Bilgiç, E. Ç., ve Kavas, A. (2018). Evaluating The Ghetto Term Through Turkey. (M. Elkaftangui, Ed.) AMPS Proceedings Series 13. Constructing an Urban Future,. Abu Dhabi University, UAE. 18-19 March (2018). s.[7-21] (ISSN: 2398-9467)., 2018
The practice of socio-cultural, social exclusion and residential segregation brings a heterogeneo... more The practice of socio-cultural, social exclusion and residential segregation brings a heterogeneous identity to cities in the multidimensional and complex structure of urban culture. This heterogeneous appearance of the cities, which contains ethnic, religious
convergence, cultural and denominational uniformities, are surrounded by homogeneous network of relationships, which also manifest themselves in the form of spatial relationships in urban areas called ghettos.
Until the 1980s, the concept of ghetto was rather an outcome of ethnic, religious, denominational, and cultural discrimination; however, with the 1980s, ghetto term has also been used for parts of the cities, which have deprived infrastructures, lack of social facilities and socio-economically poor groups. With the 2000s, closed-societies/ gated communities, which are spatial parts of consumer culture, have come to be known as modern or rich ghettos. After 2010 along with the wars especially in Middle East, ghettoes who emigrated to secure their lives in other lands caught the attention. Hence, after the 1980s ghetto with the using outside of its real meaning has begun to lose its characteristic to be an instrument of ethnic, religious, denominational or cultural discrimination and become to be a classificatory exclusionary instrument.
Within the scope of this study, the process of ghettoization has been selected from Turkey. The way in which the concept will be argued in five case studies and three different periods: 1940-1960 (Jewish Ghetto of Balat); 1960-1980 (Roman Ghetto of Sulukule and Denominational Ghetto of Gazi Neighborhood); and post-1980 (‘Gated Communities of Mavişehir Neighborhood and Post-War Ghetto of Önder Neighborhood). Variety of examples on ghettos through Turkey will be evaluated on the keywords, which form the basis of the ghetto term, and these cases carry the ghetto characteristic or not will be researched.
Uploads
Papers by Asmin Kavas
bağlı olarak cinsiyet eşitliği algısının ve uygulamalarının yerelden yerele değişkenlik göstermesine yol açmaktadır. Her ilin, kadın-erkek eşitliğine yönelik farklı sosyo-ekonomik ve kültürel dinamikleri bulunmaktadır. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının tasarımı aşamasında
bu farklılıkların göz önünde bulundurulması önemlidir. Bu çalışmanın amacı, Türkiye'nin 81 ilinde toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin mevcut durumu analiz etmek, kadınların yaşadıkları sorunları tespit etmek ve bu sorunlara çözüm önerileri sunmaktır. Betimsel araştırma tasarımının kullanıldığı çalışmada, nitel veri toplama tekniklerinden odak grup görüşmeleri ve yarı yapılandırılmış mülakatlar uygulanmıştır. Çalışma kapsamında 81 ilde kadın sivil toplum örgütleri, akademisyenler, kanaat önderleri, iş insanları, muhtarlar ve baro temsilcileri gibi çeşitli
paydaşlarla görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Veriler içerik analizi yöntemi ile analiz edilerek ortak sorun alanları tespit edilmiş ve çözüm önerileri sistematik bir şekilde sınıflandırılmıştır. Çalışma kapsamında ulaşılan sonuçlara göre, kadınların en çok karşılaştığı 9 temel sorun alanı belirlenmiştir: Kadınların toplumsal rollerden kaynaklı baskı görmesi, eğitime erişim sorunları, ekonomik özgürlük eksikliği, şiddet vakalarının artışı, karar alma mekanizmalarına katılım yetersizliği, alkol
ve madde bağımlılığı, göçten kaynaklı sorunlar, kamu hizmetlerine erişimde güçlükler ve afet riski nedeniyle güvenli yaşam alanlarının eksikliği. Bu sorunlara yönelik olarak geliştirilen 97 çözüm
önerisi, yerel ve ulusal politika yapıcılarına rehberlik edecek niteliktedir. Bu çalışmanın önemi, Türkiye'de toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının yerel dinamiklere dayalı olarak tasarlanmasına katkı sağlaması ve kadınların toplumsal hayata katılımlarını artıracak somut çözüm önerileri
sunmasıdır. Toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde yerel aktörlerin ve katılımcı mekanizmaların güçlendirilmesi, politikaların etkinliğini artıracaktır.
geliştirilmiştir. Ortak alanların genel olarak önemi ve koruma stratejilerini konu alan bu çalışma da, bu alanların temel değerini yitirmesinin yarattığı eşitsizliklerin önüne geçebilmek ve bu eşitsizliklerin en aza indirilmesini sağlamak adına önerilen koruma stratejilerinin incelenmesini amaçlamaktadır. Çalışma kapsamında ortak malların kullanımında yaşanan trajediyi anlatan Garrett Hardin incelemeye alınmış ve bu alanların korunmasına dair önerdiği koruma modelleri tartışılmıştır. Yine çalışma kapsamında Hardin tarafından önerilen modellere getirilen eleştiriler, Elinor Ostrom tarafından ele alınan kolektif denetim stratejisi bağlamında değerlendirilmiştir. Yapılan tüm değerlendirmeler Türkiye üzerinden ortak alanlar için uygulanan mevcut politikalar ışığında ele alınmış ve tartışılmıştır.
ABSTRACT
Common goods, common assets, common areas or commons are areas that do not have any property rights, are free to enter, open to everyone, and their use by consumers is not prohibited. Some of the common areas belong to the state; some of them are defined as public spaces. Areas such as atmosphere, underground waters, open seas, fishing areas, natural beaches, water reserves, forests, pastures, parks, coasts, children's playgrounds, pedestrian sidewalks are common areas. The increase in population and technological advances have caused a strong competitive tendency and pressure in these areas. It is noteworthy that these rivalries and pressures experienced a tragedy over the use of common areas. In order to prevent this tragedy, protection strategies have been developed by important thinkers. This study, which deals with the general importance of common areas and conservation strategies, aims to examine the protection strategies proposed in order to prevent the inequalities caused by the loss of the basic value of these areas and to minimize these inequalities. Within the scope of the study, Garrett Hardin, who tells about the tragedy experienced in the use of common goods, was examined and the protection models proposed for the protection of these areas were discussed. Again within the scope of the study, the criticisms brought to the models proposed by Hardin were evaluated in the context of the collective control strategy addressed by Elinor Ostrom. All assessments were made in the light of present policies that apply to common areas via Turkey and discussed.
yeni mali yönetim anlayışında Sayıştayın başta
belediyeler olmak üzere tüm kamu idarelerinin mali
alandaki denetimlerinde görev alanı, 2003 tarihli
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu
kapsamında genişletilmiştir. Bu Kanun’un yürürlüğe
girmesinin ardından Sayıştay, idareler tarafından
hazırlanan politika belgelerinin değerlendirilmesi
görevini içeren kurumsal performans denetimine
başlamıştır. Kurumsal performans denetimi dikkate
alınarak geliştirilen bu çalışmanın temel amacı
Sayıştayın performans denetimlerinin, verimlilik,
etkinlik ve tutumluluk ilkeleri bağlamında tartışmak
ve büyükşehir belediyeleri için bu denetimlerin
önemini göstermektir. Çalışma kapsamında 2014
yılı itibariyle Sayıştay tarafından gerçekleştirilen
kurumsal performans denetiminin kavramsal analizi,
Türkiye’ye bu uygulamanın nasıl yansıdığı
tartışılmıştır. Çalışmada içerik analizi yöntemine
başvurularak, Sayıştay tarafından 30 büyükşehir
belediyeleri özelinde 2019 yılında hazırlanan
performans denetim raporlarındaki denetim
bulguları açıklanmaya çalışılmıştır. Çalışmanın
sonuç kısmında ise Türkiye’deki büyükşehir
belediyelerinin performans denetimini tam olarak
özümseyemedikleri, tespit edilen bulgular üzerinden
tartışılmıştır
manifesto niteliğindedir. Tarih boyunca düşünürler ve yazarlar, ideal kent
yönetiminin formüllerini araştırmışlardır. Antikçağ’dan günümüze kadar
geliştirilen ütopyalar, kentleri, ideal yaşamın gerçekleştiği mekân algısı üzerinden kurgulamışlardır. Bu çalışmanın amacı da Antikçağ’dan günümüze kadar kentlerin gelişimine katkıda bulunan ütopyalarda kentlerin ele alınış biçimlerini ortaya koymaktır. Öncelikle çalışmada ütopya ve ütopya ve kent ilişkisi kavramsal olarak açıklanacak, sonrasında Antikçağ, Ortaçağ, Erken Modern Dönem, 19. ve 20. yüzyılütopyalarında kent olgusunun nasıl ele alındığı ve şekillendiği irdelenecektir. Çalışmanın üçüncü ve son kısmı ise genel olarak kent ütopyalarının tartışıldığı ve değerlendirildiği sonuç bölümünden
oluşmaktadır.
