Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2025
Hz. Peygamber döneminden beri hac ve umre ibadetini yapmak isteyen Müslümanlar her yıl Mekke ve M... more Hz. Peygamber döneminden beri hac ve umre ibadetini yapmak isteyen Müslümanlar her yıl Mekke ve Medine’ye gelmiş ve bu vesileyle Hicaz bölgesine girip çıkmıştır. Gelen insanların bir kısmı veba ve kolera gibi salgın hastalıkları da beraberinde getirmiştir. Bu durum ise bölge halkını, hacıları ve dönüşte varılan yerlerdeki insanları tehdit etmiş ve bazı insanların ölümlerine neden olmuştur. Osmanlı Devleti Hicaz bölgesinde görülen salgın hastalıklara karşı tedbir almak durumunda kalmıştır. Bu çalışma, II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde Hicaz bölgesinde ortaya çıkan veba ve kolera gibi salgın hastalıklar ve bunlara karşı Osmanlı yönetiminin ortaya koyduğu mücadele ve tedbirler konusunu içermektedir. Çalışma, söz konusu bölgede özellikle 1881-1909 tarihleri arasında meydana gelen salgın hastalıklar konusuna değinen Osmanlı arşiv belgeleri kapsamında ele alınmıştır. Çalışmada, bölgedeki salgının yakından takip edilmesi, sağlıkla ilgili yeni birimlerin ihdası, sağlık ödeneklerinin arttırılması, sağlık ve korunma tedbirlerinin uygulanması, karantina uygulamaları, modern tıbbi cihaz ve makinelerinin kullanılması ve hac dönüşü salgın hastalıkların takibi gibi konulara odaklanılmıştır. Örneklem ve tümevarım yöntemiyle konuyla ilgili arşiv belgeleri analiz edilmeye ve bu belgelerin içerikleri üzerinde değerlendirmeler yapılmaya çalışılmıştır. Çalışmada arşiv belgelerini incelemeye dayalı doküman analizi yöntemi kullanılmıştır.
İslâm’ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı bünyesinde barındırması ve Hz. Peygamber’in İsrâ ve Mi... more İslâm’ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı bünyesinde barındırması ve Hz. Peygamber’in İsrâ ve Mi‘raç mucizesinin gerçekleştiği yer olması yönüyle Kudüs, İslâm medeniyetinin en mukaddes şehirlerinden birisi sayılmıştır. Yavuz Sultan Selim tarafından 1516 yılında Osmanlı Devleti’ne katılan ve 401 yıl Osmanlı idaresinde kalan Kudüs, 1917 yılında İngilizlerin mandasına geçmiştir. Osmanlı döneminde Kudüs, ilim, kültür, sanat ve medeniyet merkezi olması yönüyle önemini korumuştur. Bu dönemde Kudüs’te multi etnik ve dinî bir yapıdaki halk huzurlu, güvenli, barış dolu, hoşgörülü ve istikrarlı bir hayat yaşamıştır. Kudüs’te Müslümanların dinî liderliğini yürüten, dinî konularda onlara rehberlik ve irşat hizmeti sunan müftüler hakkında yeterince müstakil akademik çalışmaların yapılmaması bizleri bu alanda çalışma yapmaya sevk etmiştir. Bu çalışma Osmanlı son döneminde görev yapan Kudüs müftüleri hakkındadır. Çalışma, Osmanlı’nın son zamanlarında görev yapan ve Meşihat Arşivi’nde belgeleri bulunan Kudüs müftülerinden Muhammed Tahir el-Hüseynî Efendi, Muhammed Tahir Efendi, Şeyh Abdülkadir Efendi, Muhammed Kamil Efendi ve Muhammed Emin Efendi kapsamında ele alınmıştır. Çalışmada söz konusu bu müftülerin, kimlik bilgileri, eğitim süreçleri, icâzetnâmeleri, hizmetleri ve resmi yazışmalarıyla ile ilgili hususlar üzerinde yoğunlaşılmıştır. Çalışma nitel, deskriptif ve dönemsel bir araştırmadır. Çalışmada konuyla ilgili Osmanlı arşiv belgelerinin analizi ve değerlendirilmesine dayalı doküman incelemesi yöntemi esas alınmıştır. Osmanlı son döneminde Kudüs’te biri Hanefî, diğeri Şafiî olmak üzere iki ayrı müftünün aynı anda görev yaptığı, burada devlet tarafından farklı fıkhî mezhep mensuplarının beklentilerinin dikkate alındığı, müftülerin dinî, hayrî ve fetva hizmetlerinin yanısıra Kudüs Meclis-i İdâre-i Livâ’da görev alarak şehrin idaresinde aktif rol oynadığı tespit edilmiştir.
Bu makale, en az iki hakem tarafından incelendi ve intihal içermediği teyit edildi/This article h... more Bu makale, en az iki hakem tarafından incelendi ve intihal içermediği teyit edildi/This article has been reviewed by at least two referees and scanned via a plagiarism software.
Tarihi bir geçmişe sahip olan Şavşat, Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı topraklarına
kat... more Tarihi bir geçmişe sahip olan Şavşat, Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı topraklarına
katılmıştır. Zaman zaman Erzurum ve Çıldır eyaletine tabi olmuştur. Elviye-i Selâse (Batum, Ardahan
ve Kars sancakları) içinde yer alan Şavşat, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra imzalanan
Berlin Anlaşması gereğince savaş tazminatı olarak Rusya’ya bırakılmıştır. 1878-1918 yılları arasında
Rus işgali altında kalan Şavşat’ta Osmanlı topraklarına doğru göçler yaşanmıştır. Ruslar 1918’de
Brest-Litovsk Anlaşması’yla bölgeden çekilince Şavşat 17 Aralık 1918-Nisan 1920 tarihleri arasında
İngilizlerin işgali altında kalmıştır. İngilizlerden sonra Artvin ve Şavşat, 25 Temmuz 1920’de
Gürcülerin işgaline uğramıştır. Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir 23 Şubat 1921 tarihinde
ordusuyla Şavşat’a girmiş ve burasını Türk hâkimiyeti altına almıştır. Böylece Şavşat 43 yıllık
esaretten kurtulmuştur. Osmanlı döneminde Tanzimat’ın ilanından sonra devlet memurlarının
biyografik bilgileri ve özlük hakları konusunda birçok yenilikler yapılmıştır. Bu kapsamda 1879-1922
yılları arasında 200 bini aşkın devlet memurunun biyografik bilgileri kaydedilmiştir. Devletin ilmiye
sınıfına ait görevlilerin sicil bilgileri ise Meşihat Arşivi’nde toplanmıştır. Bu arşiv günümüzde İstanbul
Müftülüğü bünyesinde bulmakta ve araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır. Meşihat Arşivi’nde
Şavşat ulemasıyla ilgili sicil dosyaları da bulunmaktadır. Bu çalışmanın konusu Meşihat Arşivi’nde
bilgileri olan Şavşatlı beş âlim hakkındadır. Bunlar Şavşat müftüsü Ahmet Fevzi Efendi, Ergani
Müftüsü Hüseyin Hilmi Efendi, Fatih Camii dersiâmı Bilal Efendi, Süleymaniye Camii kürsi şeyhi
Hasan Hilmi Efendi ve Bafra nâibi Mehmed Emin Efendi’dir. Çalışmada Meşihat Arşivi’ndeki bilgiler
ışığında Şavşatlı âlimlerin eğitimleri, hocaları, icazetleri, görevleri, görev yerleri ve hizmetleri
hakkında bilgilere yer verilmiştir. Çalışma Osmanlı son döneminde Şavşat tarihinde ulemanın yeri
konusuna bazı yeni bilgiler sunması ve bu konudaki arşiv bilgilerin analiz edilmesi açısından önem arz
etmektedir. Çalışma; dönemsel, nitel ve deskriptif bir araştırmadır. Çalışmada konu Osmanlı arşiv
belgelerini analiz etmeye ve değerlendirmeye dayalı doküman incelemesi yöntemiyle ele alınmıştır.
