VAKANÜVİS- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi/ International Journal of Historical Researches, Yıl/Vol. 6, Prof. Dr. Süleyman Büyükkarcı Özel Sayısı , 2021
Öz
Osmanlı belgelerinde; “illet-i kolera” , “illet-i âdiyye” veya “illet-i mahûf” olarak adland... more Öz
Osmanlı belgelerinde; “illet-i kolera” , “illet-i âdiyye” veya “illet-i mahûf” olarak adlandırılan kolera, kısa sürede müdahale edilmezse, öldürücü olan bir bulaşıcı hastalığa dönüşür. Genellikle sıcak aylarda daha fazla görülen kolera, salgın bir hastalık olup, kirli su kaynakları bu hastalığın bulaşmasında en önemli etkendir. Özellikle, kışla, hapishane, okul ve hastane gibi mekânlarda, hastalığın salgına dönüşme riski daha yüksektir.
Kolera, XIX. yüzyılın karakteristik bir hastalığı olduğundan dolayı bu yüzyıl, kolera yüzyılı olarak nitelendirilmiştir. Kolera XIX. yüzyılda Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika kıtalarının nerdeyse tamamına yayılmış, dünyada birçok insanın ölümüne sebep olmuştur.
Osmanlı Devleti'nde bilinen ilk kolera vakası 1822 yılında görülmüş, 1831 yılında ise ilk defa salgın bir hastalık haline dönüşmüştür. Araştırmamızın konusu olan 1890 kolera salgını, içinde Urfa Sancağı’nın da yer aldığı Halep’ten Trabzon’a, Sivas’tan Erbil’e, Hicaz’dan Erzurum’a kadar çok geniş bir alanda yayılmıştır.
Urfa Sancağı’nda görülen kolera vakaları başlangıçta çok önemsenmemiş, hatta belgelere yansıyan haliyle “Urfa’da kolera vukuatı olmadığı” belirtilmiştir. Ancak daha sonra durumun böyle olmadığı anlaşıldığı için koleraya yakalananlar hakkında ayrıntılı raporlar verilmeye başlanmıştır. Urfa Sancağı’nda kolera salgınından dolayı çok sayıda kişi hayatını kaybetmiştir. Urfa da baş gösteren koleranın Mardin ve Harran’da bulunan mültecilerden kaynaklandığı ifade edilmiştir. Kolera vakalarının Urfa’da da görülmesi üzerine buna karşı tedbirler alınmış, bölgenin çeşitli yerlerine “tahaffuzhaneler” kurulmuştur. Zaman içinde bu karantina bölgeleri koleranın seyrine göre değişiklik göstermiştir. Koleraya karşı alınan önlemlere ek olarak bu “tahaffuzhaneler” de görevli memur ve doktorların maaşları ve diğer giderler için sıhhiye tahsisatına bir miktar daha zam yapılmıştır. Koleraya karşı başlangıçta gösterilen tavırdan olsa gerek, Urfa Sancağı’nda “koleraya karşı gerekli tedbirlerin alınmadığı” iddiaları dile getirilmiş olsa da, yapılan tahkikat sonucunda bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır.
Bu çalışmada 1890 yılı içerisinde Osmanlı ülkesinin pek çok yerinde görülen kolera salgınının, Urfa Sancağı’nda da yayılması ve alınan tedbirler üzerinde durulacaktır. Çalışmanın ana kaynağını Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki konu ile alakalı çeşitli kataloglar oluşturmaktadır.
Uploads
Papers by Turgut Subaşı
1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet, Osmanlı siyasi hayatında yeni bir dönemi başlatmıştır. II. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamı ise, Osmanlı düşünce ve siyasi hayatına önemli bir hareketlilik kazandırmıştır. II. Meşrutiyetle birlikte sansürün kaldırılması sonucu, çok sayıda gazete ve dergi Osmanlı toplum hayatına girmiş, böylece toplumda yeni fikirler gelişmeye başlamıştır. Oluşturulan bu özgürlük ortamında anayasal düzen yeniden kurularak, Osmanlı Meclisi açılmıştır. Meclisin açılması farklı siyasi düşünceleri cesaretlendirmiş, bu siyasi düşüncelerin mecliste temsili amacıyla da siyasi partiler kurularak, böylece çok partili siyasi hayata geçilmiştir.
Bu özgürlük ortamı içerisinde kurulan siyasi partilerden biriside Osmanlı Sosyalist Fırkasıdır (Partisi). Hüseyin Hilmi ve arkadaşları tarafından 26 Şubat 1910 tarihinde çıkarılmaya başlanan “İştirâk Dergisi” aracığıyla sosyalist düşünceler Osmanlı toplumuna tanıtılmış, daha sonra ise bu düşünceler bir siyasi harekete dönüşerek partileşme süreci başlatılmıştır. Bu çalışmaların sonucu, Eylül 1910’da da Osmanlı Sosyalist Fırkası kurularak, Osmanlı siyasi hayatında yerini almıştır. Ne yazık k, II. Meşrutiyetin getirdiği özgürlük ortamı çok uzun sürmedi. II. Meşrutiyetin ilanıyla başlayan, Osmanlı siyasal hayatına canlılık getiren bu dönem, Mahmut Şevket Paşa’nın 1913 yılında bir suikast sonucu öldürülmesiyle birlikte, İktidarı elinde bulunduran İttihat ve Terakki Fırkası muhalefeti sindirip, Osmanlı siyasal hayatındaki özgürlük ortamını kaldırarak yerine baskıcı bir rejim kurmuştur.