1980’li yıllara kadar getto kavramı daha çok, etnik, dini, mezhepsel ve kültürel ayrımcılığın bir ürünü olurken; 1980 sonrası kavram, kentin altyapıdan ve her türlü sosyal olanaktan yoksun ve sosyo-ekonomik olarak yoksul yerleri, tüketim kültürünün parçası ve kentsel bir ayrışma modeli olan kapalı topluluklar yerine de kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla 1980 sonrası getto gerçek anlamının dışında kullanılarak; etnik, dinsel, mezhepsel ve kültürel türdeşlikleri içeren homojen olma niteliğini yitirmeye başlamış ve kavram sınıfsal bir ayrıştırma aracı durumuna gelmiştir.
“Alışılagelmiş Getto Kavramına Türkiye Üzerinden Bakmak” isimli bu çalışma kapsamında da Türkiye’deki gettolaşma sürecine değinilerek; kavramın Türkiye’de ele alınış biçimi tarihsel bağlamda uluslararası literatür de dikkate alınarak “1940-1960 dönem, 1960-1980 dönem ve 1980 sonrası dönem” olmak üzere üç ayrı dönemde ve Balat, Gaziosmanpaşa, Mavişehir, Gazi ve Önder Mahallelerinin olmak üzere beş temel örnek üzerinden ele alınacaktır. Bu alanlar, gettonun gerçek kullanımını oluşturan ortak kavramlar üzerinden değerlendirilecek ve bu alanların ne derecede gerçek anlamda getto özelliği taşıyıp taşımadığı üzerinden tartışılacaktır.
sayılarında ciddi artışlara neden olmuştur. Bu durum rekabet sihirli
sözcüğü altında kentleri kontrol merkezi olma yolunda birbirleri ile yarışır
hale getirmiştir. Kentlerde artan talep ile beraber üretim deseninde yaşanan
değişim (seri üretimden esnek üretim modeline geçiş), ileri teknoloji ile
yönetilen iş güçlerini de çeşitlendirmiştir. Bu durum kentin çekici ve kırın
itici gücü ile beraber kırsal alanlardan kentlere yaşanan göçlerin artmasına
sebep olmuştur. Kent hayatının sunduğu iş olanakları ve cazibe merkezleri,
kırsal alanlarda ve geri kalmış bölgelerde yaşayanların ilgisini
uyandırmıştır. Her ülke neo-liberal politikalar kapsamında pazarın çekici
gücü haline gelmek için birbirleri ile yarışır duruma gelmişlerdir. Bu
durum devletin üstlendiği rolü de bir şekilde değişime uğratmıştır.
Devletler yer seçim kararları ile kentleri, yatırımcıları çekmek amacıyla
cazibe merkezi haline dönüştürürken; esnek politikaları ile de seçmenlerin
seçim kararlarını etkilemeye çalışmışlardır. Yaşanan bu dönüşüm de yeni
kentsel politikaların gelişmesine sebep olmuştur. Sınırları küresel bir
dünya ölçeğinde kaybolmaya başlayan yeni alanlar, rekabet ortamına
uyum sağlamak amacıyla yeni yönetim modellerinin değişimine ihtiyaç
duymuştur. Bu değişim dünya ile birlikte Türkiye’yi de etkilemiştir.
Bu çalışma kapsamında, yeni kentsel politikalar ekseninde Türkiye’de
metropoliten alanlara özgü yönetim modelleri incelenmiş ve yürürlükte
olan yasal düzenlemeler çerçevesinde metropoliten alanlarda uygulanan
politikalar incelenmeye çalışılmıştır.
belediye yönetimine giren aktörlerin iktidarlarını sürdürmelerinde, “yerel hizmet”
olarak tanımlanan belediye hizmetlerini başarılı bir şekilde sunmaları çok önemlidir.
Hem siyasetin temel kurumları hem de yönetim organları için önemli bir role sahip
olan seçmen davranışları üzerinde, Türkiye’de yapılan araştırmaların sayısında son dönemde önemli bir artış olduğu görülmektedir. Ancak seçmenin karar verirken nasıl bir süreçten geçtiği, bu süreç içerisinde hangi unsurlardan etkilenip, hangi unsurları dikkate almadığı ve özellikle yerel yönetim seçimlerinde “sunulan belediye hizmetlerinin” bu davranışları belirlemede etken bir rol oynayıp oynamadığı yönünde
yapılan araştırmalar son derece sınırlıdır. Son dönemlerde güncel ve tartışmaya açık
olan belediye hizmetlerinin, seçmenin oy tercihlerindeki yeri ve önemi üzerinde
yapılan sınırlı sayıdaki araştırmalar, bu alanda çalışma yapılmak istenmesinin temel nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Bu çalışma kapsamında da yerel düzeyde belediyeler tarafından sunulan belediye hizmetlerinin özellikle yerel seçimlerdeki seçmen tercihlerini ve oy verme davranışlarını etkileyip, etkilemediği sorusuna cevap aranacaktır. Belediye hizmetleriyle seçmen davranışı arasındaki ilişki, yapılacak olan
teorik çalışmalarının ardından, Ankara Altındağ ve Yenimahalle ilçe belediyelerinde yapılan alan araştırması üzerinden ölçülecek, tartışılacak ve değerlendirilecektir. Belediye hizmetlerinin seçmenin oy verme davranışında etkisinin olup olmadığının incelendiği Altındağ ve Yenimahalle ilçe belediyelerinde yapılan alan araştırmasında kullanılan anket yönteminde, yerel seçimlerde seçmenin kararında etkili olan faktörler genel seçimlerle birlikte ele alınmıştır. Böylelikle belediye hizmetlerinin yerel seçimlere olan etkisinin genel seçimlere olan etkisiyle birlikte tartışılması, araştırma kapsamında “yerel biriminin” doğasının daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunabilecektir.Bu katkıyla beraber seçmenin kararında belediye hizmetlerinin etkisinin olması durumunda hangi hizmetlerin seçmenin tercihinde etkisi olduğu, belediye hizmetlerinin etkisinin olmadığı durumlarda da hangi faktörlerin seçmenin oy verme kararında etkili olduğu sorusuna daha iyi yanıt vereceği düşünülmektedir.
convergence, cultural and denominational uniformities, are surrounded by homogeneous network of relationships, which also manifest themselves in the form of spatial relationships in urban areas called ghettos.
Until the 1980s, the concept of ghetto was rather an outcome of ethnic, religious, denominational, and cultural discrimination; however, with the 1980s, ghetto term has also been used for parts of the cities, which have deprived infrastructures, lack of social facilities and socio-economically poor groups. With the 2000s, closed-societies/ gated communities, which are spatial parts of consumer culture, have come to be known as modern or rich ghettos. After 2010 along with the wars especially in Middle East, ghettoes who emigrated to secure their lives in other lands caught the attention. Hence, after the 1980s ghetto with the using outside of its real meaning has begun to lose its characteristic to be an instrument of ethnic, religious, denominational or cultural discrimination and become to be a classificatory exclusionary instrument.
Within the scope of this study, the process of ghettoization has been selected from Turkey. The way in which the concept will be argued in five case studies and three different periods: 1940-1960 (Jewish Ghetto of Balat); 1960-1980 (Roman Ghetto of Sulukule and Denominational Ghetto of Gazi Neighborhood); and post-1980 (‘Gated Communities of Mavişehir Neighborhood and Post-War Ghetto of Önder Neighborhood). Variety of examples on ghettos through Turkey will be evaluated on the keywords, which form the basis of the ghetto term, and these cases carry the ghetto characteristic or not will be researched.
Books by Asmin Kavas
yönündedir. Bu teoriye göre nüfus geometrik olarak (2, 4, 8, 16, 32...), gıda kaynakları ise aritmetik (1, 2, 3, 4, 5, 6 ) oranda artış göstermektedir. O’na göre gıda kaynakları karşısında 2 kat oranla artan ve kontrol edilemeyen bu nüfus artışı, gıda maddelerine erişimin önündeki en
temel engellerden birisini oluşturmaktadır. Nüfus artışının yol açtığı gıda kaynaklarının yetersizliği Malthus’a göre en çok dar gelirli kesimleri etkileyecek, onların bu kaynaklara erişimini engelleyecek ve hatta onların hayatta kalamamalarına neden olacaktır. Malthus’a
göre bu durum, güçlünün yaşaması, güçsüz olanın ise doğal seçilime uğraması anlamını taşımaktadır. Dar gelirlilerin, doğal seçilim sonuncunda hayatta kalamama durumu, Malthus
açısından son derece doğaldır. Çünkü Malthus’a göre bu kesim, her türlü imkansızlıklarına rağmen çok çocuk doğurarak nüfus dengesini ve gıda kaynaklarına erişimin önündeki engeli
daha da güçlendirmektedirler.
Malthus açısından bütün kötülüklerin temelinde, üzerinde durduğu işte bu nüfus ilkesi
yatmaktadır. O’na göre nüfus ilkesi zamandan bağımsız olarak her yerde etkisini
gösterecektir. Nüfus ve gıda dengesi açısından da Malthus’a göre dar gelirlilere yönelik
yardımların yapılmaması, devletin ve kilisenin bu duruma müdahalede bulunmaması
gerekmektedir. Malthus’a göre doğa zaten bu dengenin sağlanmasında önemli bir işlevi yerine getirmektedir. O’na göre salgın hastalıklar, çevre felaketleri gibi türlü olumsuzluklar, doğanın insan nüfusunu belirli bir düzeyde tutma ereğiyle gerçekleştirdiği eylemlerinden bazılarını
oluşturmaktadır. Malthus özellikle salgın hastalıkları, doğal dengenin korunması adına nüfus ilkesinin bir görünümü olarak okumaktadır. O, nüfus dengesinin sağlanması ve gıda
kaynaklarına erişimin önündeki engellerin kaldırılması adına da dar gelirlilere yönelik salgınla mücadele kapsamında herhangi bir koruma stratejisinin veya müdahale yönteminin geliştirilmemesi gerektiğinin altını çizmektedir. O bu durumu doğal seçilim vurgusu
üzerinden yorumlamaktadır. COVID-19 olarak da bilinen yeni tip Koronovirüs, son dönemlerde salgın hastalıklar kapsamında tüm dünyayı etkisi altına alan önemli bir gündem maddesini oluşturmaktadır.