Konuyla ilgili bulunan belgeler, dönemin ve yerel teşkilatın idari ve sosyal yapısı çerçevesinde
yorumlanmaya ve değerlendirilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın, spesifik konusu ve kapsamı itibariyle
Şavşat bölgesi tarihi alanına katkılar sağlayacağı düşünülmektedir.
XIV. ULUSLARARASI MEVLİD-İ NEBİ SEMPOZYUMU İSLÂM VE ÇOCUK TEBLİĞLER KİTABI , 2020
Cahiliye döneminde Müşrik Araplar, kız çocuklarını bazen de erkek çocuklarını diri
diri toprağa... more Cahiliye döneminde Müşrik Araplar, kız çocuklarını bazen de erkek çocuklarını diri
diri toprağa gömüyorlar, kız çocuklarına değer vermiyorlar, onların hukuki haklarını yok
sayıyorlardı. Savaş ve baskınlarda çocuklar esir edip köleleştiriyorlardı. Çocuklara
merhamet göstermiyorlar hatta merhamet edenleri hayretle karşılıyorlardı. Geçim ve aç
kalma korkusuyla çocuklarını öldürebiliyorlardı. Hz. Peygamber savaş veya barış
durumunda her ne sebep olursa olsun çocukların öldürülmesini yasakladı. Yaptığı
mücadele ile kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi âdetini ortadan kaldırdı.
Çocukların hukuki haklarına riayet edilmesini emretti. Çocukların öldürülmesinin
önlenmesi ve çocuk haklarına riayet edilmesi konusunda bir devrim yaptı. Bunun için
öncelikle insanların içinde bulundukları inanç yapısını, hayata bakış açısını, düşünce
dünyasını değiştirdi. Onları bu zulme götüren ve bunu kendilerine sevimli gösteren şirk
inancını ve kötü ahlakı yok etmeye çalıştı. Sözleri ve davranışlarıyla insanlara merhamet
ve maneviyat eğitimi verdi. Kendi çocuklarına ve ashabın çocuklarına güzel davranarak
insanlara güzel örnek oldu. Çocuklara bakan, ikram ve ihsanda bulunan, onları koruyan,
himaye eden, hor görmeyen ve onların haklarına riayet edenleri cennetle müjdeledi. Bu
kimselerin cehennemden kurtulacaklarını ve ahirette kendisiyle beraber olacaklarını
beyan etti. Çocukları öldürmenin en büyük günahlardan biri olduğunu bildirdi. Çocukları
öldürmemeleri konusunda insanlardan biat aldı. Çocuklara merhamet edenlerin Allah’ın
merhametine mazhar olacağını ifade etti. Katıldığı ve gönderdiği askeri seferlerde
çocukların ve kadınların öldürülmesini kesin ifadelerle yasakladı.
Kendi çocuklarını kaybeden, bunun nasıl bir acı olduğunu iyi bilen ve gözyaşı
döken Hz. Peygamber, bu acıyı yaşayan ebeveynlere sabırlı olmayı ve tevekkül etmeyi
tavsiye etti. Çocukların cennete gideceğini ve çocuklarının ölümüne sabreden ebeveynin
de cennete gideceğini müjdeleyerek gönülleri ferahlattı. Anne veya babası gibi birinci
derecede yakınını kaybeden çocukların bakımlarını üstelendi. Onlara bağış, ikram ve
ihsanda bulundu ve bunu tavsiye etti. Onların malî ve hukukî haklarına riayet edilmesini emretti. Onların bakımlarını üstelenenleri cennetle müjdeledi. Onların mallarını haksızca
yemenin cehennem ateşi yemek olduğunu bildirdi.
Sonuç olarak Hz. Peygamber çocuk ve ölüm bağlamındaki olaylardaki sorunlar için
topluma kalıcı çözümler sundu, bu konudaki sorunların arkasında yer alan dini ve psiko
sosyal nedenleri ortadan kaldırmaya çalıştı. Çocukların öldürülmesi geleneğini tamamen
kaldırmada tarihi adımlar attı ve bu konuda hayata yeni bir bakış açısı getirdi.
Günümüzde Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nin
kuzeydoğu kesiminde yer alan ve maden ocakları ile ta... more Günümüzde Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nin
kuzeydoğu kesiminde yer alan ve maden ocakları ile tarih
içinde önemli bir konuma sahip olan Kratova şehri, Balkanların
en eski yerleşim yerlerinden birisidir. Şehrin tarihi M.Ö. VI.
yüzyıla
kadar inmektedir. Romalıların, Slavlar-Samoil
Devletinin ve Bizanslıların hâkimiyeti altında kalan Kratova
XIV. yüzyılın sonlarında Osmanlıların eline geçmiş ve 1912
yılına kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Osmanlı döneminde
Kratova’da açılan medrese ve sıbyan mektepleri uzun dönem
eğitim faaliyetlerine devam etmiş, özellikle Tanzimat’tan sonra
eğitim kurumlarının sayısı ve çeşitliliği artmıştır.
Konuyla ilgili arşiv belgeleri ve salnameler incelendiğinde
Kratova’nın dini ve millî kimlik yapısındaki çeşitliliğinin,
eğitim kurumlarının da çeşitlenmesine sebep olduğu
gözlemlenir.