1910-1913 yılları arasında Osmanlı işçi sınıfının örgütlenmesini ve haklarını savunan Osmanlı Sosyalist Fırkası, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi olayıyla ilişkilendirilerek, 1913 yılında parti yöneticileri tutuklanmış, bunun sonucu olarak da Osmanlı Sosyalist Fırkası dağılmıştır.
Bu bildiride, Osmanlı Sosyalist Fırkasının hangi ortamda nasıl kurulduğu, Osmanlı toplumundan nasıl tepkiler aldığı ve parti programıyla toplumsal sorunlara ne tür çözümler önerdiği gibi konular ele alınıp değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Siyaset, Parlamento, Fırka, Sosyalist, İştirak.
1858 de İstanbul’da dünyaya gelen, pozitivist bir Osmanlı aydını ve devlet adamı olan Ahmed Rıza, Osmanlı Devleti’nin ilk karma eğitim kurumu olan Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nden mezun olduktan sonra ziraat eğitimi almak için Paris’e gitti ve burada eğitimini tamamladıktan sonra 1887 de İstanbul’a döndü. Pozitivist düşünce ile ilk tanışması ise İstanbul’da eline geçen Jean-François Robinet’in Auguste Comte ve pozitivizm hakkında yazdığı bir kitabı sayesinde olmuştur. Paris’ten döndükten sonra düşüncelerini ve hayallerini gerçekleştirme ortamı bulamayan Ahmed Rıza, Fransız İhtilâli’nin yüzüncü yılı münasebetiyle organize edilen uluslararası bir sergiye katılmak amacıyla 1889 da ikinci kez Paris’e gitti ve II. Meşrutiyet’in ilanına kadar da İstanbul’a dönmedi. Ahmed Rıza burada bilgi birikimi ve düşüncelerinden etkilendiği Pierre Laffitte ile tanıştı ve onun verdiği pozitivizm derslerine katılıp, pozitivistlerin cemiyeti olan Société Positiviste de üye oldu.
Bir Osmanlı aydını olarak, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlara çözüm için çaba sarf eden Ahmed Rıza, Paris’te bulunduğu sürede bir taraftan Société Positiviste’in yayın organı olan La Revue Occidentale’de İslâm dinini tanıtan yazılar yazarken, diğer taraftan da Fransız basınında Osmanlı Devleti aleyhine çıkan olumsuz yazılara cevap vermeye başladı. Ancak 1891 de Osmanlı kadınları ile ilgili bir konferansında kullandığı “hürriyetperverâne” ifadesi yüzünden II. Abdülhamid yönetimiyle arası açıldı ve Osmanlı yönetimi tarafından ülkeye dönmesi istendi fakat Ahmed Rıza bu talimata uymadı.
Ahmed Rıza bundan sonra ki bütün çalışmalarını toplumların geri kalmışlığının nedenleri üzerine araştırmalara yoğunlaştırarak, Osmanlı toplumunun sorunlarına da pozitivist bakış açısıyla yaklaşmaya başladı. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulabilmesi için bir an önce Anayasalı Parlamenter sistemin yeniden kurulması gerektiğine karar veren Ahmed Rıza bu uğurda çalışmalarını da hızlandırdı.
Bu bildiride pozitivist bir Osmanlı aydını ve devlet adamı olarak Ahmed Rıza’nın düşünce dünyası incelenecektir. Özellikle onun toplum anlayışı, din anlayışı, eğitim anlayışı ve milliyetçilik anlayışı gibi konular, onun kaleme aldığı eserler ve onun hakkında yapılan çalışmalar çerçevesinde ele alınıp değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Ahmed Rıza, Pozitivizm, Meşrutiyet, Toplum, Din, Eğitim, Milliyetçilik.
Osmanlı gayrimüslim tebaasına yeni haklar tanıyan, Avrupa devletlerinin istekleri doğrultusunda hazırlanarak, 1856’de uygulamaya konulan Islahat Fermanı’nın ilan edilmesinin üzerinden on yıldan daha fazla bir zaman geçtiği halde Osmanlı hükümetinin yeterli adımlar atmaması sebebiyle, Fransa 22 Şubat 1867’de Osmanlı Hükümetini uyararak, Islahat Fermanı’nın ruhuna uygun hareket edilmesi talebinde bulundu. Fransa’nın talepleri arasında Osmanlı topraklarında lise seviyesinde okulların açılması tavsiyesi de vardı.
Fransız eğitim sistemine uygun, İstanbul’da bir okulun açılmasıyla ilgili ilk görüşme Osmanlı Devleti’nin Paris Büyükelçisi Cemil Paşa ile Fransa Dışişleri bakanı Le Marquis de Moustier arasında oldu. Varılan mutabakat üzerine kurulacak okulun detayları İstanbul’daki Fransız elçisi De Bourée ile Sadrazam Mehmet Emin Âlî Paşa ve Hariciye Nazırı Fuat Paşa arasında karara bağlandı.
Alınan karara göre, Müslüman ve gayrimüslim ayrımı gözetmeksizin, bütün dinlere mensup aile çocuklarının aynı sınıflarda eğitim alabileceği ve eğitim dili Fransızca olan orta dereceli bir okul kurulacaktı. Bu okulun kurulmasına Fransa maddi destek sağlayacaktı. Okul müdürlüğüne Fransız bir öğretmen, müdür yardımcılığına ise Müslüman bir öğretmen tayin edilecekti. Beş yıllık eğitim süresini tamamlayarak mezun olan herkes ayrım gözetmeksizin devlet hizmetinde istihdam edilecekti. Bu karar üzerine Galatasaray Mekteb-i Sultânîsinin on maddelik nizamnamesi hazırlanarak Türkçe, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak yayımlandı. Okulun müdürlüğüne ise üç yıllık süreyle Ernest de Salve atanarak Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi 1 Eylül 1868’de törenle eğitime başladı.
