nasların bâtınî manalarına muttali olmaya başlamıştır. Mârifetullah ile aydınlanan kalbe Allah tarafından bazı gaybî olaylar bildirilebilir. Bir kişinin içinden geçenleri okumak, gelecek olayları görmek bunlardan bazılarıdır. Ahmed-i Câmî kalplerden geçenleri bildiği, yaşanmamış bazı olayları önceden haber verdiği Makâmât-ı Jendepîl'de nakledilmiştir. Kalbin dönüşmesi ile kişi kendini tanır. İnsan yeryüzünün halifesidir. Allah insana kendi ruhundan üflemiştir. İnsan mârifetullah ile kalbini aydınlatırsa meleklerden üstün konuma çıkar yoksa firavunlaşabilir. Sâlikin amellerinin muhasebesini yapması, ihlâsı yakalamaya çalışması ise yine insanın kendisini tanımasıyla mümkündür. Ahmed-i Câmî'nin tasavvufî bilgisi bu hususları ihtiva eder.
Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, 2017
İbn Tûmert'in Mezhebî Kimliği Öz: Mağrib, İslam düşüncesinin gelişmesine katkı sunan önemli bölgeler arasında yer almaktadır. Tarihsel süreçte pek çok mezhebe ve onların düşünce temelleri üzerine kurulan siyasi oluşumlara ev sahipliği yapan bu bölgede yetişen şahsiyetlerden birisi Muhammed b. Tûmert'tir (ö. 524/1130). İbn Tûmert, ilme meraklı bir öğrenci olarak öncelikle Mağrib ve Endülüs'te Mâlikî ve Zâhirî fıkhı okumuş; buradaki eğitiminin akabinde on yıl sürecek bir eğitim serüveni için Doğu'ya yönelmiştir. Eş'arî ve Mu'tezilî kelâm ekolleri ile burada tanışmıştır. İlim yolculuğu sonrasında Mağrib'e dönerek düşüncelerini her yerde halka aktarmaya çalışan İbn Tûmert, farklı ekollerin düşüncelerinden seçmeci bir yaklaşımla istifade etmiştir. Mâlikî ve Zâhirî fıkhını, Eş'arî ve Mu'tezilî kelâmını, Şiî imâmet anlayışını ve mehdî inancını, Hâricîliğin bazı ilkelerini yaşadığı tecrübeyle harmanlayarak kendine has mezhebî kimliğini oluşturmuştur. Onun mezhebi kimliği seçmeci bir tavrın sonucunda ortaya çıkmıştır. Oluşturmuş olduğu mezhebî kimliği ile hem aksiyoner kişiliğini hem de siyasi hedeflerini bir arada sunacağı bir zemin elde etmiştir.
Sufiyye, 2022
Tasavvufun ilim olma süreci ve sistematik biçimde ıstılahlarının ortaya konulması diğer ilimlerden bazı noktalarda farklılık arz eder. Bunların en önemlilerinden biri ıstılahların oluşumu sürecindeki kavramları kullanmış sûfîlerin söylemleri ve bu söylemleri etrafında sürdürdükleri amelî yaşantılarıdır. Bu anlamda tasavvufî tabakât eserlerinde zikredilen malumatın tasavvufu hem amelî hem de nazarî olarak ele alabilmeye imkân sağladığı söylenebilir. Bilhassa erken dönemde yaşamış sûfîlerin söz ve fiillerinden mürekkeb anlayışları, tasavvufun ilim olma sürecinin değerlendirilmesi açısından büyük önem arz etmektedir. Cüneyd-i Bağdâdî’nin çağdaşı olan Amr b. Osman el-Mekkî de bu açıdan erken dönemde yaşamış önemli bir mutasavvıftır. Bir mutasavvıf olarak el-Mekkî hakkındaki bilgilerin hem diğer İslâmî ilimlerle irtibatı hususunda hem de yaşadığı coğrafyanın ve dönemin tasavvuf anlayışını yansıtması bakımından önemli veriler sunabileceği düşünülmüştür. Böylece bu makalede öncelik, tabakât eserlerinde el-Mekkî hakkında verilen bilgilerin incelenmesidir. Bu inceleme neticesinde onun hayatı, şahsiyeti, kavramsal olarak üzerinde durduğu tasavvuf anlayışı tespit edilmeye çalışılacak ve tasavvuf tarihindeki yerine dair izlenimlere yer verilecektir. Bunun yanı sıra çalışmanın sûfî tabakâtında bir mutasavvıfın nasıl ele alındığı konusunda fikir verebileceği düşünülmektedir.