Koronovirüsün pandemi olarak nitelendirildiği 11 Mart 2020 tarihinden bu yana tüm dünya, salgınla mücadele konusunda alarma geçmiş durumdadır. Birçok ülke, geliştirdikleri ve geliştirmeye devam ettikleri çözümler ile salgınla mücadelenin yollarını aramaktadırlar. Özellikle salgının başlangıç dönemlerinde İsveç gibi bazı ülkelerin hastalıkla mücadele kapsamında geliştirdikleri yöntem ve yaklaşımlar, çoğu ülkenin geliştirdiği stratejilerden farklılaşmaktadır. Salgının hızla yayılmaya başladığı ilk dönemlerde İsveç, mücadelede yöntemlerini, virüsü kontrollü bir biçimde yayma ve sürü bağışıklığını geliştirme stratejileri
üzerine kurmuştur. Bu kapsamda çalışmanın amacını da İsveç örneği üzerinden, COVID-19 salgını ile mücadele süreçlerinin Malthus teorisi açısından değerlendirilmesi oluşturmaktadır. Çalışmada temel olarak salgınla mücadelede İsveç tarafından geliştirilen koruma
stratejilerinin, Malthus tarafından nüfus dengesinin sağlanması bağlamında önerilen çözüm yöntemleri ile benzerlik taşıyıp taşımadığı, sorusuna yanıt aranacaktır. Literatürde COVID-19 salgını ile mücadele kapsamında ülke örnekleri üzerinden geliştirilen koruma stratejilerinin düşünsel yaklaşımlar bağlamında tartışıldığı çalışmaların sayısının sınırlı olduğu gözlemlenmektedir. Bu sınırlılıklar göz önünde bulundurularak
geliştirilen bu çalışmanın, ileride yapılacak araştırmalara teorik bir altyapı sunması hedeflenmektedir. Bu açılardan da çalışmanın literatüre katkı yapması beklenmektedir. İçerik analizi yöntemi ile geliştirilen bu çalışmanın 3 kısımdan oluşması planlanmaktadır. Çalışmanın birinci kısmında Malthus tarafından geliştirilen nüfus teorisi
incelenecektir. Çalışmanın ikinci kısmında COVID-19 ile mücadele kapsamında, virüsü kontrollü bir biçimde yayma ve sürü bağışıklığı stratejileri, Malthus tarafından geliştirilen nüfus teorisi ve çözüm önerileri göz önünde bulundurularak değerlendirilecek ve tartışma,
İsveç örneği üzerinden ele alınacaktır. Çalışmanın sonuç ve genel değerlendirme bölümünü içeren üçüncü ve son kısmında ise yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen genel bulgular tartışılacaktır. Bu bulgulara göre COVID-19’un toplumsal yapı üzerinde önemli etkileri
bulunduğu tespit edilmiştir. Gerek konut yeterliliğinden, gerek yeterli beslenme olanaklarından mahrum olmaları bağlamında, dar gelirlilerin biyolojik olarak salgına yakalanma ve hastalığı atlatamama olasılıkları, toplumun diğer kesimlerine göre daha
yüksektir. Ek olarak salgınla mücadele kapsamında dar gelirlilerin sağlık, uzaktan eğitim gibi temel hizmetlere erişim kısıtları doğmuş ve bu durum onların sosyolojik olarak toplumun geri kalan kesimleriyle mesafelerini de artırmıştır. Bunun yanında çalışma kapsamında, Malthus’un çözüm önerileri ile geniş bir benzerlik taşıyan virüsü kontrollü bir biçimde yayma ya da sürü bağışıklığı gibi stratejilerin, salgının yayılım hızının azaltmadığını; dar gelirlilerin yanında toplumun geri kalan kesiminin de salgından ciddi şekilde etkilendiğini göstermiştir.
Elde edilen tüm bu bulgulara göre salgınla mücadele kapsamında geliştirilen sürü bağışıklığı gibi yöntemler, hastalığa karşı saf bir kayıtsızlıktan başka bir anlama gelmemektedir. Bu kayıtsız kalma durumu, akıllara yeniden Malthus’un düşüncelerini
getirmektedir. Kayıtsız kalma durumu Malthus’a göre kötüdür ama doğaldır ve nüfus dengesi açısından nihai bir iyiliğe yol açarak, toplumun geneli için olumlu sonuç verecektir. Ancak İsveç örneği üzerinden de anlaşılacağı üzere, salgınla mücadele kapsamında geliştirilen çözüm önerileri toplumun geneli için olumsuz bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Bu kapsamda da son dönemlerde başta İsveç olmak üzere birçok ülke, salgınla mücadele kapsamında toplumun tümünü ilgilendiren koruma stratejilerini ve çözüm önerilerini yeniden tasarlayarak, hayata geçirmişlerdir.
birimleri, uluslararası kurum ve kuruluşlar geliştirdikleri ve geliştirmeye devam ettikleri çözümler ile bu salgınla mücadelenin yollarını aramaktadırlar. Bugün dünya nüfusun yüzde 55’i kentsel alanlarda yaşamaktadırlar. Neredeyse tüm insanların yaşamlarını tehdit eden bu salgın da özellikle nüfusun yoğun olduğu kentlerde etkisini göstermektedir. Salgınla mücadelede ülkeler, dijital altyapı kapasitelerini ve becerilerini akıllı kent uygulamaları kapsamında geliştirerek, COVID-19’un yayılımını hafifletmeyi hedeflemektedirler. Akıllı kent uygulamaları kapsamında ülkeler bu süreçte;
(i) dijital ve teknik altyapıların güçlendirilmesi, (ii) yapay zeka teknolojilerinin sürece dâhil
edilmesi, (iii) mekânsal bazlı izleme sistemleri ile yurttaşların hareketliliğinin ölçümü ve
(iv) vatandaşların sağlık durumlarının takibi gibi uygulamaların geliştirilmesi üzerinde çalışmaktadırlar.
COVID 19 ile mücadelede akıllı kent uygulamalarının araştırılması, bu çalışmanın temel odağını oluşturmaktadır. Çalışma ülkelerin yeni tip koronovirüs karşısında geliştirdikleri akıllı kent çözümleri üzerinden değerlendirilmiştir. Çalışma kapsamında ayrıca Türkiye’de pandemi döneminde geliştirilen akıllı kent uygulamaları dikkate alınarak, Türkiye için genel çıkarımlarda bulunulmaya çalışılmıştır.
yaşamın her alanında yer alması, görülebilmesi, kararlara katılabilmesi,
fırsatları değerlendirebilmesi, güçlenmesi, temsil edilmesi ve kaynaklara
erişimi olarak ifade edilmektedir. İnsan hakları ve temel özgürlükler
bağlamında değerlendirildiğinde, her türlü ayrımcılık kabul edilemezdir.
Toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında bu perspektif, hem uluslararası hem
de ulusal çerçevede kendine yer bulmaktadır. Birleşmiş Milletler (BM)
düzeyindeki temel insan hakları sözleşmelerinden biri olan “Kadına Karşı
Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (Convention on
Elimination of All Forms of Discrimination Against Women - CEDAW),
kadın haklarının korunmasına ilişkin uluslararası temel düzenlemelerden
biri olarak kabul edilmektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu bu sözleşmeyi
imzalayan devletler, erkeklere ve kadınlara; ekonomik, sosyal, kültürel,
kişisel ve siyasal haklardan yararlanmaları konusunda, eşit haklar sağlama yükümlülüğü altında bulunduklarını beyan etmişlerdir (T.C. Resmi Gazete, 14 Ekim 1985, Sayı 18898). Toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin bir başka uluslararası taahhüt ise Pekin Deklarasyonu ve Eylem
Platformu’dur. Türkiye’nin de taraf olduğu bu ve benzeri yapılar, taraf
ülkeleri kadınların güçlenmesi ve ilerlemesi, kadın-erkek eşitliğinin
geliştirilmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin ana politika ve
programlara yerleştirilmesi konularında yükümlü kılmaktadır (TBMM,
2000). Dünya nüfusunun yarısının ayrımcılık nedeniyle geri kaldığı bir
senaryoda, toplumsal cinsiyet eşitsizliği; ekonomik büyüme, toplumsal
istikrar ve sürdürülebilir kalkınmanın da engellenmesi anlamına
gelmektedir (BM, 2014). Uluslararası sözleşmeler kapsamında temel ve
ihlal edilemez bir insan hakkı olarak tanımlanan toplumsal cinsiyet eşitliği
bu bağlamda, 2015 yılı ile birlikte Binyıl Kalkınma Hedeflerinin yerini
alan sürdürülebilir kalkınma amaçlarının da temel göstergeleri arasında yer almaktadır (BM, 2015).