Bu bildiride Galatasaray Mekteb-i Sultânîsinin kuruluş aşamasındaki gelişmelerin bütün detayları ve hedefler mevcut kaynaklar çerçevesinde değerlendirilecektir. Özellikle, Fransa’nın Osmanlı topraklarında Fransız eğitim sistemine uygun ve Fransızca eğitim yapacak okulların açılmasının nedenleri üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi, Gayrimüslim tebaa, Eğitim, Islahat Fermanı, Fransa
Bozulan askerî ve kurumsal düzenin ıslahına girişildiği bu yenileşme döneminde model olarak görülen Batıdaki gelişmelerden yararlanmak için bazı girişimlerde bulunulmuştur. Askerî ve idarî düzenin yenilenmesi için atılan önemli adımlardan biri de matbaanın kuruluşudur. Matbaanın kuruluşu dönemin en kalıcı ve köklü bir yeniliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Matbaada basılacak eserler sayesinde devletlerin coğrafî, tarihî, siyasî ve toplumsal geçmişine dair bilgiler elde edilmiş olacaktı. İbrahim Müteferrika, Çelebizade Said Mehmet Paşa ile birlikte yaptığı çalışmalar sonucunda, matbaanın gerekliliği ve faydaları üzerinde durduğu “Vesilet’üt Tıbba adlı bir risale kaleme alarak yayınlamıştır. Gerekli izinler alınıp, hazırlıklar tamamlandıktan sonar, Sultanın onayı ile birlikte ilk Osmanlı matbaası kurulmuştur.
İbrahim Müteferrika kurduğu matbaada; Kitab-ı Lügat-ı Vankulu, Tuhfetü’l-Kibar fi Esfarü’l-Bihar, Tarih-i Seyyah, Tarih-i Hind-i Garbi, Tarih-i Timur Gürgan, Tarih-i Mısr-i Kadim ve Mısr-i Cedid, Gülşen-i Hülefa, Grammaire Turque, Usulü’l-Hikem fi Nizamü’l-Ümem, Fiyuzat-ı Mıknatısiye, Cihan-nüma, Takvimü’t-Tevarih, Kitab-ı Tarih-i Naima, Tarih-i Raşid, Tarih-i Çelebizade, Ahval-i Gazavat der Diyar-ı Bosna, Kitab-ı Lisanü’l-Acem el Müsemma bi-Ferheng-i Şuuri gibi değişik türlerde 17 ayrı kitap basmıştır. Bununla birlikte İbrahim Müteferrika’nın matbaacı kimliğiyle ortaya koyduğu yenilikler önemli olmakla birlikte, Adnan Adıvar ve Niyazi Berkes dışında kendisinden aydın bir fikir adamı olarak bahseden çalışmalara maalesef rastlanmamaktadır. Hâlbuki Müteferrika tarihçi, coğrafyacı, siyaset bilimci kimliğiyle de tanınması gereken önemli bir şahsiyettir. İbrahim Müteferrika yayım faaliyetleri ile beraber haritacılık, tarih ve dil bilgisi alanlarında yaptığı çalışmalarıyla da bilinen çok yönlü bir Osmanlı aydınıdır. Macar asıllı bir ilahiyatçı olan İbrahim Müteferrika’nın Müslüman olmadan önceki hayatı hakkındaki araştırmalar net olmamakla birlikte, Osmanlı topraklarına gelmeden önce de bilimsel ve kültürel bilgi birikimine sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Devlet adamı ve mütefekkir niteliğiyle de önem taşıyan İbrahim Müteferrika’nın bu alanda kaleme aldığı en önemli eseri Usûlü’l-Hikem fî Nizâmü’l-Ümem adlı eseridir. 1731’de I. Mahmut’a sunduğu bu eseri devlet düzeni ve askerlikle ilgili olup siyasetname türünde yazılan bir ıslahat layihasıdır. Usûlü’l-Hikem fî Nizâmü’l-Ümem adlı eserinde çöküşün nedenleri üzerinde duran İbrahim Müteferrika’ya göre adalet ve nizamın eksik olduğu yerde bozulmalar başlar gibi bir tespitte bulunulmuştur. Bozulmanın kaynağını ise askeri başarısızlıklardan daha çok devletin düzeninde görmektedir. Ona göre, devlette yok olmaya başlayan adalet ve nizamın yeniden modern yöntemlerle tesisi için Batı’da örnekleri görüldüğü üzere bilim ve teknik alanındaki gelişmelere açık olmak, çok çalışmak ve araştırma yapmak gereklidir. Bu noktada İbrahim Müteferrika’nın Usûlü’l-Hikem Fî Nizâmü’l-Ümem adlı eseri önemli tavsiyeler içermektedir. Devlet adamlarına siyasetname türünde sayılan bu eserde, Osmanlı devlet yapısındaki bozulmanın sebepleri üzerinde durulmuş ve Avrupa devletlerinin nasıl güçlendikleri, Osmanlı devletinin kalkınması için alınması gereken tedbir ve yöntemler anlatılmıştır. Bu çalışmada İbrahim Müteferrika’nın Usûlü’l-Hikem fî Nizâmü’l-Ümem adlı eseri üzerinden onun devlet anlayışı ve Osmanlı devlet düzeniyle ilgili görüşlerine dair değerlendirmeler yapılacaktır.