Hikmet Yurdu Dusunce-Yorum Sosyal Bilimler Arastirma Dergisi, 2015
Ebû Tâlib el-Mekkî (v. 386/996), kendi zamanı ve sonraki sûfî düşünce üzerinde iz bırakmış önemli bir isimdir. Onun Kûtu'l-Kulûb adlı günümüze ulaşan tek eseri, tasavvuf erbabınca son derece önemli sayılmış ve bu eserden çokça istifade edilmiştir. Bu makalede el-Mekkî'nin Kur'ân tasavvuru, söz konusu eseri ışığında ele alınmıştır. Onun Kur'an'ı, sadece zâhirî ve tarihsel bir metin olarak görmediği anlaşılmaktadır. Tam aksine onun düşüncesinde Kur'ân, evrensel, derûnî, rûhânî boyutları olan bir hayat kitabıdır.
The Eleven Principles of Naqshibandiyya Tariqa in the Framework of Abdulgani b. Ismail an-Nablusi (d. 1143/1731) and Miftâhu'l-Ma‘ıyye, 2020
Yaşadığı çağda (XVII-XVIII. y.y.) Suriye’deki mânevî hayatın teşekkülünde önemli rol oynayan Nablusî (ö. 1143/1731), Kâdiriyye ve Nakşibendiyye tarikatlarından hırka giyen, zâhirî ve tasavvufî ilimlerde söz sâhibi olan bir âlimdir. Üç yüz kadar eser telif eden Nablusî’nin en dikkat çeken eserleri, tasavvufla ilgili olanlarıdır. Bu kitaplardan biri de Miftâhu’l-ma‘ıyye fî düstûri't-tarîkati'n-Nakşibendiyye adlı eserdir. Bu kitap, Tâcüddin b. Zekeriyyâ’nın (ö. 1050/1640) Tâciyye isimli eserinin şerhidir. Bu makale, adı geçen kitabı merkeze alarak Nakşibendiyye’nin on bir esâsı hakkında Nablusî’nin bakış açısını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (ö. 612/1220) ve Bahâüddîn Nakşibend (ö. 791/1389) tarafından ortaya konan on bir esâs, Kelimât-ı Kudsiye olarak adlandırılır. Farsça kelimelerle ifâde edilen bu esasların temel hedefi, müritlerin mânevi gelişimini sağlamaktır. Birinci esâs (Yâd Kerd), sürekli olarak yüce Allâh'ı zikretmeyi, ikinci esâs (Bâz Geşt), tevâzuyla Allâh'a yönelmeyi, üçüncü esâs (Nigâh Dâşt), kalbi havâtıra karşı korumayı, dördüncü esâs (Yâd Daşt), kalben Allâh'a dönüş hâlini muhâfaza edip devamlı olarak Allâh'ı hatırda tutmayı, beşinci esâs (Hûş Der-Dem), her nefesi bilinçli bir şekilde alıp vermeyi, altıncı esâs (Sefer Der Vatan), halktan uzaklaşıp Allâh'a yönelmeyi, yedinci esâs, (Nazar Ber-Kadem) atılan her adımı dikkatli bir şekilde atmayı, sekizinci esâs (Halvet Der Encümen), halk içinde iken Allâh ile birlikte olmayı, dokuzuncu esâs (Vukûf-i Zamânî), her ânı bilinçli olarak geçirmeyi, onuncu esâs (Vukûf-i Adedî), zikir adedine riayet etmeyi, on birinci esâs (Vukûf-i Kalbî) ise kalbi sürekli kontrol altında tutmayı öğütler. Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, Nakşibendiyye, On bir esâs, Nablusî, Miftâhu’l-ma‘ıyye. Nablusi who was one of the masters of spiritual life in Syria between the 17th and 18th centuries, wrote his work Miftâhu’l-Maıyye as a commentary on Tâciyye written by Tajuddin b. Zakariyya who one of the most important people of Naqshbandiyya. This study aims to reveal the perspective of Nablusi on the eleven principles of Naqshbandiyya. We can briefly summarize these eleven principles: The first principle is Yâd Kard. This principle states that the disciple should always remember Almighty Allah by saying “lâ ilâha illallâh” every day, with his tongue and heart, as much as he is recommended to him. Making this dhikr continuously, leads to enlightening the heart. Enlighten the heart, leads to purify the heart from all existence except Almighty Allah. The second principle is Bâz Gâsht. This principle, advises to avoid good or bad thoughts that come from spontaneous memory at the time of remembrance. According to Nablusi, the dhikr must be purified from creatures other than Allah