Toplumsal cinsiyet eşitliğinde ülkemizin ulusal, bölgesel ve yerel
düzeyde ilerleme kaydedebilmesi, kadın-erkek eşitliğinin boyutlarını
ortaya koyabilmesi ve belirlenen eksikliklere göre politika önerileri oluşturabilmesi için, toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik ölçme ve
değerlendirme araçlarının geliştirilmesi önemlidir. Bu hedef gözetilerek
geliştirilen “81 İl Düzeyinde Türkiye’nin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Karnesi” çalışmasının temel amacı da 2019 yılı verileri gözetilerek,
Türkiye’de illerin kadın erkek eşitliği konusundaki mevcut durumlarını
ortaya koymak, illerin toplumsal cinsiyet eşitliği karşısındaki durumlarını
değerlendirmek ve yerel düzeyde toplumsal cinsiyet eşitliliğini temel alan
sosyal politika üretim sürecinde yol göstermektir. Çalışma temel olarak 3
kısım ve ekler bölümünden oluşmaktadır. Çalışmanın birinci kısmında,
toplumsal cinsiyet eşitliğinin önemine, uluslararası düzlemde toplumsal
cinsiyet eşitsizliği kapsamında geliştirilen ölçme ve değerlendirme
araçlarına değinilmiştir. Yine aynı kısımda, uluslararası düzlemde
toplumsal cinsiyet eşitsizliği kapsamında geliştirilen ölçme ve
değerlendirme araçlarına göre Türkiye’nin toplumsal cinsiyet
eşitsizliğindeki mevcut durumuna, diğer ülkeler karşısındaki konumuna
yer verilmiştir. Çalışmanın ikinci kısımda, Birleşmiş Milletler Toplumsal
Cinsiyet Eşitsizliği Endeksinin ayrıntılarına yer verilmiş ve 81 il düzeyinde
geliştirilen cinsiyet eşitsizliği karnesinin oluşumuna kaynaklık eden temel
göstergeler açıklanmıştır. Yine aynı kısımda Birleşmiş Milletler Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nin temel göstergelerini oluşturan;
(i)temsil edilme, (ii) sağlık, (iii) eğitim ve (iv) istihdam başlıkları altında
81 ilin toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yönelik sıralamalarına ve temel
bulgularına değinilmiştir. Çalışmanın üçüncü ve son kısmında, toplumsal
cinsiyet eşitsizliği temelinde 81 il düzeyinde sonuçların değerlendirmesine ve çözüm önerilerine yer verilmiştir. Çalışmanın ekler kısmında ise 81 ilin toplumsal cinsiyet eşitsizliğindeki sıralamalarına ve karnenin geliştirilmesi kapsamında endekslerin hesaplama yöntemlerine ilişkin teknik arka plan paylaşılmıştır.
mücadelede alarma geçmiş durumdadır. Dünya genelinde neredeyse bütün insanların yaşamlarını tehdit eden bu salgın ve salgının etkileri, yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde dünyanın gündemine yerleşmiştir.
Tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 kapsamında, Yerel Yönetim Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği (YAYED) ve Çalışma Grubu olarak 8 Nisan 2020 -17 Haziran 2020 tarihleri arasında her hafta Çarşamba günleri çevrimiçi platformda bir araya geldik. Çok değerli bilim ve uğraş insanlarının katılımlarıyla, çeşitli başlıklarda COVID-19’u değerlendirmeye ve etkilerini tartışmaya çalıştık. YAYED ailesi olarak COVID-19’un ulusal ve uluslararası arenada; sağlık, istihdam, ekonomik, toplumsal, çevresel ve politik etkilerini her hafta konusunda uzman olan çalışma grubu üyelerimizin hazırlamış olduğu sunumlar ve değerlendirme notları üzerinden tartıştık, COVID-19’un bugünü ve sonrasını soru ve cevaplar özelinde değerlendirdik. Toplantılarda bilgilendirici sunumların ve kapsamlı değerlendirmelerin yanı sıra; bu zor günlerde kültürel ve sanatsal faaliyetlerden kopmamak adına, YAYED Çalışma Grubu’nun müzik, dans, resim gibi ilgili sanat dallarıyla ilgilenen değerli katılımcılarının canlı performanslarını ve eserlerini çevrimiçi ortamda izleme imkanına da sahip olduk. “Karantina Kadınları” adlı resim sergisi ile Zerrin Yeşeren KAVAS; “Gemi Atölyesi” sunumu ile Reşat DEMİRCİ; piyano dinletileri ile İdil KOÇ ve Yiğit KOÇ; Türk sanat müziği dinletisi ile Savaş Zafer ŞAHİN; Latin dans gösterileri ile Güneş Ada ÖZDEMİR ve Ediz GÜNEY, her toplantı öncesinde karantina boğuntusunu söküp atmamızı sağladılar. On hafta boyunca aralıksız devam eden toplantılarımız; Ahmet Müfit BAYRAM, Prof. Dr. Süheyla ALICA, Prof. Dr. Gamze YÜCESAN ÖZDEMİR, Serhat SALİHOĞLU, Oğuz TÜRKYILMAZ, Doç. Dr. Volkan ÖZDEMİR, Prof. Dr. Ahmet SALTIK, Filiz AYDIN KOÇ, Prof.
Dr. Savaş Zafer ŞAHİN ve Prof. Dr. Bülent GÜLÇUBUK tarafından yapılan aydınlatıcı, doyurucu ve öğretici sunumlara ev sahipliği yapmıştır. Toplantılar kapsamında yapılan bu nitelikli sunuşlar ve ardından gerçekleşen verimli tartışmalar, yapılan çalışmaların e-kitap formatında yayımlanması fikrini gündeme getirdi. Bu fikrin, YAYED Çalışma Grubu
üyelerinden de destek alması sonucunda; e-kitap hazırlık süreci başladı. Hazırlık aşaması ile birlikte e-kitabımız aynı zamanda dinamik ve öğretici bir sürecin ürünü oldu. 10 farklı bilim uzmanının katkılarıyla hazırlanan e-kitabımızda COVID-19 ve etkileri, 3 ana başlık altında ele alındı: (ı) Verilerle COVID-19 ve Sağlık; (ıı) COVID-19’un Ekonomi, İstihdam ve Sektörler Üzerine Etkileri; (ııı) COVID-19’un Kentler Üzerine Etkileri. Bu başlıklar altında, alanında uzman kişiler tarafından yapılan sunumlar, yazılı metinler haline dönüştürüldü ve e-kitabın editörlerine iletildi. Görsel metinler ise toplantı kapsamında tutulan ses kayıtlarının deşifreleri
üzerinden, yazılı hale getirildi. Ayrıca yine yapılan tüm ses kayıtlarının deşifreleri üzerinden her bir metin için, toplantı kapsamında gerçekleştirilen değerlendirme bölümleri derlenerek; “Soru, Cevap ve Katkılar Bölümü” hazırlandı. Çok değerli bilim insanlarının emekleriyle oluşturduğumuz e-kitabımızın, COVID 19’un tartışıldığı, çözüm arayışlarının sunulduğu bu döneme katkısı olmasını dileriz. Karantina
sürecini, çevrimiçi toplantılar aracılığıyla ve e-kitap çalışmasıyla daha faydalı ve üretken geçirme fikrini gündeme getiren ve bu yolda bizlere öncülük eden YAYED Başkanı Prof. Dr.
Birgül AYMAN GÜLER’e; toplantıların koordinasyonunu sağlayarak zengin bir içeriğe kavuşmasında büyük katkısı olan Doç. Dr. Ozan ZENGİN’e; çevrimiçi toplantıların moderatörlüğünü yürüten ve kaleme aldığı son söz ile e-kitaba değerli katkıda bulunan Prof. Dr. A. Argun AKDOĞAN’a; bu sürecin sorunsuz işlemesinde büyük payı olan YAYED Genel Sekreteri Serhat SALİHOĞLU’na teşekkür ederiz. Son olarak, paylaşılan tüm değerli görüşlerin somut bir çıktısı olan e-kitabımızın hazırlanmasına katkı sağlayan tüm YAYED Çalışma Grubu üyelerine, teşekkürlerimizi sunarız.