Eğitim alanındaki ilk kurumsal girişim örneği, II. Mahmut döneminde, 1838 yılında kurulan Meclis-i Umur-ı Nafia’dır. Bu meclis Tanzimat dönemindeki reformlara iyi bir alt yapı hazırlamıştır. II. Mahmut dönemi reform hareketlerinin yürütülmesiyle ilgili çeşitli konularda gerekli düzenlemelerin görüşülüp karara bağlandığı bu meclis tarafından bir de rapor hazırlamıştır. Bu raporda, ilk kez “bilimsel eğitim” vurgusu yapılarak, eğitim meselesinin ulemanın kontrolünden çıkarılıp, devlet denetimine alınması benimsenmiştir. Bütün sanatları bir araya getiren bir unsur olarak bilimin, insanlığın gelişmesinde sağladığı faydalar üzerinde duran bu raporda, nasıl ki dinî bilgiler insanı ahirete hazırlıyorsa, fennî bilgiler de dünya hayatını kolaylaştıracaktır ifadesi kullanılmıştır. Mesela astronomi bilimi, denizlerdeki gemilerin seferlerini kolaylaştırıp ticareti geliştirirken, Matematik bilimi ise savaş ve askerî düzeni sağlamaktadır. Buharla çalışan faydalı araçların getirdiği kolaylıklar da modern bilimlerin ürünüdür. Dolayısıyla toplumsal kalkınmada bilimlerin gelişmesi ve yayılması sayesinde gerçekleştirilebilir. Eğer toplum çağdaş bilgiyle donatılmazsa, devletler de hedeflediği reformlardan beklenen faydayı sağlayamayacaktır.
Bilim ve eğitimin öneminin vurgulandığı söz konusu raporda ayrıca ilköğretimin düzenlenmesi, ikinci kademe olarak adlandırılan ortaöğretimlerin kurulması ve bu okullardan mezun olan çocukların Mekatib-i Aliyye’ye, yani yüksekokullara alınması gerektiği de belirtilmiştir. Görüldüğü üzere bu raporla ilk defa Osmanlı eğitim sistemi üç kademeli hale getirilmiş, raporun yayınlanmasının hemen sonra da 1839’da Mekteb-i Maarif-i Adliye ve Mekteb-i Ulum-ı Edebiye adında, ortaöğretim seviyesinde eğitim verecek iki tane okul açılmıştır.
II. Mahmut döneminde atılan bu adımlar, Tanzimat döneminde daha da geliştirilmiştir. Tanzimat’tan sonra da yeni kurumların oluşturulmasına ve yeni kanunların yapılmasına devam edilmiş, eğitim işlerini düzenli ve sürekli bir sisteme bağlamak amacıyla da 13 Mart 1845’te Meclis-i Muvakkat kurulmuştur. Alınan karar gereği, Meclis-i Muvakkat, haftada iki gün toplanarak, eğitimle ilgili reformlar için plan ve projeler hazırlayıp, II. Mahmut döneminde kurulan Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Adliye’ye sunacaktı. Yapılan uzun çalışmalar sonucu, meclis Temmuz 1846’da Meclis-i Vâlâ’ya sunduğu raporunda, eğitim sisteminin modernleştirilmesi ve İstanbul'da Dârülfünun adında bir üniversite kurulması tavsiyesinde bulunarak, Dârülfünun’un alt yapısını tamamlamak ve burada okutulacak kitapların hazırlanmasını sağlamak amacıyla da "Encümen-i Dâniş" adıyla bir bilim kurulunun oluşturulması gereği üzerinde durmuştur. Böylece Osmanlı Devleti’nde eğitimin yaygınlaşmasıyla, hem reformların uygulanması ve sürekliliği sağlanacak, hem de sosyal, kültürel, bilimsel, ekonomik ve idarî gelişmelerin önü açılacaktı.
Bu çalışmada, Osmanlı Bilimler Akademisi olarak bilinen Encümen-i Dâniş’in kuruluş gayesi ve hedefleri ele alınacaktır.
Osmanlı belgelerinde; “illet-i kolera” , “illet-i âdiyye” veya “illet-i mahûf” olarak adlandırılan kolera, kısa sürede müdahale edilmezse, öldürücü olan bir bulaşıcı hastalığa dönüşür. Genellikle sıcak aylarda daha fazla görülen kolera, salgın bir hastalık olup, kirli su kaynakları bu hastalığın bulaşmasında en önemli etkendir. Özellikle, kışla, hapishane, okul ve hastane gibi mekânlarda, hastalığın salgına dönüşme riski daha yüksektir.
Kolera, XIX. yüzyılın karakteristik bir hastalığı olduğundan dolayı bu yüzyıl, kolera yüzyılı olarak nitelendirilmiştir. Kolera XIX. yüzyılda Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika kıtalarının nerdeyse tamamına yayılmış, dünyada birçok insanın ölümüne sebep olmuştur.
Osmanlı Devleti'nde bilinen ilk kolera vakası 1822 yılında görülmüş, 1831 yılında ise ilk defa salgın bir hastalık haline dönüşmüştür. Araştırmamızın konusu olan 1890 kolera salgını, içinde Urfa Sancağı’nın da yer aldığı Halep’ten Trabzon’a, Sivas’tan Erbil’e, Hicaz’dan Erzurum’a kadar çok geniş bir alanda yayılmıştır.