until he becomes real dhikr. The third principle is Nigâh Dâsht. This principle states that the heart must be protected from khawater when reading Kalima Tawhid. According to Nablusi khawater are thoughts of the kind of good and evil that comes to the heart. The prevention of these thoughts depends on the repetition of Kalima Tawhid over and over and not bringing any feelings or thoughts to mind. The fourth principle is Yâd Dâsht. This principle, states that the disciple should always envisage himself in the presence of Almighty Allâh. According to nablusi, this concept shouldn’t be in the form of trying to imagine Allâh, but rather in the form of envisioning that it is in front of Allâh. The fifth principle is Hûşh Dar-Dam. This principle, advises the disciple to take every breath as if it were in front of Allah. According to Nablusi, a disciple who thinks that he is in front of Allâh should give his breath consciously. The breath coming out of mouth is more important than the breath, which entered the mouth. Because the person can't control the breath that goes into his mouth, but he can control the breath that goes out of his mouth. Therefore, the disciple must consciously give every breath out of his mouth. The sixth principle is Safar Dar-Vatan. This principle, states that the disciple should move away from the people and turn to Allâh. According to Nablusi, servant's turning to Allâh takes place by moving away from his bad qualities such as greed and miserliness in his soul and by equipping with good qualities such as tolerance and generosity. The seventh principle is Nazar Bar-Qadam. This principle, instructs the disciple to carefully take every step he takes, to protect his eyes from haram and unnecessary things, and to bend his head and walk by looking at his feet in order not to distract him. According to Nablusi, walking by looking at the feet carries the aim of not seeing the behavior of blind people and not interested in their behavior. Because looking at those who are spiritually awake leads to spiritual alertness, and looking at those unaware leads to unawareness. The eighth principle is Khalwat Dar Anjuman. This principle, states that the disciple should be with his heart in the front of Almighty Allah, even though he is with his body among the people. According to Nablusi, being with body among people is done with proper actions, words that do not cause sin, and acts with them in all kinds of worship. Being front of Allâh with the heart, takes place by thinking about Allâh and turning away from other beings. The ninth principle is Wuqûf-i Zamânî. This principle, means that the disciple, must consciously spend all her time and question herself all the time. The disciple should be grateful to Allâh for every time he does good work and repent for every time he does bad work. The tenth principle is Wuqûf-i Adadî. This principle, states that it is necessary to follow a certain number in dhikr. According to Nablusi, the determination of a certain number in the dhikr is formed to exercise the nafs into a number and to gather fragmented thoughts around a single thought. Therefore, the disciple must adhere to the recommended dhikr number. The eleventh principle is Wuqûf-i Qalbî. This principle, states that the heart must be in the face of Allâh without any other purpose than Allâh. This happens when the disciple sees the work of Allâh in everything he looks at. Keywords: Mysticism, Naqshbandiyya, Eleven principles, Nablusî, Miftâhu’l-ma‘ıyye.