Editörler
Dr. Asmin KAVAS BİLGİÇ & Erol Uğraş ÖÇAL
bağlı olarak cinsiyet eşitliği algısının ve uygulamalarının yerelden yerele değişkenlik göstermesine yol açmaktadır. Her ilin, kadın-erkek eşitliğine yönelik farklı sosyo-ekonomik ve kültürel dinamikleri bulunmaktadır. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının tasarımı aşamasında
bu farklılıkların göz önünde bulundurulması önemlidir. Bu çalışmanın amacı, Türkiye'nin 81 ilinde toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin mevcut durumu analiz etmek, kadınların yaşadıkları sorunları tespit etmek ve bu sorunlara çözüm önerileri sunmaktır. Betimsel araştırma tasarımının kullanıldığı çalışmada, nitel veri toplama tekniklerinden odak grup görüşmeleri ve yarı yapılandırılmış mülakatlar uygulanmıştır. Çalışma kapsamında 81 ilde kadın sivil toplum örgütleri, akademisyenler, kanaat önderleri, iş insanları, muhtarlar ve baro temsilcileri gibi çeşitli
paydaşlarla görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Veriler içerik analizi yöntemi ile analiz edilerek ortak sorun alanları tespit edilmiş ve çözüm önerileri sistematik bir şekilde sınıflandırılmıştır. Çalışma kapsamında ulaşılan sonuçlara göre, kadınların en çok karşılaştığı 9 temel sorun alanı belirlenmiştir: Kadınların toplumsal rollerden kaynaklı baskı görmesi, eğitime erişim sorunları, ekonomik özgürlük eksikliği, şiddet vakalarının artışı, karar alma mekanizmalarına katılım yetersizliği, alkol
ve madde bağımlılığı, göçten kaynaklı sorunlar, kamu hizmetlerine erişimde güçlükler ve afet riski nedeniyle güvenli yaşam alanlarının eksikliği. Bu sorunlara yönelik olarak geliştirilen 97 çözüm
önerisi, yerel ve ulusal politika yapıcılarına rehberlik edecek niteliktedir. Bu çalışmanın önemi, Türkiye'de toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının yerel dinamiklere dayalı olarak tasarlanmasına katkı sağlaması ve kadınların toplumsal hayata katılımlarını artıracak somut çözüm önerileri
sunmasıdır. Toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde yerel aktörlerin ve katılımcı mekanizmaların güçlendirilmesi, politikaların etkinliğini artıracaktır.
geliştirilmiştir. Ortak alanların genel olarak önemi ve koruma stratejilerini konu alan bu çalışma da, bu alanların temel değerini yitirmesinin yarattığı eşitsizliklerin önüne geçebilmek ve bu eşitsizliklerin en aza indirilmesini sağlamak adına önerilen koruma stratejilerinin incelenmesini amaçlamaktadır. Çalışma kapsamında ortak malların kullanımında yaşanan trajediyi anlatan Garrett Hardin incelemeye alınmış ve bu alanların korunmasına dair önerdiği koruma modelleri tartışılmıştır. Yine çalışma kapsamında Hardin tarafından önerilen modellere getirilen eleştiriler, Elinor Ostrom tarafından ele alınan kolektif denetim stratejisi bağlamında değerlendirilmiştir. Yapılan tüm değerlendirmeler Türkiye üzerinden ortak alanlar için uygulanan mevcut politikalar ışığında ele alınmış ve tartışılmıştır.
ABSTRACT
Common goods, common assets, common areas or commons are areas that do not have any property rights, are free to enter, open to everyone, and their use by consumers is not prohibited. Some of the common areas belong to the state; some of them are defined as public spaces. Areas such as atmosphere, underground waters, open seas, fishing areas, natural beaches, water reserves, forests, pastures, parks, coasts, children's playgrounds, pedestrian sidewalks are common areas. The increase in population and technological advances have caused a strong competitive tendency and pressure in these areas. It is noteworthy that these rivalries and pressures experienced a tragedy over the use of common areas. In order to prevent this tragedy, protection strategies have been developed by important thinkers. This study, which deals with the general importance of common areas and conservation strategies, aims to examine the protection strategies proposed in order to prevent the inequalities caused by the loss of the basic value of these areas and to minimize these inequalities. Within the scope of the study, Garrett Hardin, who tells about the tragedy experienced in the use of common goods, was examined and the protection models proposed for the protection of these areas were discussed. Again within the scope of the study, the criticisms brought to the models proposed by Hardin were evaluated in the context of the collective control strategy addressed by Elinor Ostrom. All assessments were made in the light of present policies that apply to common areas via Turkey and discussed.
yeni mali yönetim anlayışında Sayıştayın başta
belediyeler olmak üzere tüm kamu idarelerinin mali
alandaki denetimlerinde görev alanı, 2003 tarihli
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu
kapsamında genişletilmiştir. Bu Kanun’un yürürlüğe
girmesinin ardından Sayıştay, idareler tarafından
hazırlanan politika belgelerinin değerlendirilmesi
görevini içeren kurumsal performans denetimine
başlamıştır. Kurumsal performans denetimi dikkate
alınarak geliştirilen bu çalışmanın temel amacı
Sayıştayın performans denetimlerinin, verimlilik,
etkinlik ve tutumluluk ilkeleri bağlamında tartışmak
ve büyükşehir belediyeleri için bu denetimlerin
önemini göstermektir. Çalışma kapsamında 2014
yılı itibariyle Sayıştay tarafından gerçekleştirilen
kurumsal performans denetiminin kavramsal analizi,
Türkiye’ye bu uygulamanın nasıl yansıdığı
tartışılmıştır. Çalışmada içerik analizi yöntemine
başvurularak, Sayıştay tarafından 30 büyükşehir
belediyeleri özelinde 2019 yılında hazırlanan
performans denetim raporlarındaki denetim
bulguları açıklanmaya çalışılmıştır. Çalışmanın
sonuç kısmında ise Türkiye’deki büyükşehir
belediyelerinin performans denetimini tam olarak
özümseyemedikleri, tespit edilen bulgular üzerinden
tartışılmıştır
manifesto niteliğindedir. Tarih boyunca düşünürler ve yazarlar, ideal kent
yönetiminin formüllerini araştırmışlardır. Antikçağ’dan günümüze kadar
geliştirilen ütopyalar, kentleri, ideal yaşamın gerçekleştiği mekân algısı üzerinden kurgulamışlardır. Bu çalışmanın amacı da Antikçağ’dan günümüze kadar kentlerin gelişimine katkıda bulunan ütopyalarda kentlerin ele alınış biçimlerini ortaya koymaktır. Öncelikle çalışmada ütopya ve ütopya ve kent ilişkisi kavramsal olarak açıklanacak, sonrasında Antikçağ, Ortaçağ, Erken Modern Dönem, 19. ve 20. yüzyılütopyalarında kent olgusunun nasıl ele alındığı ve şekillendiği irdelenecektir. Çalışmanın üçüncü ve son kısmı ise genel olarak kent ütopyalarının tartışıldığı ve değerlendirildiği sonuç bölümünden
oluşmaktadır.
1980’li yıllara kadar getto kavramı daha çok, etnik, dini, mezhepsel ve kültürel ayrımcılığın bir ürünü olurken; 1980 sonrası kavram, kentin altyapıdan ve her türlü sosyal olanaktan yoksun ve sosyo-ekonomik olarak yoksul yerleri, tüketim kültürünün parçası ve kentsel bir ayrışma modeli olan kapalı topluluklar yerine de kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla 1980 sonrası getto gerçek anlamının dışında kullanılarak; etnik, dinsel, mezhepsel ve kültürel türdeşlikleri içeren homojen olma niteliğini yitirmeye başlamış ve kavram sınıfsal bir ayrıştırma aracı durumuna gelmiştir.
“Alışılagelmiş Getto Kavramına Türkiye Üzerinden Bakmak” isimli bu çalışma kapsamında da Türkiye’deki gettolaşma sürecine değinilerek; kavramın Türkiye’de ele alınış biçimi tarihsel bağlamda uluslararası literatür de dikkate alınarak “1940-1960 dönem, 1960-1980 dönem ve 1980 sonrası dönem” olmak üzere üç ayrı dönemde ve Balat, Gaziosmanpaşa, Mavişehir, Gazi ve Önder Mahallelerinin olmak üzere beş temel örnek üzerinden ele alınacaktır. Bu alanlar, gettonun gerçek kullanımını oluşturan ortak kavramlar üzerinden değerlendirilecek ve bu alanların ne derecede gerçek anlamda getto özelliği taşıyıp taşımadığı üzerinden tartışılacaktır.
sayılarında ciddi artışlara neden olmuştur. Bu durum rekabet sihirli
sözcüğü altında kentleri kontrol merkezi olma yolunda birbirleri ile yarışır
hale getirmiştir. Kentlerde artan talep ile beraber üretim deseninde yaşanan
değişim (seri üretimden esnek üretim modeline geçiş), ileri teknoloji ile
yönetilen iş güçlerini de çeşitlendirmiştir. Bu durum kentin çekici ve kırın
itici gücü ile beraber kırsal alanlardan kentlere yaşanan göçlerin artmasına
sebep olmuştur. Kent hayatının sunduğu iş olanakları ve cazibe merkezleri,
kırsal alanlarda ve geri kalmış bölgelerde yaşayanların ilgisini
uyandırmıştır. Her ülke neo-liberal politikalar kapsamında pazarın çekici
gücü haline gelmek için birbirleri ile yarışır duruma gelmişlerdir. Bu
durum devletin üstlendiği rolü de bir şekilde değişime uğratmıştır.
Devletler yer seçim kararları ile kentleri, yatırımcıları çekmek amacıyla
cazibe merkezi haline dönüştürürken; esnek politikaları ile de seçmenlerin
seçim kararlarını etkilemeye çalışmışlardır. Yaşanan bu dönüşüm de yeni
kentsel politikaların gelişmesine sebep olmuştur. Sınırları küresel bir
dünya ölçeğinde kaybolmaya başlayan yeni alanlar, rekabet ortamına
uyum sağlamak amacıyla yeni yönetim modellerinin değişimine ihtiyaç
duymuştur. Bu değişim dünya ile birlikte Türkiye’yi de etkilemiştir.
Bu çalışma kapsamında, yeni kentsel politikalar ekseninde Türkiye’de
metropoliten alanlara özgü yönetim modelleri incelenmiş ve yürürlükte
olan yasal düzenlemeler çerçevesinde metropoliten alanlarda uygulanan
politikalar incelenmeye çalışılmıştır.
belediye yönetimine giren aktörlerin iktidarlarını sürdürmelerinde, “yerel hizmet”
olarak tanımlanan belediye hizmetlerini başarılı bir şekilde sunmaları çok önemlidir.