Urfa Sancağı’nda görülen kolera vakaları başlangıçta çok önemsenmemiş, hatta belgelere yansıyan haliyle “Urfa’da kolera vukuatı olmadığı” belirtilmiştir. Ancak daha sonra durumun böyle olmadığı anlaşıldığı için koleraya yakalananlar hakkında ayrıntılı raporlar verilmeye başlanmıştır. Urfa Sancağı’nda kolera salgınından dolayı çok sayıda kişi hayatını kaybetmiştir. Urfa da baş gösteren koleranın Mardin ve Harran’da bulunan mültecilerden kaynaklandığı ifade edilmiştir. Kolera vakalarının Urfa’da da görülmesi üzerine buna karşı tedbirler alınmış, bölgenin çeşitli yerlerine “tahaffuzhaneler” kurulmuştur. Zaman içinde bu karantina bölgeleri koleranın seyrine göre değişiklik göstermiştir. Koleraya karşı alınan önlemlere ek olarak bu “tahaffuzhaneler” de görevli memur ve doktorların maaşları ve diğer giderler için sıhhiye tahsisatına bir miktar daha zam yapılmıştır. Koleraya karşı başlangıçta gösterilen tavırdan olsa gerek, Urfa Sancağı’nda “koleraya karşı gerekli tedbirlerin alınmadığı” iddiaları dile getirilmiş olsa da, yapılan tahkikat sonucunda bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır.
Bu çalışmada 1890 yılı içerisinde Osmanlı ülkesinin pek çok yerinde görülen kolera salgınının, Urfa Sancağı’nda da yayılması ve alınan tedbirler üzerinde durulacaktır. Çalışmanın ana kaynağını Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki konu ile alakalı çeşitli kataloglar oluşturmaktadır.
1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet, Osmanlı siyasi hayatında yeni bir dönemi başlatmıştır. II. Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamı ise, Osmanlı düşünce ve siyasi hayatına önemli bir hareketlilik kazandırmıştır. II. Meşrutiyetle birlikte sansürün kaldırılması sonucu, çok sayıda gazete ve dergi Osmanlı toplum hayatına girmiş, böylece toplumda yeni fikirler gelişmeye başlamıştır. Oluşturulan bu özgürlük ortamında anayasal düzen yeniden kurularak, Osmanlı Meclisi açılmıştır. Meclisin açılması farklı siyasi düşünceleri cesaretlendirmiş, bu siyasi düşüncelerin mecliste temsili amacıyla da siyasi partiler kurularak, böylece çok partili siyasi hayata geçilmiştir.
Bu özgürlük ortamı içerisinde kurulan siyasi partilerden biriside Osmanlı Sosyalist Fırkasıdır (Partisi). Hüseyin Hilmi ve arkadaşları tarafından 26 Şubat 1910 tarihinde çıkarılmaya başlanan “İştirâk Dergisi” aracığıyla sosyalist düşünceler Osmanlı toplumuna tanıtılmış, daha sonra ise bu düşünceler bir siyasi harekete dönüşerek partileşme süreci başlatılmıştır. Bu çalışmaların sonucu, Eylül 1910’da da Osmanlı Sosyalist Fırkası kurularak, Osmanlı siyasi hayatında yerini almıştır. Ne yazık k, II. Meşrutiyetin getirdiği özgürlük ortamı çok uzun sürmedi. II. Meşrutiyetin ilanıyla başlayan, Osmanlı siyasal hayatına canlılık getiren bu dönem, Mahmut Şevket Paşa’nın 1913 yılında bir suikast sonucu öldürülmesiyle birlikte, İktidarı elinde bulunduran İttihat ve Terakki Fırkası muhalefeti sindirip, Osmanlı siyasal hayatındaki özgürlük ortamını kaldırarak yerine baskıcı bir rejim kurmuştur.
1910-1913 yılları arasında Osmanlı işçi sınıfının örgütlenmesini ve haklarını savunan Osmanlı Sosyalist Fırkası, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi olayıyla ilişkilendirilerek, 1913 yılında parti yöneticileri tutuklanmış, bunun sonucu olarak da Osmanlı Sosyalist Fırkası dağılmıştır.
Bu bildiride, Osmanlı Sosyalist Fırkasının hangi ortamda nasıl kurulduğu, Osmanlı toplumundan nasıl tepkiler aldığı ve parti programıyla toplumsal sorunlara ne tür çözümler önerdiği gibi konular ele alınıp değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Siyaset, Parlamento, Fırka, Sosyalist, İştirak.
1858 de İstanbul’da dünyaya gelen, pozitivist bir Osmanlı aydını ve devlet adamı olan Ahmed Rıza, Osmanlı Devleti’nin ilk karma eğitim kurumu olan Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nden mezun olduktan sonra ziraat eğitimi almak için Paris’e gitti ve burada eğitimini tamamladıktan sonra 1887 de İstanbul’a döndü. Pozitivist düşünce ile ilk tanışması ise İstanbul’da eline geçen Jean-François Robinet’in Auguste Comte ve pozitivizm hakkında yazdığı bir kitabı sayesinde olmuştur. Paris’ten döndükten sonra düşüncelerini ve hayallerini gerçekleştirme ortamı bulamayan Ahmed Rıza, Fransız İhtilâli’nin yüzüncü yılı münasebetiyle organize edilen uluslararası bir sergiye katılmak amacıyla 1889 da ikinci kez Paris’e gitti ve II. Meşrutiyet’in ilanına kadar da İstanbul’a dönmedi. Ahmed Rıza burada bilgi birikimi ve düşüncelerinden etkilendiği Pierre Laffitte ile tanıştı ve onun verdiği pozitivizm derslerine katılıp, pozitivistlerin cemiyeti olan Société Positiviste de üye oldu.