STRUCTURED ABSTRACT There are various manifestations of the interaction between Hanafism and the Mutazila. In social respect, it is possible to talk about the relations between “the members of the sects who were directly or indirectly affected” by the interaction. What we mean by the sect members who were directly affected by the interaction are the Hanafite-Maturidites who continued to embrace Hanafism both in fiqh and doctrinal matters, and Hanafite-Mutazilites who adopted Hanafism in fiqh and the Mutazila in doctrine (aqida). Members of the different jurisprudence tendencies within the Mutazila and Mutazilites in general are the groups who were indirectly involved in the process. The ways in which these groups defined each other, their attitudes against Hanafism, which is a common element, and the perception towards respectable figures such as Abu Hanifa to whom importance was attributed by both tendencies are the social manifestations based on sectarian belonging. One of the expected results of this interaction is the adoption of Abu Hanifa, the common value of Hanafite-Maturidites and Hanafite-Mutazilites, who were the direct interlocutors of the interaction. Indeed, the fact that Mu‘tazila associated Abu Hanifa to their own sect was found odd by Hanafite-Maturidite scholars, and this led them to make an effort to adopt Abu Hanifa. This study aims to reveal Mutazilite perception of Abu Hanifa. The study started with the assumption claimed by Hanafite-Maturidite scholars that “Abu Hanifa was considered by Mutazilite scholars to be Mutazilite”. In this direction, the biographical or heresiographical works of Mutazilite scholars, especially Hanafite-Mutazilite scholars, were researched and it was tried to determine whether the reflections of this claim existed. During our researches, contrary to “what was supposed and expected”, it was found that the tendencies that Abu Hanifa was considered to be a Mutazilite were limited in the Mutazilite literature. In addition, there is a serious literature in Mu‘tazila that considers Abu Hanifa from Murjia. For this reason, the course of the study tends to fill the content of Mutezilite perception of Murjia and accordingly the content of Mutezilite definition of Abu Hanifa. As a result of our study, it has been found that there are different approaches between Hanafite-Mutazilites and Hanafite-Maturidites about defending Hanafism and identity of Abu Hanifa. In addition, contrary to what was supposed, it was understood that there was no serious tendency in the Mutazila, which regarded Abu Hanifa directly from the Mutazila. Besides, Mutezilite view of Abu Hanifa has been shown to differ. In this context, it has been observed that different attitudes towards Abu Hanifa’s sectarian identity were adopted such as to give priority to his (Hanafite) identity of jurist, implicit expression of his Mutazilite character and acceptance of Abu Hanifa’s being a Murjite. It is understood that some Mutazilite writers who prioritized the identity of Abu Hanifa, consciously ignored his theological identity. The fact that Saymarî, a Hanafite-Mutazilite scholar, used in his work both for the followers of Abu Hanifa and those who adopted the Mutazila such expressions as “mutakallim”, “in advanced level in Kalam”, while the relationship between Abu Hanifa and Kalam is not mentioned in any way can be shown as an example of this perspective. Another approach in Mutazilite perception of Abu Hanifa is the attitude of the writers who tried to prove that Abu Hanifa’s view of Mutazila was positive. Again, attribution of some Mutazilite ideas by some Hanafite-Mutazilite ulama to Abu Hanifa are considered as a reflection of this perspective. It is understood that the tendency in the Mutazila, which regarded Abu Hanifa as a Murjite, had serious repercussions. It is one of the surprising results for us that this attitude was adopted by figures such as Jahiz, Kabi, Jushemi, who were Hanafite in fiqh and Mutazilite in doctrine. This situation