Bu anlamda dini açıdan bakıldığında
Müslümanlara ve gayri Müslimlere ait farklı okulların açıldığı,
etnik açıdan bakıldığında ise Türklere, Bulgarlara, Rumlara ve
Sırplara yönelik farklı eğitim kurumların faaliyet gösterdiği
görülür. Kratova’da Müslümanlara yönelik Kratova Medresesi,
Kuruşçuzade Seyyid Ahmed Naib Vakfı Medresesi, Kapıcıbaşı
İbrahim Bey Mektebi, Hacı Yahya Efendi Mektebi, Rüşdiye
Mektebi, Şadırvan İbtidai Mektebi, Kız İbtidai Mektebi,
Estnikafça Köyü İbtidai Mektebi, Sıbyan mektepleri ve diğer
ibtidai mektepler eğitim hizmetlerini sürdürmüştür.
Kratova’da bir de kütüphane açılmıştır. Bu kütüphanede
eski ve yeni kitaplar bulundurulmuştur. Kratova ve köylerinde
gayri müslimlerden Bulgarlara, Sırplara ve Rumlara yönelik
birçok okul açılmıştır. Arşiv belgelerinde Kratova’da hangi dine ve millete ait olduğu belirtilmeyen bazı okullardan da
bahsedilir. İzletova köyündeki Hamidiye Mektebi, Rodor
köyündeki Mecidiye Mektebi, Usturisofça köyündeki İbtidai
Mektebi ve Urla köyündeki Mecidiye Mektebi bunlardan
birkaçıdır. Salnamelerde ve arşiv belgelerinde Kratova’da
açılan okullarda bulunan öğretmen ve öğrencilerin sayılarına
ilişkin bilgiler de bulunmaktadır. Balkan savaşları öncesinde
Balkanlarda yükselen ayrılıkçı ve milliyetçi düşüncelerin başka
şehirlerde olduğu gibi Kratova’da yaygınlaştığı ve bu
düşüncelerin okullara da yansıdığı görülmektedir. Kratova ve
köylerinde açılan birçok Bulgar mektebinde Bulgar
komitalarına (eşkıyasına) gönül ve destek veren Bulgar
öğretmenlerin bulunduğu, bu öğretmenlerin okulları Bulgar
milliyetçiliği ve eşkıyalığı açısından bir propaganda merkezi
haline getirme çabaları içinde olduğuyla ilgili arşiv
kaynaklarında önemli bilgiler bulunmaktadır.
Makedonya Radoviş'te Osmanlı İzleri: Camiler, Medreseler ve Tekkeler
Günümüzde Kuzey Makedonya ülkesinin doğusunda yer
alan Radoviş şehri ülkede Türk nüfusunun en y... more Günümüzde Kuzey Makedonya ülkesinin doğusunda yer
alan Radoviş şehri ülkede Türk nüfusunun en yoğun yaşadığı
yerlerden birisidir. 2002 yılında resmi olarak açıklanan son sa
yıma göre Türk nüfusu ülkede %3.8 iken Radoviş’te %16’ları
geçmektedir. Bu yüzden burası Türkiye ile Kuzey Makedonya
arasındaki tarihi ve kültürel köprünün önemli ayaklarından bi
rini oluşturmaktadır. Radoviş ve bölgesi Osmanlı topraklarına
Sultan I. Murad döneminde Timurtaş Paşa’nın birlikleri tara
fından 784/1382-1383 yılında katılmıştır. Fethin akabinde böl
geye yoğun Türk nüfusu yerleştirilmiştir. Bölgeye yerleşen yö
rükler arşiv kayıtlarında evlâd-ı fâtihan olarak zikredilmiştir.
Radoviş’e bağlı Kılavuzlu, Kara Ali Obası, Karacalar, Çeşme,
Halil Obası, İşterova, Dracance, Sarıgöl Yakası, Hüdaverdi, Du
raklı, Köseli, Podereş, Bunarlı, Hamza, Kuşkulu, Yargürice, Ha
cı, Araklı, Aselli, Menteşli, İzlova, Banya, Radiçevo, Kalugerica,
Lipovik Zîr (Aşağı Lipovik), Konçe, Lubnice, Rakice, Alikoç,
Cebirli, Kocaali ve Süpürge gibi mahallelerde/köylerde
meskûn olanlar evlâd-ı fâtihân olarak kaydedilmiştir. Radoviş
Osmanlı idaresinde önceleri Rumeli eyaletine bağlanmış, aka
binde Niş, Üsküp, Selanik, Prizren, Manastır ve Kosova eyalet
lerine tabi olmuştur. Son olarak da Kosova eyaletinin Üsküp
sancağına bağlı bir kaza statüsünde yer almıştır. Osmanlı dö
neminde burada pek çok eser bina edilmiştir. 1883 yılında Ra
doviş genelinde 34 câmi, 4 tekye, 2 medrese, 1 mekteb-i rüşdiy
ye, 1 hükümet konağı, 205 mağaza-fırın-dükkân, 3145 hane, 1
hamam, 78 değirmen, 1 saat (kulesi), 17 han, 1 telgrafhane, 1
kütüphane, 46 çeşme ve 7 kilise bulunmaktadır.
93 Harbi ve Berlin Anlaşması akabinde Rus, Sırp ve Bulgar
işgali altında kalan bölgelerdeki Türk ve Müslümanların göç
ettiği önemli merkezlerden birisi de Radoviş olmuştur. Bu çal
kantılı dönemde Radoviş mühacirlere kucak açmıştır. 1892 yı
lında Radoviş’e gelen muhacirlerin bir kısmı şehir merkezinde
ki Ali Ağa, Câmi-i Kebir, Abdullah Cedid ve Abdullah Paşa-i
Zîr mahallelerine yerleştirilmiştir. Çoğu muhacir de Kozbunar,
Vidine, Köseli, Dirazence, Hamza, Durutlu, Orahobça, Kuşkulu,
Yargurice, Pokraçova, Pudereş, Banya, Radiçevo, İzleva, Lipo
vik, Dukatina, Halil Obası, Kalugerica, Konçe, Alikoç, Koca Ali,
Pırnarlı ve Sarıgöl gibi köylere iskân ettirilmiştir.
1904 yılında 7.2-7.8 şiddetinde merkezi üssü Bulgaristan’ın
Kresna şehri olduğu düşünülen büyük bir deprem meydana
gelmiştir. Bu deprem Radoviş’te de yıkımlara neden olmuştur.
Birinci Balkan Savaşları sırasında Radoviş’e yaklaşık 100 km
mesafede bulunan Kumanova'da Osmanlı birlikleri ile Bulgar
Sırp birlikleri arasında 23-24 Ekim 1912 tarihinde Kumanova
Muharebesi meydana gelmiştir. Savaş sonucunda Osmanlı bir
likleri geri çekilmiş ve bölge Sırp ve Bulgar askerlerine bırakıl
mıştır. Böylece 1383-1913 yılları arasında 530 yıl Osmanlı idare
sinde kalan Radoviş Osmanlı topraklarından kopmuş ve Bulga
ristan’a dâhil olmuştur.
Radoviş’te Osmanlı döneminden kalan eserlerin çoğu yok
olmuştur. Ancak hâlen ayakta kalanlar eserler de mevcuttur.