Bir Osmanlı aydını olarak, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlara çözüm için çaba sarf eden Ahmed Rıza, Paris’te bulunduğu sürede bir taraftan Société Positiviste’in yayın organı olan La Revue Occidentale’de İslâm dinini tanıtan yazılar yazarken, diğer taraftan da Fransız basınında Osmanlı Devleti aleyhine çıkan olumsuz yazılara cevap vermeye başladı. Ancak 1891 de Osmanlı kadınları ile ilgili bir konferansında kullandığı “hürriyetperverâne” ifadesi yüzünden II. Abdülhamid yönetimiyle arası açıldı ve Osmanlı yönetimi tarafından ülkeye dönmesi istendi fakat Ahmed Rıza bu talimata uymadı.
Ahmed Rıza bundan sonra ki bütün çalışmalarını toplumların geri kalmışlığının nedenleri üzerine araştırmalara yoğunlaştırarak, Osmanlı toplumunun sorunlarına da pozitivist bakış açısıyla yaklaşmaya başladı. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulabilmesi için bir an önce Anayasalı Parlamenter sistemin yeniden kurulması gerektiğine karar veren Ahmed Rıza bu uğurda çalışmalarını da hızlandırdı.
Bu bildiride pozitivist bir Osmanlı aydını ve devlet adamı olarak Ahmed Rıza’nın düşünce dünyası incelenecektir. Özellikle onun toplum anlayışı, din anlayışı, eğitim anlayışı ve milliyetçilik anlayışı gibi konular, onun kaleme aldığı eserler ve onun hakkında yapılan çalışmalar çerçevesinde ele alınıp değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Ahmed Rıza, Pozitivizm, Meşrutiyet, Toplum, Din, Eğitim, Milliyetçilik.
Osmanlı gayrimüslim tebaasına yeni haklar tanıyan, Avrupa devletlerinin istekleri doğrultusunda hazırlanarak, 1856’de uygulamaya konulan Islahat Fermanı’nın ilan edilmesinin üzerinden on yıldan daha fazla bir zaman geçtiği halde Osmanlı hükümetinin yeterli adımlar atmaması sebebiyle, Fransa 22 Şubat 1867’de Osmanlı Hükümetini uyararak, Islahat Fermanı’nın ruhuna uygun hareket edilmesi talebinde bulundu. Fransa’nın talepleri arasında Osmanlı topraklarında lise seviyesinde okulların açılması tavsiyesi de vardı.
Fransız eğitim sistemine uygun, İstanbul’da bir okulun açılmasıyla ilgili ilk görüşme Osmanlı Devleti’nin Paris Büyükelçisi Cemil Paşa ile Fransa Dışişleri bakanı Le Marquis de Moustier arasında oldu. Varılan mutabakat üzerine kurulacak okulun detayları İstanbul’daki Fransız elçisi De Bourée ile Sadrazam Mehmet Emin Âlî Paşa ve Hariciye Nazırı Fuat Paşa arasında karara bağlandı.
Alınan karara göre, Müslüman ve gayrimüslim ayrımı gözetmeksizin, bütün dinlere mensup aile çocuklarının aynı sınıflarda eğitim alabileceği ve eğitim dili Fransızca olan orta dereceli bir okul kurulacaktı. Bu okulun kurulmasına Fransa maddi destek sağlayacaktı. Okul müdürlüğüne Fransız bir öğretmen, müdür yardımcılığına ise Müslüman bir öğretmen tayin edilecekti. Beş yıllık eğitim süresini tamamlayarak mezun olan herkes ayrım gözetmeksizin devlet hizmetinde istihdam edilecekti. Bu karar üzerine Galatasaray Mekteb-i Sultânîsinin on maddelik nizamnamesi hazırlanarak Türkçe, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak yayımlandı. Okulun müdürlüğüne ise üç yıllık süreyle Ernest de Salve atanarak Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi 1 Eylül 1868’de törenle eğitime başladı.
Bu bildiride Galatasaray Mekteb-i Sultânîsinin kuruluş aşamasındaki gelişmelerin bütün detayları ve hedefler mevcut kaynaklar çerçevesinde değerlendirilecektir. Özellikle, Fransa’nın Osmanlı topraklarında Fransız eğitim sistemine uygun ve Fransızca eğitim yapacak okulların açılmasının nedenleri üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi, Gayrimüslim tebaa, Eğitim, Islahat Fermanı, Fransa
Bozulan askerî ve kurumsal düzenin ıslahına girişildiği bu yenileşme döneminde model olarak görülen Batıdaki gelişmelerden yararlanmak için bazı girişimlerde bulunulmuştur. Askerî ve idarî düzenin yenilenmesi için atılan önemli adımlardan biri de matbaanın kuruluşudur. Matbaanın kuruluşu dönemin en kalıcı ve köklü bir yeniliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Matbaada basılacak eserler sayesinde devletlerin coğrafî, tarihî, siyasî ve toplumsal geçmişine dair bilgiler elde edilmiş olacaktı. İbrahim Müteferrika, Çelebizade Said Mehmet Paşa ile birlikte yaptığı çalışmalar sonucunda, matbaanın gerekliliği ve faydaları üzerinde durduğu “Vesilet’üt Tıbba adlı bir risale kaleme alarak yayınlamıştır. Gerekli izinler alınıp, hazırlıklar tamamlandıktan sonar, Sultanın onayı ile birlikte ilk Osmanlı matbaası kurulmuştur.