allowed us to conclude that the probability, we considered at the beginning of the study, that the Hanafite-Mutazilite individuals counted Abu Hanifah from the Mutazila was not accurate and that this attitude would not at least be considered as a general inclination for these individuals. In this direction, although Hanafites-Mutazilites’ efforts “to regard Abu Hanifa indirectly as a Mutazilite” and “to associate Mutazilite ideas with him”, a systematic attempt to count Abu Hanifa from the Mutazila was not revealed by the Hanafite scholars. In this case, it is understood that the interlocutors of the claim that Mutazila considered Abu Hanifa from themselves were not the famous Hanafite-Mutazilite individuals. Moreover, the ulama, who had Hanafite-Mutazilite identity, did not hesitate to count Abu Hanifa from Murjia. It seems quite interesting that the Mutazilite writers of biographical works such as Kabî and Jushemi did not include Abu Hanifa in the Mutazila, even though they aim to include respectable individuals in the Mutazila. Because the hesitations of the Hanafite-Mutazilite ulama, who included Shafi'i into Mutazilites, about Abu Hanifa are noteworthy. Again, it is difficult to understand that Abu Hanifa’s name was avoided to be mentioned and that in these works it is indirectly implied that Abu Hanifa’s perception of Mutazila was positive, although the companions of Abu Hanifa were included in Mutazilite biographical works. At this point, it can be said that there was a perception even in the mind of the early Mutazilite writers such as Jahiz and Nashi al-Akbar that Abu Hanifa was a Murjite, and the perception was continued by Kabi and turned into a common attitude in the Mutazila. This may explain the fact that Jushemi included Shafi'i in Mutazilite tabaqât works in the fifth century, but did not oppose the current attitude to Abu Hanifa by not mentioning him in his work. Another result of our study is that there are different perceptions of Abu Hanifa in the works of Qadi Abd al-Jabbar. In one of his works, Abd al-Jabbar depicts for Abu Hanifa a Murjite image defeated by the Mutazila. In addition, in the different narrations in his work, Abu Hanifa is defined as a respected figure to which Mu'tazila refers to his views, or as a person who considers Kalam beyond Murjite and Mutazilite views to be innovation (bidat). This shows us that the ulama’s perception of Abu Hanifa can be conjunctural and that functionality has an important place in this perception. However, the fact that Qadi Abd al-Jabbar used Abu Hanifa to ground the Mutazilite views, but did not include him as a Mutazilite in his biographical work can also be explained by the fact that the tendency to regard Abu Hanifa as Murjite was famous in the Mutazila. Keywords: Mu’tazila, Murjia, Hanefite-Mutezilite, Abu Hanifa, Hanefite-Maturidite.
Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2022
Peer-Review (Değerlendirme) Double anonymized-Two External (İki Dış Hakem / Çift Taraflı Körleme). Ethical Statement (Etik Beyan) It is declared that scientific and ethical principles have been followed while carrying out and writing this study and that all the sources used have been properly cited. (Bu çalışmanın hazırlanma sürecinde bilimsel ve etik ilkelere uyulduğu ve yararlanılan tüm çalışmaların kaynakçada belirtildiği beyan olunur). Plagiarism Checks (Benzerlik Taraması) Yes (Evet)-Turnitin. Conflicts of Interest (Çıkar Çatışması) The author(s) has no conflict of interest to declare. (Çıkar çatışması beyan edilmemiştir). Complaints (Etik Beyan Adresi
Bülent Ecevit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2020