2009-2014 yılları arasında Makedonya’da kalınan beş yıl zaman
zarfında Radoviş’teki Osmanlı mirasıyla ilgili alan araştırması
yapılmıştır. Gerek o dönemde gerekse son zamanlarda bölgedeki
yaşayanlarla görüşmeler gerçekleştirilip konu ile ilgili araştırma
lar derinleştirilmiştir. Osmanlı arşivlerinde tespit edilen yüzlerce
belge okunup değerlendirilmiştir. Arşiv belgelerinde ulaşılan
bilgilerle saha çalışmasında elde edilen bilgiler harmanlayıp ana
liz edilerek Osmanlı döneminde Radoviş’te ve köylerinde yapılan câmiler, mescitler, tekkeler, mektepler, medreseler gibi eserler
hakkında daha kapsamlı bilgilere ulaşılmıştır.
Günümüzde Radoviş şehir merkezinde bulunan, kendisi yı
kılıp sadece minaresi kalan ve hakkında fazla bilginin olmadığı
câminin Aydın Muhassılı Vezir Abdullah Paşa Câmii olduğunu
tespit edilmiştir. Radoviş’te Erdoğdu İbrahim Bey Câmii, İbra
him Ağa Câmii, Hacı Sadeddin Câmii, Hacı Hüseyin Ağa
Câmii, Ali Ağa Câmii, Mahalle-i Zîr Mescidi, Kara Hoca Mesci
di gibi mabetler hakkında bilgilere ulaşılmıştır. Osmanlı döne
minde Radoviş’te Halvetî, Cerrâhî, Kâdirî ve Nakşibendî tekke
leri kurulmuştur. Bu tasavvufi gelenek günümüzde hâlâ aktif
olarak devam etmektedir. Bir külliye olarak yapılan Abdullah
Paşa Camii, Mektebi ve Medresesi’nin yeni projelerle yeniden
inşa edilmesine acil ihtiyaç duyulmaktadır. Bu külliyenin inşası,
tarihi değerlerin yeniden hayat bulması, Radoviş bölgesindeki
Müslümanların dini ve kültürel hayatlarına önemli katkılar sağ
laması ve Türkiye ile Kuzey Makedonya arasındaki güzel ilişki
lerin önemli simgelerinden birini oluşturabilmesi açısından çok
önem arz etmektedir.
Osmanlı döneminde yapılan Hacı Halil Muallimhânesi
(Mektebi), Abdullah Paşa Vakfı Mektebi, Hacı Mehmed Mekte
bi, Medrese-i Cedid, Süha Ali Efendi Mektebi, Medresesi ve Kü
tüphanesi ile sıbyan, ibtidâiye ve rüşdiye mektepleri Radoviş’in
eğitim hayatına önemli katkılar sağlamıştır. Ayasofya-i Kebîr
Câmii vaizi Emir Abdülkerim tarafından yaptırılan hamam,
Emetullah Hanım tarafından yaptırılan çeşmeler, Yanyalı İbra
him Bey tarafından yaptırılan saat kulesi, bölge halkının hâlâ
ziyaret ettiği İkiz Baba Türbesi ve Radoviş bölgesinin fethinde
önemli bir yere sahip olan Pranko İsa Bey’in türbesi şehirdeki
Osmanlı izlerini gösteren önemli eserlerdendir. Harabe halde
duran Pranko İsa Bey Türbesi’nin acilen restore edilmeye ihti
yacı vardır. Radoviş’e bağlı Türk köylerindeki câmiler ve mescitler dini hayatın asırlarca canlı tutulmasına vesile olmuştur.
Çalışmada Türk köylerinin eski ve yeni isimleri belirlenmeye,
kaybolan ve yok olan Türk köyleri ve Osmanlı eserleri gün yü
züne çıkartılmaya çalışılmıştır. Böylece bu bölgelerden ülkemi
ze ve başka yerlere göç edenlerin geçmişleriyle olan bağlantı
noktaları tespit edilmiştir.
Osmanlı döneminde Radoviş’e bağlı olan günümüzde ise
ayrı belediyelik haline gelen Pehçova ve Berova şehirlerinde
Osmanlı câmileri ve mektepleri hakkında da önemli bilgiler ve
rilmiştir. Berova’da hâlâ ibadete açık olan Mehmed Bey Câmii
ile yok olan Süleyman Mescidi, Pehçova’da tamamen yok olan
Ali Bey Câmii, Hacı Ahmed Câmii (Çarşı Câmii), Sarhan-zâde
Câmii ve Hacı Ahmed ve Hacı Mehmed Mektebi’nin tarihi ger
çeklikleri gün yüzüne çıkartılmıştır.
“Osmanlı Dönemi Üsküp Vakıfları” adlı kitabımız, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam ... more “Osmanlı Dönemi Üsküp Vakıfları” adlı kitabımız, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları İslam
Tarihi Anabilim dalında aynı konuda hazırladığımız dokto
ra tezi çalışmamıza dayanmaktadır. Yaklaşık 522 yıl Osmanlı
idaresinde kalan Üsküp’te pek çok vakıf kurulmuş ve vakıf
eserleri inşa edilmiştir. Bunlar Osmanlıdan geriye kalan tarihi
mirasımızdır. Bugün bu eserlerin pek çoğu yok olup gitmiştir.
Bazıları da hala ayakta kalmaya devam etmektedir. Üsküp’te
gerek yok olan ve gerekse hala ayakta kalan vakıf eserleriy
le ilgili en önemli bilgiler ve kaynaklar Osmanlı arşivlerinde
bulunmaktadır. Biz de bu Osmanlı arşivlerinin peşine düştük
ve bu arşiv belgelerini gün yüzüne çıkararak elinizdeki ese
ri meydana getirmeye çalıştık. Ağırlıklı olarak Osmanlı arşiv
belgelerine dayanarak hazırladığımız çalışmamızda, Osmanlı
döneminde Üsküp şehir merkezinde kurulan vakıfları ve bu
vakıflar tarafından yaptırılan camiler, mescitler, tekkeler, zavi
yeler, türbeler, medreseler, mektebler, dâru’l-kurrâlar, kütüp
haneler, imaretler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, su ke
merleri, köprüler ve darphane gibi vakıf eserlerini incelemeye
çalıştık. 2009-2014 yılları arasında 5 yıl Makedonya’da kalarak
yerinde araştırmalar yaptık. Bu yönleriyle özgün ve gerçekçi
bir çalışma meydana getirmeye gayret gösterdik. Bu çalışma, Üsküp tarihi, Üsküp’teki Osmanlı mirası ve vakıf eserleri açısından önemli bir kaynak niteliğindedir.