İbrahim Müteferrika kurduğu matbaada; Kitab-ı Lügat-ı Vankulu, Tuhfetü’l-Kibar fi Esfarü’l-Bihar, Tarih-i Seyyah, Tarih-i Hind-i Garbi, Tarih-i Timur Gürgan, Tarih-i Mısr-i Kadim ve Mısr-i Cedid, Gülşen-i Hülefa, Grammaire Turque, Usulü’l-Hikem fi Nizamü’l-Ümem, Fiyuzat-ı Mıknatısiye, Cihan-nüma, Takvimü’t-Tevarih, Kitab-ı Tarih-i Naima, Tarih-i Raşid, Tarih-i Çelebizade, Ahval-i Gazavat der Diyar-ı Bosna, Kitab-ı Lisanü’l-Acem el Müsemma bi-Ferheng-i Şuuri gibi değişik türlerde 17 ayrı kitap basmıştır. Bununla birlikte İbrahim Müteferrika’nın matbaacı kimliğiyle ortaya koyduğu yenilikler önemli olmakla birlikte, Adnan Adıvar ve Niyazi Berkes dışında kendisinden aydın bir fikir adamı olarak bahseden çalışmalara maalesef rastlanmamaktadır. Hâlbuki Müteferrika tarihçi, coğrafyacı, siyaset bilimci kimliğiyle de tanınması gereken önemli bir şahsiyettir. İbrahim Müteferrika yayım faaliyetleri ile beraber haritacılık, tarih ve dil bilgisi alanlarında yaptığı çalışmalarıyla da bilinen çok yönlü bir Osmanlı aydınıdır. Macar asıllı bir ilahiyatçı olan İbrahim Müteferrika’nın Müslüman olmadan önceki hayatı hakkındaki araştırmalar net olmamakla birlikte, Osmanlı topraklarına gelmeden önce de bilimsel ve kültürel bilgi birikimine sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Devlet adamı ve mütefekkir niteliğiyle de önem taşıyan İbrahim Müteferrika’nın bu alanda kaleme aldığı en önemli eseri Usûlü’l-Hikem fî Nizâmü’l-Ümem adlı eseridir. 1731’de I. Mahmut’a sunduğu bu eseri devlet düzeni ve askerlikle ilgili olup siyasetname türünde yazılan bir ıslahat layihasıdır. Usûlü’l-Hikem fî Nizâmü’l-Ümem adlı eserinde çöküşün nedenleri üzerinde duran İbrahim Müteferrika’ya göre adalet ve nizamın eksik olduğu yerde bozulmalar başlar gibi bir tespitte bulunulmuştur. Bozulmanın kaynağını ise askeri başarısızlıklardan daha çok devletin düzeninde görmektedir. Ona göre, devlette yok olmaya başlayan adalet ve nizamın yeniden modern yöntemlerle tesisi için Batı’da örnekleri görüldüğü üzere bilim ve teknik alanındaki gelişmelere açık olmak, çok çalışmak ve araştırma yapmak gereklidir. Bu noktada İbrahim Müteferrika’nın Usûlü’l-Hikem Fî Nizâmü’l-Ümem adlı eseri önemli tavsiyeler içermektedir. Devlet adamlarına siyasetname türünde sayılan bu eserde, Osmanlı devlet yapısındaki bozulmanın sebepleri üzerinde durulmuş ve Avrupa devletlerinin nasıl güçlendikleri, Osmanlı devletinin kalkınması için alınması gereken tedbir ve yöntemler anlatılmıştır. Bu çalışmada İbrahim Müteferrika’nın Usûlü’l-Hikem fî Nizâmü’l-Ümem adlı eseri üzerinden onun devlet anlayışı ve Osmanlı devlet düzeniyle ilgili görüşlerine dair değerlendirmeler yapılacaktır.
Eğitim alanındaki ilk kurumsal girişim örneği, II. Mahmut döneminde, 1838 yılında kurulan Meclis-i Umur-ı Nafia’dır. Bu meclis Tanzimat dönemindeki reformlara iyi bir alt yapı hazırlamıştır. II. Mahmut dönemi reform hareketlerinin yürütülmesiyle ilgili çeşitli konularda gerekli düzenlemelerin görüşülüp karara bağlandığı bu meclis tarafından bir de rapor hazırlamıştır. Bu raporda, ilk kez “bilimsel eğitim” vurgusu yapılarak, eğitim meselesinin ulemanın kontrolünden çıkarılıp, devlet denetimine alınması benimsenmiştir. Bütün sanatları bir araya getiren bir unsur olarak bilimin, insanlığın gelişmesinde sağladığı faydalar üzerinde duran bu raporda, nasıl ki dinî bilgiler insanı ahirete hazırlıyorsa, fennî bilgiler de dünya hayatını kolaylaştıracaktır ifadesi kullanılmıştır. Mesela astronomi bilimi, denizlerdeki gemilerin seferlerini kolaylaştırıp ticareti geliştirirken, Matematik bilimi ise savaş ve askerî düzeni sağlamaktadır. Buharla çalışan faydalı araçların getirdiği kolaylıklar da modern bilimlerin ürünüdür. Dolayısıyla toplumsal kalkınmada bilimlerin gelişmesi ve yayılması sayesinde gerçekleştirilebilir. Eğer toplum çağdaş bilgiyle donatılmazsa, devletler de hedeflediği reformlardan beklenen faydayı sağlayamayacaktır.