Ebû’t-Tayyib Ahmed b. el-Huseyn el-Mutenebbî el-Kindî, genellikle Hamdânî hükümdarı Seyfüddevle ile ilişkilendirilen bir Abbâsî dönemi methiyecisidir. el- Mutenebbî şairlik kariyerinin ilk dönemlerinde çeşitli hamileri övmüştür; ama bu süreç, Seyfüddevle’yle aralarındaki ilişkiye yalnızca bir girizgâh olabilecek niteliktedir. Nitekim söz konusu ilişki, şairin kariyerinin en parlak dönemini meydana getirmektedir. Seyfüddevle 337/948 senesinde Antakya’ya muzaffer olarak girdiğinde, el-Mutenebbî, Seyfüddevle’nin kuzeninin aracılığıyla, onun gelişini kutlayan bir methiye nazmetme fırsatı bulmuştur. Böylelikle 337/948 senesinin başlarında, nihayet Seyfüddevle’nin resmî şairi olacağı Hamdânî sarayına yerleşmeyi başarmıştır. el-Mutenebbî, methiye şairi olarak dokuz yıl kadar bu mecliste kalacaktır. Burada hamisi için nazmettikleri, Arap şiirinin en meşhur methiyelerindendir. Seyfüddevle’ye adanan bu övgüler, bir bütün olarak Seyfiyyât namıyla tanınmaktadır. Hamisine askerî seferlerinde eşlik eden el-Mutenebbî, savaşların detaylarını kaydetmiş ve bunları tebrik methiyelerinde betimlemiştir. el- Mutenebbî, Seyfüddevle’ye gerçekten de samimi şekilde bağlanmıştır. Onun gözünde Seyfüddevle, cesur, fedakâr ve cömert olmasının yanı sıra, İslam’ın savunucusu ve ideal bir Arap lideridir. İcra ettiği bu paha biçilmez propaganda hizmetinin karşılığında, şaire oldukça iyi bir ödeme de yapmıştır. Bu nedenle aralarındaki durum, esasen karşılıklı bir çıkar ilişkisidir. el-Mutenebbî hem saraydaki hasımlarının düşmanca komplolarının hem de kendi kibrinin kurbanı olarak, sonunda Hamdânî sarayından kaçacaktır. Bu çalışmada, el-Mutenebbî’nin Seyfiyyât’ı ve onun şiirsel üslubu bilimsel bir metotla incelenmiştir. Bunun yanı sıra, söz konusu koleksiyondan öne çıkan bir methiye, örnek olarak sunulmuştur. Abū al-Tayyib Ahmad ibn al-Husayn al-Mutanabbī al-Kindī was a famous Abbāsid panegyrist, associated with the Hamdānid ruler Abū al-Hasan Sayf al-Dawla. al-Mutanabbī eulogized various patrons during the early part of his poetic career. But it was just a prelude to al-Mutanabbī’s relationship with Sayf al-Dawla, which must be considered the prime of his career. When Sayf al-Dawla made a triumphal visit to Antioch in 337/ 948, al-Mutanabbī, thanks to the intercession of Sayf al-Dawla’s cousin, had the opportunity to compose a panegyric celebrating his entry. Finally, he succeeded in establishing himself at the Hamdānid court in Aleppo, where he became the poet laureate of Sayf al-Dawla at the beginning of 337/948. al-Mutanabbī remained in that court some nine years as his panegyrist. He composed for his patron what have become some of the most famous Arabic panegyrics. These panegyrics of Sayf al-Dawla are known collectively as Sayfiyyāt. al-Mutanabbī, who accompanied his patron on his military expeditions, recorded the details of the battles and described them in celebratory panegyrics. al-Mutanabbī was sincerely attached to Sayf al-Dawla, who was in his eyes the personification of the ideal Arab leader and a champion of Islam, audacious, altruistic and benevolent. In return for this priceless propaganda he provided, the poet was well paid. Thus this was inherently a relationship of mutual interest. And finally, al-Mutanabbī fled the Hamdanid court, a victim of both the hostile conspiracy of his enemies at court and his own arrogance. In this study, the Sayfiyyāt of al-Mutanabbī and his poetical style are examined with a scientific method. In addition to this, a prominent panegyric of this collection is given as an example.
Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 2017
Kitabi, 2023
İmam Mâtürîdî’nin sadık bir takipçisi olan Nesefî, itikadî konuları ele alırken Ehl-i Bid‘ata karşı genelde Ehl-i Sünnet’in özelde Hanefî-Mâtürîdî akîdeyi savunmuş, bu akîdenin daha doğru ve isabetli olduğunu naklî ve aklî delillerle ispat etmeye çalışmıştır. Ayrıca Ehl-i Sünnet arasında ihtilâf edilen konularda da Ehl-i Hadis, Hanbeliyye ve Eş‘ariyye’nin görüşlerine yer vermiş, bunların bir kısmını kabul edip kendi görüşüne dayanak olarak kullanmıştır. Kimi zaman da bir kısmını reddedip çeşitli açılardan eleştirmiş, onlara karşı Hanefî-Mâtürîdî akîdesini savunmuştur. Fakat bu ihtilâflar sebebiyle onları, sapkınlık veya delâletle de suçlamamıştır.
Loading Preview
Sorry, preview is currently unavailable. You can download the paper by clicking the button above.