14. yüzyılda yaşayan Faslı Müslüman İbn Battûta, Afrika,
Endülüs, Orta Doğu, Anadolu, Kırım, K... more 14. yüzyılda yaşayan Faslı Müslüman İbn Battûta, Afrika,
Endülüs, Orta Doğu, Anadolu, Kırım, Kafkasya, Orta Asya,
Hindistan, Uzak Doğu ve Çin gibi dünyanın çeşitli coğ
rafyalarını gezerek Orta Çağ’ın bilinen en büyük seyyahı
olmuştur. Gördüğü, gözlemlediği şehirleri, kültürleri, insan
ları ve siyasi olayları Rihletü İbn Battûta Tuhfetü’n-Nüzzâr fî
Garâ’ibi’l-Emsâr ve ‘Acâ’ibi’l-Esfâr adlı eserinde toplamıştır.
İbn Battûta, kendisini meşhur eden seyahatlerine 22 yaşın
dayken hac yolculuğu ile başlamıştır. Bu hac yolculuğu
onun bir dünya yolculuğuna çıkmasına vesile olmuştur. İbn
Battûta ilk haccını 726/1327 yılında yapmıştır. Ömründe
beş defa hac ibadeti yapan İbn Battûta Mekke, Medine ve
hac ibadetiyle ilgili önemli bilgiler aktarmıştır. Mescid-i
Harâm, Kâbe, Hacerülesved, Safâ, Merve, Metâf, Mültezem,
Makâm-ı İbrâhim, Hicr, Mina, Müzdelife, Arafat, Muhassir
vadisi, Meş‘ar-i Harâm, Cebelirahme ve Batn-ı Urene gibi
mekânlar ve bu mekânlardaki tavaf, kudûm tavafı, ifâza
tavafı, istilâm, sa‘y, ihram, vakfe, şeytan taşlama ve kurban
kesme gibi hacla ilgili ibadetler hakkında detaylı bilgiler
sunmuştur. Bununla birlikte hac ibadeti açısından oldukça
önemli olan ve hacılar tarafından ziyaret edilen Mekke ve
Medine’deki ziyaret mekânları hakkında bilgiler aktar
mıştır. Bu bilgiler, hem 14. yüzyıldaki hacıların bu ziyaret
mekânları hakkındaki bilgi, birikim ve algılarını göstermesi
hem de Mekke ve Medine tarihi açısından oldukça önem
arz etmektedir. Özellikle son yıllarda Mescid-i Harâm’ın ve
Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi çalışmaları sebebiyle
kaybolmak durumunda kalan ziyaret mekânlarının yeri ve
haklarındaki bilgilerin mahiyeti açısından da önemlidir.
İbn Battûta’nın özellikle Mekke-Medine, Medine-Şam ve
Mekke-Necef arasındaki hac güzergâhı ve bu güzergâhtaki
hacıların, yolların ve konaklama yerlerinin durumlarıyla ilgili verdiği bilgilerin tarihe ışık tutacak nitelikte olduğu
görülmektedir.
İbn Battûta’nın hac ibadetini Hz. Peygamber’in sünne
tine uygun olarak yapmaya önem gösterdiği ve bu anlamda
menâsikü’l-hacla ilgili ibadetlerde Hz. Peygamber’in sün
netine riayet etmeyi önemsediği tespit edilmiştir. Bu da
hac ibadetinin 14. yüzyılda Hz. Peygamber’in sünnetine
uygun olarak doğru ve sahih bir şekilde uygulandığını
göstermektedir. İbn Battûta’nın verdiği bilgiler, Medine’den
Mekke’ye giden hacıların Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı’nda
takip ettiği güzergâhı kullanmaya gayret ettiklerini ve
bu güzergâhtaki Hz. Peygamber’in hatıralarını yâd edip
ziyaret etmeyi önemsediklerini ortaya çıkarmaktadır.
Sonuç olarak İbn Battûta, 14. yüzyılda hac ibadetinin nasıl
gerçekleştirildiği ve hac ibadetiyle alakalı mekânların
nasıl bir durumda olduğunu bir bütün hâlinde anlamamız
açısından tarihe ışık tutacak bilgiler sunmuştur.
İnsanların sahip oldukları mallarını ve imkânlarını diğer insanlar ve canlıların
faydalanması ... more İnsanların sahip oldukları mallarını ve imkânlarını diğer insanlar ve canlıların
faydalanması ve kullanması için tahsis etmesi ve onların yardımına sunması insanlık
tarihi kadar eskidir. Tarih boyunca toplumlar, yaşadığı coğrafyada birçok hayrî uygu
lamalar geliştirmişler. Bu anlamda yol, çeşme, mabet ve kuyu gibi bir takım eserler
vücuda getirmişlerdir. Eski Romalılar, Eski Yunanlılar, Babilliler, Etiler, Hititler, Hin
dular ve İslam öncesi Orta Asya Türkleri gibi toplumlarda vakfa benzeyen hayrî eser
lerin varlığı bilinmektedir. Ancak vakıf kurumu mahiyeti ve hukukî yapısı itibariyle
İslam’la doğmuş ve bir medeniyet haline gelmiştir. Bu anlamda Vakıf Medeniyeti Hz.
Peygamber (sas) ile kurulan bir medeniyettir. Bu medeniyetinin kuruluşu, gelişmesi
ve yaygınlaşmasında Hz. Peygamber’in derin ve mütemadi bir tesiri olmuştur. Hz.
Peygamber ile başlayan vakıf anlayışını, Müslümanlar asırlar boyunca daha da ilerlet
miş ve dünyanın farklı coğrafyalarına götürerek bir medeniyet haline dönüştürmüştür.
Vakıflar eğitim, din, kültür, sağlık, güvenlik, sosyal, bayındırlık, belediye hizmetleri
gibi birçok alanda müesseseler vücuda getirmiştir. Fethedilen coğrafyalara da bu mü
esseseler taşınmıştır. Bu vakıf eserleri ve mütemadiyen devam eden vakıf hizmetleri,
başta Anadolu ve Balkan coğrafyası olmak üzere fethedilen toprakların Türkleşmesi
ne, İslamlaşmasına ve Türk-İslam medeniyetinin bu coğrafyalara taşınmasına ve bura
larda temsil edilmesine katkılar sağlamıştır. Tanzimat dönemi öncesinde mütevelliler
tarafından idare edilen vakıflar bu dönemde Evkâf-ı Hümayûn Nezâreti çatısı altında
birleştirilmiş, cumhuriyetten sonra da Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesine alınmıştır.
Ortaçağ Avrupa’sında oldukça yetersiz durumda olan vakıf benzeri kuruluşlar, önemi
nin anlaşılmasıyla birlikte 19. yüzyıldan sonra Batı toplumunda artmaya başlamıştır.
Günümüzde gerek ülkemizde gerekse dünyanın pek çok ülkesinde ve coğrafyasında
vakıf ve benzeri kuruluşlar, sağlık, sosyal, kültürel, ekonomik ve eğitim gibi pek çok
alanda hizmetler yürütmeye devam etmektedir.