Bilim ve eğitimin öneminin vurgulandığı söz konusu raporda ayrıca ilköğretimin düzenlenmesi, ikinci kademe olarak adlandırılan ortaöğretimlerin kurulması ve bu okullardan mezun olan çocukların Mekatib-i Aliyye’ye, yani yüksekokullara alınması gerektiği de belirtilmiştir. Görüldüğü üzere bu raporla ilk defa Osmanlı eğitim sistemi üç kademeli hale getirilmiş, raporun yayınlanmasının hemen sonra da 1839’da Mekteb-i Maarif-i Adliye ve Mekteb-i Ulum-ı Edebiye adında, ortaöğretim seviyesinde eğitim verecek iki tane okul açılmıştır.
II. Mahmut döneminde atılan bu adımlar, Tanzimat döneminde daha da geliştirilmiştir. Tanzimat’tan sonra da yeni kurumların oluşturulmasına ve yeni kanunların yapılmasına devam edilmiş, eğitim işlerini düzenli ve sürekli bir sisteme bağlamak amacıyla da 13 Mart 1845’te Meclis-i Muvakkat kurulmuştur. Alınan karar gereği, Meclis-i Muvakkat, haftada iki gün toplanarak, eğitimle ilgili reformlar için plan ve projeler hazırlayıp, II. Mahmut döneminde kurulan Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Adliye’ye sunacaktı. Yapılan uzun çalışmalar sonucu, meclis Temmuz 1846’da Meclis-i Vâlâ’ya sunduğu raporunda, eğitim sisteminin modernleştirilmesi ve İstanbul'da Dârülfünun adında bir üniversite kurulması tavsiyesinde bulunarak, Dârülfünun’un alt yapısını tamamlamak ve burada okutulacak kitapların hazırlanmasını sağlamak amacıyla da "Encümen-i Dâniş" adıyla bir bilim kurulunun oluşturulması gereği üzerinde durmuştur. Böylece Osmanlı Devleti’nde eğitimin yaygınlaşmasıyla, hem reformların uygulanması ve sürekliliği sağlanacak, hem de sosyal, kültürel, bilimsel, ekonomik ve idarî gelişmelerin önü açılacaktı.
Bu çalışmada, Osmanlı Bilimler Akademisi olarak bilinen Encümen-i Dâniş’in kuruluş gayesi ve hedefleri ele alınacaktır.
Osmanlı belgelerinde; “illet-i kolera” , “illet-i âdiyye” veya “illet-i mahûf” olarak adlandırılan kolera, kısa sürede müdahale edilmezse, öldürücü olan bir bulaşıcı hastalığa dönüşür. Genellikle sıcak aylarda daha fazla görülen kolera, salgın bir hastalık olup, kirli su kaynakları bu hastalığın bulaşmasında en önemli etkendir. Özellikle, kışla, hapishane, okul ve hastane gibi mekânlarda, hastalığın salgına dönüşme riski daha yüksektir.
Kolera, XIX. yüzyılın karakteristik bir hastalığı olduğundan dolayı bu yüzyıl, kolera yüzyılı olarak nitelendirilmiştir. Kolera XIX. yüzyılda Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika kıtalarının nerdeyse tamamına yayılmış, dünyada birçok insanın ölümüne sebep olmuştur.
Osmanlı Devleti'nde bilinen ilk kolera vakası 1822 yılında görülmüş, 1831 yılında ise ilk defa salgın bir hastalık haline dönüşmüştür. Araştırmamızın konusu olan 1890 kolera salgını, içinde Urfa Sancağı’nın da yer aldığı Halep’ten Trabzon’a, Sivas’tan Erbil’e, Hicaz’dan Erzurum’a kadar çok geniş bir alanda yayılmıştır.
Urfa Sancağı’nda görülen kolera vakaları başlangıçta çok önemsenmemiş, hatta belgelere yansıyan haliyle “Urfa’da kolera vukuatı olmadığı” belirtilmiştir. Ancak daha sonra durumun böyle olmadığı anlaşıldığı için koleraya yakalananlar hakkında ayrıntılı raporlar verilmeye başlanmıştır. Urfa Sancağı’nda kolera salgınından dolayı çok sayıda kişi hayatını kaybetmiştir. Urfa da baş gösteren koleranın Mardin ve Harran’da bulunan mültecilerden kaynaklandığı ifade edilmiştir. Kolera vakalarının Urfa’da da görülmesi üzerine buna karşı tedbirler alınmış, bölgenin çeşitli yerlerine “tahaffuzhaneler” kurulmuştur. Zaman içinde bu karantina bölgeleri koleranın seyrine göre değişiklik göstermiştir. Koleraya karşı alınan önlemlere ek olarak bu “tahaffuzhaneler” de görevli memur ve doktorların maaşları ve diğer giderler için sıhhiye tahsisatına bir miktar daha zam yapılmıştır. Koleraya karşı başlangıçta gösterilen tavırdan olsa gerek, Urfa Sancağı’nda “koleraya karşı gerekli tedbirlerin alınmadığı” iddiaları dile getirilmiş olsa da, yapılan tahkikat sonucunda bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır.
Bu çalışmada 1890 yılı içerisinde Osmanlı ülkesinin pek çok yerinde görülen kolera salgınının, Urfa Sancağı’nda da yayılması ve alınan tedbirler üzerinde durulacaktır. Çalışmanın ana kaynağını Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki konu ile alakalı çeşitli kataloglar oluşturmaktadır.