Hem siyasetin temel kurumları hem de yönetim organları için önemli bir role sahip
olan seçmen davranışları üzerinde, Türkiye’de yapılan araştırmaların sayısında son dönemde önemli bir artış olduğu görülmektedir. Ancak seçmenin karar verirken nasıl bir süreçten geçtiği, bu süreç içerisinde hangi unsurlardan etkilenip, hangi unsurları dikkate almadığı ve özellikle yerel yönetim seçimlerinde “sunulan belediye hizmetlerinin” bu davranışları belirlemede etken bir rol oynayıp oynamadığı yönünde
yapılan araştırmalar son derece sınırlıdır. Son dönemlerde güncel ve tartışmaya açık
olan belediye hizmetlerinin, seçmenin oy tercihlerindeki yeri ve önemi üzerinde
yapılan sınırlı sayıdaki araştırmalar, bu alanda çalışma yapılmak istenmesinin temel nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Bu çalışma kapsamında da yerel düzeyde belediyeler tarafından sunulan belediye hizmetlerinin özellikle yerel seçimlerdeki seçmen tercihlerini ve oy verme davranışlarını etkileyip, etkilemediği sorusuna cevap aranacaktır. Belediye hizmetleriyle seçmen davranışı arasındaki ilişki, yapılacak olan
teorik çalışmalarının ardından, Ankara Altındağ ve Yenimahalle ilçe belediyelerinde yapılan alan araştırması üzerinden ölçülecek, tartışılacak ve değerlendirilecektir. Belediye hizmetlerinin seçmenin oy verme davranışında etkisinin olup olmadığının incelendiği Altındağ ve Yenimahalle ilçe belediyelerinde yapılan alan araştırmasında kullanılan anket yönteminde, yerel seçimlerde seçmenin kararında etkili olan faktörler genel seçimlerle birlikte ele alınmıştır. Böylelikle belediye hizmetlerinin yerel seçimlere olan etkisinin genel seçimlere olan etkisiyle birlikte tartışılması, araştırma kapsamında “yerel biriminin” doğasının daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunabilecektir.Bu katkıyla beraber seçmenin kararında belediye hizmetlerinin etkisinin olması durumunda hangi hizmetlerin seçmenin tercihinde etkisi olduğu, belediye hizmetlerinin etkisinin olmadığı durumlarda da hangi faktörlerin seçmenin oy verme kararında etkili olduğu sorusuna daha iyi yanıt vereceği düşünülmektedir.
convergence, cultural and denominational uniformities, are surrounded by homogeneous network of relationships, which also manifest themselves in the form of spatial relationships in urban areas called ghettos.
Until the 1980s, the concept of ghetto was rather an outcome of ethnic, religious, denominational, and cultural discrimination; however, with the 1980s, ghetto term has also been used for parts of the cities, which have deprived infrastructures, lack of social facilities and socio-economically poor groups. With the 2000s, closed-societies/ gated communities, which are spatial parts of consumer culture, have come to be known as modern or rich ghettos. After 2010 along with the wars especially in Middle East, ghettoes who emigrated to secure their lives in other lands caught the attention. Hence, after the 1980s ghetto with the using outside of its real meaning has begun to lose its characteristic to be an instrument of ethnic, religious, denominational or cultural discrimination and become to be a classificatory exclusionary instrument.
Within the scope of this study, the process of ghettoization has been selected from Turkey. The way in which the concept will be argued in five case studies and three different periods: 1940-1960 (Jewish Ghetto of Balat); 1960-1980 (Roman Ghetto of Sulukule and Denominational Ghetto of Gazi Neighborhood); and post-1980 (‘Gated Communities of Mavişehir Neighborhood and Post-War Ghetto of Önder Neighborhood). Variety of examples on ghettos through Turkey will be evaluated on the keywords, which form the basis of the ghetto term, and these cases carry the ghetto characteristic or not will be researched.
yönündedir. Bu teoriye göre nüfus geometrik olarak (2, 4, 8, 16, 32...), gıda kaynakları ise aritmetik (1, 2, 3, 4, 5, 6 ) oranda artış göstermektedir. O’na göre gıda kaynakları karşısında 2 kat oranla artan ve kontrol edilemeyen bu nüfus artışı, gıda maddelerine erişimin önündeki en
temel engellerden birisini oluşturmaktadır. Nüfus artışının yol açtığı gıda kaynaklarının yetersizliği Malthus’a göre en çok dar gelirli kesimleri etkileyecek, onların bu kaynaklara erişimini engelleyecek ve hatta onların hayatta kalamamalarına neden olacaktır. Malthus’a
göre bu durum, güçlünün yaşaması, güçsüz olanın ise doğal seçilime uğraması anlamını taşımaktadır. Dar gelirlilerin, doğal seçilim sonuncunda hayatta kalamama durumu, Malthus
açısından son derece doğaldır. Çünkü Malthus’a göre bu kesim, her türlü imkansızlıklarına rağmen çok çocuk doğurarak nüfus dengesini ve gıda kaynaklarına erişimin önündeki engeli
daha da güçlendirmektedirler.
Malthus açısından bütün kötülüklerin temelinde, üzerinde durduğu işte bu nüfus ilkesi
yatmaktadır. O’na göre nüfus ilkesi zamandan bağımsız olarak her yerde etkisini
gösterecektir. Nüfus ve gıda dengesi açısından da Malthus’a göre dar gelirlilere yönelik
yardımların yapılmaması, devletin ve kilisenin bu duruma müdahalede bulunmaması
gerekmektedir. Malthus’a göre doğa zaten bu dengenin sağlanmasında önemli bir işlevi yerine getirmektedir. O’na göre salgın hastalıklar, çevre felaketleri gibi türlü olumsuzluklar, doğanın insan nüfusunu belirli bir düzeyde tutma ereğiyle gerçekleştirdiği eylemlerinden bazılarını
oluşturmaktadır. Malthus özellikle salgın hastalıkları, doğal dengenin korunması adına nüfus ilkesinin bir görünümü olarak okumaktadır. O, nüfus dengesinin sağlanması ve gıda
kaynaklarına erişimin önündeki engellerin kaldırılması adına da dar gelirlilere yönelik salgınla mücadele kapsamında herhangi bir koruma stratejisinin veya müdahale yönteminin geliştirilmemesi gerektiğinin altını çizmektedir. O bu durumu doğal seçilim vurgusu
üzerinden yorumlamaktadır. COVID-19 olarak da bilinen yeni tip Koronovirüs, son dönemlerde salgın hastalıklar kapsamında tüm dünyayı etkisi altına alan önemli bir gündem maddesini oluşturmaktadır.
Koronovirüsün pandemi olarak nitelendirildiği 11 Mart 2020 tarihinden bu yana tüm dünya, salgınla mücadele konusunda alarma geçmiş durumdadır. Birçok ülke, geliştirdikleri ve geliştirmeye devam ettikleri çözümler ile salgınla mücadelenin yollarını aramaktadırlar. Özellikle salgının başlangıç dönemlerinde İsveç gibi bazı ülkelerin hastalıkla mücadele kapsamında geliştirdikleri yöntem ve yaklaşımlar, çoğu ülkenin geliştirdiği stratejilerden farklılaşmaktadır. Salgının hızla yayılmaya başladığı ilk dönemlerde İsveç, mücadelede yöntemlerini, virüsü kontrollü bir biçimde yayma ve sürü bağışıklığını geliştirme stratejileri
üzerine kurmuştur. Bu kapsamda çalışmanın amacını da İsveç örneği üzerinden, COVID-19 salgını ile mücadele süreçlerinin Malthus teorisi açısından değerlendirilmesi oluşturmaktadır. Çalışmada temel olarak salgınla mücadelede İsveç tarafından geliştirilen koruma
stratejilerinin, Malthus tarafından nüfus dengesinin sağlanması bağlamında önerilen çözüm yöntemleri ile benzerlik taşıyıp taşımadığı, sorusuna yanıt aranacaktır. Literatürde COVID-19 salgını ile mücadele kapsamında ülke örnekleri üzerinden geliştirilen koruma stratejilerinin düşünsel yaklaşımlar bağlamında tartışıldığı çalışmaların sayısının sınırlı olduğu gözlemlenmektedir. Bu sınırlılıklar göz önünde bulundurularak
geliştirilen bu çalışmanın, ileride yapılacak araştırmalara teorik bir altyapı sunması hedeflenmektedir. Bu açılardan da çalışmanın literatüre katkı yapması beklenmektedir. İçerik analizi yöntemi ile geliştirilen bu çalışmanın 3 kısımdan oluşması planlanmaktadır. Çalışmanın birinci kısmında Malthus tarafından geliştirilen nüfus teorisi
incelenecektir. Çalışmanın ikinci kısmında COVID-19 ile mücadele kapsamında, virüsü kontrollü bir biçimde yayma ve sürü bağışıklığı stratejileri, Malthus tarafından geliştirilen nüfus teorisi ve çözüm önerileri göz önünde bulundurularak değerlendirilecek ve tartışma,
İsveç örneği üzerinden ele alınacaktır. Çalışmanın sonuç ve genel değerlendirme bölümünü içeren üçüncü ve son kısmında ise yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen genel bulgular tartışılacaktır. Bu bulgulara göre COVID-19’un toplumsal yapı üzerinde önemli etkileri
bulunduğu tespit edilmiştir. Gerek konut yeterliliğinden, gerek yeterli beslenme olanaklarından mahrum olmaları bağlamında, dar gelirlilerin biyolojik olarak salgına yakalanma ve hastalığı atlatamama olasılıkları, toplumun diğer kesimlerine göre daha
yüksektir. Ek olarak salgınla mücadele kapsamında dar gelirlilerin sağlık, uzaktan eğitim gibi temel hizmetlere erişim kısıtları doğmuş ve bu durum onların sosyolojik olarak toplumun geri kalan kesimleriyle mesafelerini de artırmıştır. Bunun yanında çalışma kapsamında, Malthus’un çözüm önerileri ile geniş bir benzerlik taşıyan virüsü kontrollü bir biçimde yayma ya da sürü bağışıklığı gibi stratejilerin, salgının yayılım hızının azaltmadığını; dar gelirlilerin yanında toplumun geri kalan kesiminin de salgından ciddi şekilde etkilendiğini göstermiştir.