Osmanlı dönemi vakıflarında bakanlık konumundaki Evkâf-ı Hümayun Ne
zareti’nde, bu nezarete bağl... more Osmanlı dönemi vakıflarında bakanlık konumundaki Evkâf-ı Hümayun Ne
zareti’nde, bu nezarete bağlı illerde kurulan Evkâf müdürlerinde, şahıs vakıflarında
ve vakıflara bağlı cami, mescit, türbe, mektep, medrese, kütüphane, tekke, zaviye,
darüşşifa, darurrâhâ gibi vakıf müesseselerinde gerek idari kadrolarda gerekse vakıf
hizmetleri kadrolarında pek çok görevlinin iki yüzden fazla farklı unvan ve görevde
istihdam edildiği ve vakıf hizmetleri sunduğu tespit edilmiştir. Özellikle camilerde
çeşitli vazifeleri ifa etmek üzere yüze yakın görev adının olduğu saptanmıştır. Kur’an
ve dua okuma alanında otuzdan fazla görevde çeşitli görevlilerin istihdam edildiği
görülmüştür. Bu da Osmanlı döneminde cami merkezli bir toplum yapısına ve cami
hizmetlerinde de Kur’an merkezli bir din hizmetleri anlayışına önem verildiğini ve
bu anlayışın yaygın olduğunu göstermektedir. Vakıf görevlileri yürüttükleri vakıf hiz
metleri din, eğitim, sağlık, ekonomi, kültür gibi alanlarda topluma önemli hizmetler
sunmuşlar ve sosyal kalkınmada etkin rol oynamışlardır. İnsan ve canlı ayrımı yap
maksızın toplumun her kesimine yönelik yürüttükleri bu hizmetlerle birlik ve beraber
liğin sağlanmasında, sosyal adalet ve barışın tesisinde ve ekonominin canlanmasında
önemli faydalar sağlamışlardır.
Birçok vakfiyede vakıf bünyesinde görev alacak personelin görev adları, görev
nitelikleri ve görev tanımları açıkça zikredilmiştir. Görevlilerde aranan en önemli ni
teliklerin başında liyakat ve ehliyetin geldiği görülmüştür. Yani görevlinin; tayin ola
cağı görevin hakkını verebilecek düzeyde bilgi, birikim, uzmanlık, tecrübe ve yetenek
sahibi olması gerektiği ifade edilmiştir. Bu husus atama yazılarının yazıldığı vakıf
belgelerinde genelde “erbâb-ı istihkâk” şeklinde dile getirilmiştir. Vakıf görevlileri
nin diğer ortak nitelikleri arasında ise sâlih (işini iyi yapan), emin, güvenilir, dürüst,
güzel ahlaklı, dindar, takva ehli ve insanlarla iyi iletişim kurabilen bir kişi olma gibi
hususlar ön plana çıkmıştır. Birçok atamalarda liyakatli olma kaydıyla evlâdiyet ve
meşrûtiyet usullerine önem verildiği görülmüştür. Vakfiyelerde görev adları, nitelikleri
ve tanımlarının açıkça zikredilmesi ve vakfiyelerde belirtilen hususlara riayet edilerek
atamaların yapılması; vakıf görevlilerinin düzenli, disiplinli, ahlaklı ve gayretli çalış
malarının temellerini oluşturmuştur. Bu da güçlü ve sürdürülebilir bir vakıf sistemi
nin oluşmasında ve yaygınlaşmasında önemli bir etken olmuştur. Vakıf hizmetlerinin
sistemli ve düzenli bir şekilde asırlar boyunca devam ettirilmesinde, Osmanlı Devle
ti’nin bir vakıf cenneti haline gelmesinde ve bir vakıf medeniyetine sahip olmasında
hiç şüphesiz vakıf görevlilerinin samimi, ciddi ve disiplinli bir şekilde vakıf hizmeti
sunmasının büyük bir tesiri olmuştur. Vakıf görevlileri vakıf kurucularından sonra bu
konudaki üstün gayretleri ve başarıları hizmetleriyle vakıf medeniyetinin öncü kahra
manlarından olmuşlardır.
19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin merkez ve taşra teşkilatında önemli
mevkilerde bulunan ilmiye... more 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin merkez ve taşra teşkilatında önemli
mevkilerde bulunan ilmiye sınıfı; idari, dini, ilmi ve adli birçok alanda mü
him hizmetler ifa etmiştir. 2. Abdülhamid Han döneminde ilmiye sınıfına ait
görevlilerin prosopografik bilgileri kayıt altına alınmış ve Bâb-ı Meşîhat’ta
toplanarak arşivlenmiştir. Günümüzde İstanbul Müftülüğü bünyesinde bulunan
Meşihat Arşivi, Osmanlı son dönemi ulemasının biyografileri ve sicil kayıtları
açısından oldukça önemli verileri içermektedir. Meşihat Arşivindeki ulema
sicil dosyalarında sicilleri kayıt altına alınan ve Diyadin merkezinde nâib,
müftü, müderris, eytam müdürü ve mahkeme-i şeriyye kâtibi olarak görev
alan Diyadin uleması da bulunmaktadır.
Ağrı iline bağlı bir ilçe konumunda olan Diyadin; Urartu, Kimmer, İskit,
Med, Pers, Part, Sasani, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Moğol, Harezm, İlhanlı,
Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevi, Osmanlı ve Rus hâkimiyetinde yaşamıştır.
Belâzuri ve İbnü’l-Esîr’in eserleri incelendiğinde Diyadin bölgesinin Hz. Os
man döneminde hicri 25 (miladi 645/646) yılında Habîb b. Mesleme tarafından
İslam topraklarına dâhil edildiğini söylemek mümkündür. Tuğrul Bey 1040
yılında Bizans’a bağlı olan Ağrı ve çevresini Selçuklu topraklarına katmıştır.
1071 Malazgirt zaferinden sonra Diyadin bölgesi Selçukluların hâkimiyetinde
kalmıştır. Diyadin’in Osmanlı topraklarına katılması ise Sultan 1. Selim zama
nında gerçekleşmiştir. Diyadin Osmanlı idaresinde önce Van vilayetine bağlan
mıştır. Daha sonra ise Erzurum vilayetinin Bayezid sancağına bağlı bağlı bir
kaza olarak idari taksimatta yerini almıştır. Trabzon-Erzurum-Ağrı-Bayezid ve
Tebriz arasındaki ticaret hattında stratejik bir öneme sahip olmuştur.