Elde edilen tüm bu bulgulara göre salgınla mücadele kapsamında geliştirilen sürü bağışıklığı gibi yöntemler, hastalığa karşı saf bir kayıtsızlıktan başka bir anlama gelmemektedir. Bu kayıtsız kalma durumu, akıllara yeniden Malthus’un düşüncelerini
getirmektedir. Kayıtsız kalma durumu Malthus’a göre kötüdür ama doğaldır ve nüfus dengesi açısından nihai bir iyiliğe yol açarak, toplumun geneli için olumlu sonuç verecektir. Ancak İsveç örneği üzerinden de anlaşılacağı üzere, salgınla mücadele kapsamında geliştirilen çözüm önerileri toplumun geneli için olumsuz bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Bu kapsamda da son dönemlerde başta İsveç olmak üzere birçok ülke, salgınla mücadele kapsamında toplumun tümünü ilgilendiren koruma stratejilerini ve çözüm önerilerini yeniden tasarlayarak, hayata geçirmişlerdir.
birimleri, uluslararası kurum ve kuruluşlar geliştirdikleri ve geliştirmeye devam ettikleri çözümler ile bu salgınla mücadelenin yollarını aramaktadırlar. Bugün dünya nüfusun yüzde 55’i kentsel alanlarda yaşamaktadırlar. Neredeyse tüm insanların yaşamlarını tehdit eden bu salgın da özellikle nüfusun yoğun olduğu kentlerde etkisini göstermektedir. Salgınla mücadelede ülkeler, dijital altyapı kapasitelerini ve becerilerini akıllı kent uygulamaları kapsamında geliştirerek, COVID-19’un yayılımını hafifletmeyi hedeflemektedirler. Akıllı kent uygulamaları kapsamında ülkeler bu süreçte;
(i) dijital ve teknik altyapıların güçlendirilmesi, (ii) yapay zeka teknolojilerinin sürece dâhil
edilmesi, (iii) mekânsal bazlı izleme sistemleri ile yurttaşların hareketliliğinin ölçümü ve
(iv) vatandaşların sağlık durumlarının takibi gibi uygulamaların geliştirilmesi üzerinde çalışmaktadırlar.
COVID 19 ile mücadelede akıllı kent uygulamalarının araştırılması, bu çalışmanın temel odağını oluşturmaktadır. Çalışma ülkelerin yeni tip koronovirüs karşısında geliştirdikleri akıllı kent çözümleri üzerinden değerlendirilmiştir. Çalışma kapsamında ayrıca Türkiye’de pandemi döneminde geliştirilen akıllı kent uygulamaları dikkate alınarak, Türkiye için genel çıkarımlarda bulunulmaya çalışılmıştır.
yaşamın her alanında yer alması, görülebilmesi, kararlara katılabilmesi,
fırsatları değerlendirebilmesi, güçlenmesi, temsil edilmesi ve kaynaklara
erişimi olarak ifade edilmektedir. İnsan hakları ve temel özgürlükler
bağlamında değerlendirildiğinde, her türlü ayrımcılık kabul edilemezdir.
Toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında bu perspektif, hem uluslararası hem
de ulusal çerçevede kendine yer bulmaktadır. Birleşmiş Milletler (BM)
düzeyindeki temel insan hakları sözleşmelerinden biri olan “Kadına Karşı
Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (Convention on
Elimination of All Forms of Discrimination Against Women - CEDAW),
kadın haklarının korunmasına ilişkin uluslararası temel düzenlemelerden
biri olarak kabul edilmektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu bu sözleşmeyi
imzalayan devletler, erkeklere ve kadınlara; ekonomik, sosyal, kültürel,
kişisel ve siyasal haklardan yararlanmaları konusunda, eşit haklar sağlama yükümlülüğü altında bulunduklarını beyan etmişlerdir (T.C. Resmi Gazete, 14 Ekim 1985, Sayı 18898). Toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin bir başka uluslararası taahhüt ise Pekin Deklarasyonu ve Eylem
Platformu’dur. Türkiye’nin de taraf olduğu bu ve benzeri yapılar, taraf
ülkeleri kadınların güçlenmesi ve ilerlemesi, kadın-erkek eşitliğinin
geliştirilmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin ana politika ve
programlara yerleştirilmesi konularında yükümlü kılmaktadır (TBMM,
2000). Dünya nüfusunun yarısının ayrımcılık nedeniyle geri kaldığı bir
senaryoda, toplumsal cinsiyet eşitsizliği; ekonomik büyüme, toplumsal
istikrar ve sürdürülebilir kalkınmanın da engellenmesi anlamına
gelmektedir (BM, 2014). Uluslararası sözleşmeler kapsamında temel ve
ihlal edilemez bir insan hakkı olarak tanımlanan toplumsal cinsiyet eşitliği
bu bağlamda, 2015 yılı ile birlikte Binyıl Kalkınma Hedeflerinin yerini
alan sürdürülebilir kalkınma amaçlarının da temel göstergeleri arasında yer almaktadır (BM, 2015).
Toplumsal cinsiyet eşitliğinde ülkemizin ulusal, bölgesel ve yerel
düzeyde ilerleme kaydedebilmesi, kadın-erkek eşitliğinin boyutlarını
ortaya koyabilmesi ve belirlenen eksikliklere göre politika önerileri oluşturabilmesi için, toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik ölçme ve
değerlendirme araçlarının geliştirilmesi önemlidir. Bu hedef gözetilerek
geliştirilen “81 İl Düzeyinde Türkiye’nin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Karnesi” çalışmasının temel amacı da 2019 yılı verileri gözetilerek,
Türkiye’de illerin kadın erkek eşitliği konusundaki mevcut durumlarını
ortaya koymak, illerin toplumsal cinsiyet eşitliği karşısındaki durumlarını
değerlendirmek ve yerel düzeyde toplumsal cinsiyet eşitliliğini temel alan
sosyal politika üretim sürecinde yol göstermektir. Çalışma temel olarak 3
kısım ve ekler bölümünden oluşmaktadır. Çalışmanın birinci kısmında,
toplumsal cinsiyet eşitliğinin önemine, uluslararası düzlemde toplumsal
cinsiyet eşitsizliği kapsamında geliştirilen ölçme ve değerlendirme
araçlarına değinilmiştir. Yine aynı kısımda, uluslararası düzlemde
toplumsal cinsiyet eşitsizliği kapsamında geliştirilen ölçme ve
değerlendirme araçlarına göre Türkiye’nin toplumsal cinsiyet
eşitsizliğindeki mevcut durumuna, diğer ülkeler karşısındaki konumuna
yer verilmiştir. Çalışmanın ikinci kısımda, Birleşmiş Milletler Toplumsal
Cinsiyet Eşitsizliği Endeksinin ayrıntılarına yer verilmiş ve 81 il düzeyinde
geliştirilen cinsiyet eşitsizliği karnesinin oluşumuna kaynaklık eden temel
göstergeler açıklanmıştır. Yine aynı kısımda Birleşmiş Milletler Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nin temel göstergelerini oluşturan;
(i)temsil edilme, (ii) sağlık, (iii) eğitim ve (iv) istihdam başlıkları altında
81 ilin toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yönelik sıralamalarına ve temel
bulgularına değinilmiştir. Çalışmanın üçüncü ve son kısmında, toplumsal
cinsiyet eşitsizliği temelinde 81 il düzeyinde sonuçların değerlendirmesine ve çözüm önerilerine yer verilmiştir. Çalışmanın ekler kısmında ise 81 ilin toplumsal cinsiyet eşitsizliğindeki sıralamalarına ve karnenin geliştirilmesi kapsamında endekslerin hesaplama yöntemlerine ilişkin teknik arka plan paylaşılmıştır.
mücadelede alarma geçmiş durumdadır. Dünya genelinde neredeyse bütün insanların yaşamlarını tehdit eden bu salgın ve salgının etkileri, yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde dünyanın gündemine yerleşmiştir.
Tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 kapsamında, Yerel Yönetim Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği (YAYED) ve Çalışma Grubu olarak 8 Nisan 2020 -17 Haziran 2020 tarihleri arasında her hafta Çarşamba günleri çevrimiçi platformda bir araya geldik. Çok değerli bilim ve uğraş insanlarının katılımlarıyla, çeşitli başlıklarda COVID-19’u değerlendirmeye ve etkilerini tartışmaya çalıştık. YAYED ailesi olarak COVID-19’un ulusal ve uluslararası arenada; sağlık, istihdam, ekonomik, toplumsal, çevresel ve politik etkilerini her hafta konusunda uzman olan çalışma grubu üyelerimizin hazırlamış olduğu sunumlar ve değerlendirme notları üzerinden tartıştık, COVID-19’un bugünü ve sonrasını soru ve cevaplar özelinde değerlendirdik. Toplantılarda bilgilendirici sunumların ve kapsamlı değerlendirmelerin yanı sıra; bu zor günlerde kültürel ve sanatsal faaliyetlerden kopmamak adına, YAYED Çalışma Grubu’nun müzik, dans, resim gibi ilgili sanat dallarıyla ilgilenen değerli katılımcılarının canlı performanslarını ve eserlerini çevrimiçi ortamda izleme imkanına da sahip olduk. “Karantina Kadınları” adlı resim sergisi ile Zerrin Yeşeren KAVAS; “Gemi Atölyesi” sunumu ile Reşat DEMİRCİ; piyano dinletileri ile İdil KOÇ ve Yiğit KOÇ; Türk sanat müziği dinletisi ile Savaş Zafer ŞAHİN; Latin dans gösterileri ile Güneş Ada ÖZDEMİR ve Ediz GÜNEY, her toplantı öncesinde karantina boğuntusunu söküp atmamızı sağladılar. On hafta boyunca aralıksız devam eden toplantılarımız; Ahmet Müfit BAYRAM, Prof. Dr. Süheyla ALICA, Prof. Dr. Gamze YÜCESAN ÖZDEMİR, Serhat SALİHOĞLU, Oğuz TÜRKYILMAZ, Doç. Dr. Volkan ÖZDEMİR, Prof. Dr. Ahmet SALTIK, Filiz AYDIN KOÇ, Prof.
Dr. Savaş Zafer ŞAHİN ve Prof. Dr. Bülent GÜLÇUBUK tarafından yapılan aydınlatıcı, doyurucu ve öğretici sunumlara ev sahipliği yapmıştır. Toplantılar kapsamında yapılan bu nitelikli sunuşlar ve ardından gerçekleşen verimli tartışmalar, yapılan çalışmaların e-kitap formatında yayımlanması fikrini gündeme getirdi. Bu fikrin, YAYED Çalışma Grubu
üyelerinden de destek alması sonucunda; e-kitap hazırlık süreci başladı. Hazırlık aşaması ile birlikte e-kitabımız aynı zamanda dinamik ve öğretici bir sürecin ürünü oldu. 10 farklı bilim uzmanının katkılarıyla hazırlanan e-kitabımızda COVID-19 ve etkileri, 3 ana başlık altında ele alındı: (ı) Verilerle COVID-19 ve Sağlık; (ıı) COVID-19’un Ekonomi, İstihdam ve Sektörler Üzerine Etkileri; (ııı) COVID-19’un Kentler Üzerine Etkileri. Bu başlıklar altında, alanında uzman kişiler tarafından yapılan sunumlar, yazılı metinler haline dönüştürüldü ve e-kitabın editörlerine iletildi. Görsel metinler ise toplantı kapsamında tutulan ses kayıtlarının deşifreleri
üzerinden, yazılı hale getirildi. Ayrıca yine yapılan tüm ses kayıtlarının deşifreleri üzerinden her bir metin için, toplantı kapsamında gerçekleştirilen değerlendirme bölümleri derlenerek; “Soru, Cevap ve Katkılar Bölümü” hazırlandı. Çok değerli bilim insanlarının emekleriyle oluşturduğumuz e-kitabımızın, COVID 19’un tartışıldığı, çözüm arayışlarının sunulduğu bu döneme katkısı olmasını dileriz. Karantina
sürecini, çevrimiçi toplantılar aracılığıyla ve e-kitap çalışmasıyla daha faydalı ve üretken geçirme fikrini gündeme getiren ve bu yolda bizlere öncülük eden YAYED Başkanı Prof. Dr.
Birgül AYMAN GÜLER’e; toplantıların koordinasyonunu sağlayarak zengin bir içeriğe kavuşmasında büyük katkısı olan Doç. Dr. Ozan ZENGİN’e; çevrimiçi toplantıların moderatörlüğünü yürüten ve kaleme aldığı son söz ile e-kitaba değerli katkıda bulunan Prof. Dr. A. Argun AKDOĞAN’a; bu sürecin sorunsuz işlemesinde büyük payı olan YAYED Genel Sekreteri Serhat SALİHOĞLU’na teşekkür ederiz. Son olarak, paylaşılan tüm değerli görüşlerin somut bir çıktısı olan e-kitabımızın hazırlanmasına katkı sağlayan tüm YAYED Çalışma Grubu üyelerine, teşekkürlerimizi sunarız.
Editörler
Dr. Asmin KAVAS BİLGİÇ & Erol Uğraş ÖÇAL
sayımızın ardından gelen olumlu dönüşler neticesinde büyük bir heyecanla ikinci sayının hazırlıklarına başlayan yayın kurulumuz yoğun bir çalışma dönemini tamamlamıştır. Bu sayımızda dört araştırma makalesi ve iki kitap incelemesi yer almaktadır. Asmin Kavas BİLGİÇ, Ortak Alanların Önemi ve Koruma Stratejileri başlıklı makalesinde ortak alanların genel olarak önemini ve koruma stratejilerini, Garrett Hardin ve Elinor Ostrom’un farklı görüşleri bağlamında tartışmıştır. Çalışmada örnekler eşliğinde ortak alanların kullanımına yönelik gelişmeler analiz edilmiştir. Yazar, tüm bu açıklamaların ardından Türkiye’de ortak alanların korunmasında ağırlıklı olarak piyasaya dayalı araçların etkin olduğu tezini ileri sürmektedir. Cumali BOZPİNAR, Kemal Karpat ve Osmanlı Tarihinin Dönemlendirilmesi başlıklı makalesinde öncelikle Osmanlı tarihine ilişkin yapılan sınıflandırmaları karşılaştırmalar yoluyla
açıklamaktadır. Bu açıklamaların ardından Karpat’ın iki çalışmasından hareketle Osmanlı tarihinin dönemlendirmesini incelemektedir. Yazar, Karpat’ın Osmanlı tarihini dönemlendirmesindeki temel farklılığı toprak rejimi çerçevesinde tüm Osmanlı tarihini kapsaması olarak belirtmektedir. Sait GÜLSOY tarafından yazılmış olan Exergaming, Kısa Bir Literatür Özeti ve Türkçeleştirme Önerisi: Antroyun başlıklı makalede, dijital oyun türlerinden olan “exergame” kavramsallaştırması için Türkçe karşılık önerisi sunulmaktadır. Kültür, toplumsal yaşam ve sosyalleşme süreçlerinde oyunun etkisini ortaya koymayı da amaçlayan Gülsoy, dijital oyunların anlaşılması konusunda tespitler yapmaktadır. Yazar, alanyazında yer alan çalışmalarla birlikte dijital oyun ve sağlık ilişkisini sosyolojik bir perspektifle temellendirmektedir. İkinci sayımızda yer alan son makale Perihan Betül ERNAS’ın Anadolu Aydınlanması ve Toplumsal Değişimde Önemli Bir Adım: Köy Enstitüleri başlıklı çalışmasıdır. Ernas, makalede Cumhuriyet’in ilanıyla beraber toplum genelinde başlayan değişimlerin siyasal, kültürel ve
ekonomik alanlarda da etkili olduğunu belirterek bu etki ve değişimler ışığında köy enstitülerinin rolünü ele almaktadır. Köy enstitülerinin tarihsel sürecinin kuruluş, işleyiş ve kapanış dönemleri olarak detaylandırdığı makalede, enstitülerin eğitim işlevinin yanında kültürel işlevinin de öne çıktığı vurgulamaktadır. Kitap incelemelerinin akademik çalışmalarda önemli bir yer teşkil ettiği düşüncesinden hareketle dergimizde kitap incelemelerine de yer veriyoruz. Bu kapsamda İbrahim KUMEK Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma başlıklı kitabını; Ahmet ÇIRAKOĞLU ise Michael Axworthy’un Devrimci İran: İslam Cumhuriyeti’nin Tarihi başlıklı kitabını incelemiştir. Bu sayının hazırlık sürecinde büyük bir özveriyle çalışmaların tamamlanmasına destek olan
dergimizin imtiyaz sahibi Metin ÖZ, editör yardımcılarımız Muhammed AKSU ve İrem Ece AKPINAR başta olmak üzere yazarlarımıza ve değerli hakemlerimize teşekkür ederiz. Ayrıca dergimizin okuyucularıyla buluşmasına katkı sağlayan Uğur Ofset ve Matbaacılığa, ikinci sayımızın baskı sponsoru olan Canik Belediyesi’ne ve Canik Belediyesi Belediye Başkanı Sayın İbrahim SANDIKÇA’ya teşekkürlerimizi sunarız.
Pandemi sürecinin sona erdiği, sağlıklı günlerde tekrar buluşmak dileğiyle…
Editörler
Kaan AKMAN
Aynur TEKKE