Meşihat Arşivinde sicil kayıtları olan Osmanlı’nın son dönemi Diyadin
uleması içinde Diyadin’de doğmuş ancak farklı şehir ve coğrafyalarda gö
rev yapmış ismin yanında, Osmanlı’nın farklı coğrafyaların doğmuş ancak
Diyadin’de görev yapmış isimler de bulunmaktadır. Diyadin Müftüsü Molla
Ömer Efendi Van Bahçesaray’da, Diyadin nâibi Ahmed Faik Efendi Trabzon
Hemşin’de, Diyadin eytam müdürü Mehmed Said Efendi Bayezid’de, Diya
din mahkeme-i şer‘iyye kâtibi Hafız Mehmed Efendi Erzurum’da, Samsun
Şer‘iyye Mahkeme-i Şer‘iyye Kâtibi Bekir Fevzi Efendi Diyadin’de doğmuştur.
Diyadin müderrisi Osman Efendi’nin doğum yeri ise bilinmemektedir. Buna
göre Meşihat arşivindeki sicil kayıtlarına göre ulema sınıfında Diyadin’de
doğup da Diyadin’de görev yapan kimse bulunmamaktadır. Diyadin’e tayin
edilen görevlilerin Bayezid, Erzurum, Van ve Trabzon gibi Diyadin’e yakın
bölgelerden geldiği ve eğitimlerini Diyadin haricindeki şehirlerde tamamla
dıkları görülmüştür. Bunda görevlilerin başka memleketten olmaları önemli
bir etki oluşturmuştur. Diyadin müftüsü Van ve Bitlis medreselerinde, Diyadin
nâibi Erzurum ve İstanbul medreselerinde, Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi
Erzurum medreselerinde, Samsun mahkeme-i şer‘iyye kâtibi ise Diyadin köy
medreselerinde eğitim görmüştür. Bunlar nahiv, mantık, meânî, âdâb, tefsir,
ahvâl-i hadis, akaid, ilm-i fıkıh, ferâiz, Arapça ve Farsça gibi dersler almışlardır.
Görevlilerden sadece Diyadin müftüsü icazetname almayı başarmış, diğer
leri ise icazetnamelerini alamamıştır. Diyadin müftüsü Arapçadan icazetname
almıştır. Bayezid müftüsünden bir kıta icazetname almaya muvaffak olmuştur.
Diyadin nâibi ise Abdülkerim Efendi’den icazetnâme almaya hak kazanmış,
tam icazetnamesi hazırlanırken bu arada hocası vefat etmiş, bu sebeple icazetnâ
mesini alamamıştır. Diyadin eytam müdürü ise dönemin modern mekteplerinde
eğitim almış, sıbyan mektebini bitirmiş, rüşdiye mektebine başlamış ancak bu
rasını tamamlayamamıştır. İçlerinden sadece Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi
Mehmed Efendi hafızlık yapmış ve diğerlerinden farklı olarak hem medrese
hem de idadi mektebi okumuştur. Bu mektepte Arapça, Farsça, ilm-i hesâb,
hendese ve coğrafya derslerini görmüştür. Diyadin müftüsü, Türkçe, Kürtçe,
Arapça ve Farsça; Diyadin nâibi, Türkçe ve Arapça; Diyadin eytam müdürü,
Türkçe, Kürtçe ve cüzi olarak da Ermenice; Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi,
Türkçe ve Kürtçe; Samsun mahkeme-i şer‘iyye kâtibi ise Türkçe, Kürtçe ve
Arapça dillerini konuşabilmekte ve yazabilmektedir.
Meşihat arşivinde Diyadin nâibi Ahmed Faik Efendi hakkında altı adet ve
Diyadin eytam müdürü Said Efendi hakkında iki adet berâet-i zimmet maz
batası düzenlenmiştir. Diğerlerinin mazbata evrakları bulunmamaktadır. Bu
mazbatalarda görevlilerin şahsiyeti, ahlakı, davranışları, görevi, görevine olan
ehliyeti, sadakati ve üzerinde bulunan zimmetin devredilmesi gibi hususlarda
amirlerinin kanaatlerine yer verilmiştir.
Diyadin müderrisi Ömer Efendi hariç diğer tüm görevlilerin “Devlet-i Aliyye-i
Osmaniye tezkiresi” denilen ve günümüzdeki nüfus cüzdanı konumunda olan
belgeleri bulunmaktadır. Bu tezkirelerde görevlilerin ismi, anne ve babasının
adı, doğum tarihi, doğum yeri, milleti (dini), sıfatı, hizmet ve intihab salahi
yeti, medeni hali, askerlik durumu, boyu, göz rengi, alamet-i fârikası, eşkâli
ve nüfusa kayıtlı olduğu yer hakkında bilgiler verilmiştir.
Diyadin müftüsü Ömer Efendi, Bayezid müderrisliği ve Diyadin müftülüğü
yapmıştır. Diyadin nâibi Ahmed Fâik Efendi, Terhûne, Atina, Diyadin, Hopa,
Lâdik, Atina ve Hınıs kazalarında nâib olarak görev almıştır. Diyadin eytam
müdürü Mehmed Said Efendi, Diyadin’in vergi ve tahrîrât ve mahkeme ka
lemlerinde, bidayet mahkemesi başkâtipliğinde, polis komiserliğinde, Kara
Kilise polis komiserliğinde görev almış ve en son Diyadin eytam müdürü
olmuştur. Hafız Mehmed Efendi, Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi olarak
çalışmıştır. Diyadinli Bekir Fevzi Efendi ise Genç sancağının Valir nahiyesine
polis memurluğu ve Samsun Mahkeme-i Şer‘iyye başkâtipliği yapmıştır.
Asîr bölgesi Osmanlı döneminde Yemen’e bağlı olan günümüzde ise Suudi
Arabistan topraklarında k... more Asîr bölgesi Osmanlı döneminde Yemen’e bağlı olan günümüzde ise Suudi
Arabistan topraklarında kalan bir bölgedir. Hicaz ile Yemen arasında bulunması
hasebiyle stratejik bir öneme sahiptir. Osmanlı Devleti 19. ve 20. yüzyılda bu bölgede
çıkan isyanlar ve salgın hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Asîr sancağı,
Yemen’den gelen hacıların gidiş geliş güzergâhında bulunduğu için burada zuhur eden
veba ve kolera salgını, Hicaz bölgesine, hac ve umre ibadetine gelen hacılar vasıtasıyla
buradan da tüm Osmanlı ve İslâm coğrafyasına yayılma tehlikesi arz etmiştir.
Dolayısıyla buradaki salgının kontrol altına alınması ve yok edilmesi Osmanlı idaresi
için çok elzem bir konu olmuştur. Bölgede görülen ilk salgın 1874 yılında arşiv
kayıtlarına damla hastalığı olarak geçmiştir. 1891 yılında Asîr bölgesinde ortaya çıkan
kolera hastalığı toplu ölümlere sebep olmuştur. 1893 yılında bölgede bu sefer veba
illeti yaygınlık göstermiştir. Asîr sancağının özellikle Benî Şehir kasabasında temerküz
eden veba salgını etraftaki köylere de yayılmış ve 1894 ve 1896 yıllarında yine
ölümlere sebep olmuştur. 1897 yılında külliyen ortadan kalkmıştır. 1900 yılında salgın
hastalık bu sefer taun, humma ve tifo olarak ortaya çıkmış, ertesi yıl da devam etmiş ve
birçok can almıştır. Asîr bölgesinde 1902 yılında şiddetli bir şekilde tekrar zuhur eden
veba ve kolera hastalığı yüzlerce kişinin ölümüne sebep olmuştur. Bu dönemde
koleradan dolayı Asîr’de 200 asker, Midi şehrinde 130 asker ölmüştür. Neticede
bölgede görülen hastalık tam manasıyla ortadan kalkmamıştır.
Yemen’in Asîr sancağında 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 20. yüzyılın
başlarına kadar devam eden salgın hastalıklar bölgede derin izler bıraktığı gibi
Anadolu’da da etkisini göstermiştir. 20. yüzyılın başlarında Anadolu’dan Yemen’e
gönderilen ve gidip gelmeyen askerler için söylenen “Ano Yemen’dir. Gülü çemendir.
Giden gelmiyor. Acep nedendir?” şeklindeki ağıtın arka planında böylesi bir salgın
gerçekliği de vardır. Bu ağıtın yakılmasına bu bölgedeki ve bu dönemdeki (1874-1903)
salgın hastalıkların neden olduğuna dair bir belgeye ulaşılmamıştır. Ancak Asîr
bölgesindeki salgın hastalıkların bir türlü bitmemesi ve birkaç yılda bir yenilenerek
etkisini artırması, salgın açısından bölgenin ne kadar hassas ve tehlikeli olduğunu
göstermektedir. İşte iç isyanlar ve 1. Dünya Savaşı sebebiyle Yemen ve Asîr cephelerine
giden Osmanlı askerleri bu tehlikeli coğrafyayla yüzleşmek durumunda kalmıştır.
Osmanlı idaresi bölgede çıkan salgınla ilgili gelişmeleri yakından takip etmeye ve
salgın sürecini en iyi şekilde yönetmeye çalışmıştır. Kurumlar arasında sağlıklı bilgi
alışverişinin ve koordinasyonun sağlanmasına önem vermiştir. Saray-ı Hümayun,
sadaret makamı, başta Sıhhiye ve Dâhiliye olmak üzere çeşitli nezâretler (bakanlıklar),
askeri kurumlar, Yemen vilayeti, bağlı sancaklar ve yerel sağlık kurumları arasında sık
sık bilgi alışverişi gerçekleşmiştir. Salgınla ilgili tüm gelişmeleri en yakından takip eden
bakanlık hiç şüphesiz Sıhhiye Nezâreti olmuştur. Bu nezaretin bünyesinde bulunan
Meclis-i Umûr-ı Sıhhiye salgınla mücadele kapsamında zaman zaman toplantılar
yapmış, alınacak tedbirleri tespit etmiş ve gerekli kararları almıştır. Alınan kararlar,
Sıhhiye Nezareti, Sadaret ve Yıldız Sarayı aracılığıyla uygulanması için ilgili birimlere
tebliğ edilmiştir. Salgınla mücadele etmek üzere bölgeye doktorlar gönderilmiştir.
Doktorlar bölgede hem sıhhi tedbirleri uygulamışlar hem salgının tedavisinde aktif
roller üstlenmişler hem de salgının mahiyeti ve gelişmeler hakkında raporlar
hazırlamışlardır. Bu raporlar bölgedeki gelişmelerin mahiyeti ve alınacak yeni
tedbirlerin tespiti açısından önem arz etmiştir. Salgınla mücadelenin en önemli
adımlarından birisi de “tedâbîr-i sıhhiye ve tehaffuziye” denilen sağlık ve korunma
tedbirleri olmuştur. Bu tedbirler kapsamında tathîrât ve tanzîfât olarak kayıtlara geçen
temizliğe son derece önem verilmiştir. Öncelikle hastalığın bulaştığı mahal, eşyalar ve
kişiler temizlenmeye çalışılmıştır. Yine bu kapsamda gerektiğinde hastalığın bulaştığı
veya bulaşma ihtimalinde olan eşya ve elbiseler yakılmış ve imha edilmiştir. Salgınla
mücadele kapsamında karar alma mekanizması açısından değerlendirilecek olursa
Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyeyi ve kararlarını, günümüzde Covid-19 pandemisiyle mücadele
sürecinde ülkemizdeki Sağlık Bakanlığına bağlı Bilimsel Danışma Kuruluna ve
kararlarına benzetmek mümkündür.
1889 yılında Asîr bölgesinde veba hastalığı zuhur edip toplu ölümlere sebep
olunca bu bölgede karantina uygulamaları da başlamıştır. Hastalığın devam etmesi
karantina uygulamalarını da devamlı hale getirmiş ve Yemen’de birçok yerde karantina
idaresinin kurulmasına neden olmuştur. Bu anlamda Asîr bölgesinin yakınlarındaki
Hudeyde, Ebû Sa’d, Kamaran, Luhayye ve Meha’da karantina birimleri
oluşturulmuştur. Kamaran ve Ebû Sa’d’da tehaffuzhaneler kurulmuştur.
Tehaffuzhaneler kalabalık yolcuların karantinaya alındığı merkezler olmuştur. Bu
379
karantina merkezlerinde yolcular, karantina süresince ikame ettirilmiş, muayeneden
geçirilmiş, kendileri ve eşyaları için tathîrât ve tebhîrât (temizlik ve dezenfekte)
uygulaması yapılmış ve hastalığın bulaştığı eşyaları yakılmıştır. Hasta olanlar bu
merkezlerde tedaviye alınmış ve geldikleri yerlere geri gönderilmiştir. Hasta
olmayanlara karantina süreleri bittikten sonra gidecekleri yerlere gitmeleri için izin
verilmiştir.
Salgının yayılmaması için birçok noktada askeri kordonlar
oluşturulmuştur. Bunların en önemlisi de Tâif’te oluşturulan askeri kordondur. 1895
yılında Yemen’den gelip veba hastalığının yaygın olduğu Asîr bölgesinden geçerek kara
yoluyla hacca giden hacılar Tâif’teki askeri kordonda karantinaya alınmıştır. Böylece
salgının hac bölgesine ve oradan da Osmanlı ve İslâm coğrafyasına yayılmaması için
büyük gayretler gösterilmiştir. Yolcuların hacca yetişmesi ve oluşabilecek fesadın
önlenmesi için 5 günlük karantina süresi 2 güne düşürülerek bu konuda bir esneklik
de gösterilmiştir. Sonuç itibariyle Yemen’in Asîr bölgesinde zuhur eden salgınlara karşı
mücadelede Osmanlı İdaresi aldığı ve uyguladığı tedbirlerle çok önemli ve başarılı
çalışmalar yürütmüştür.
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2025
Hz. Peygamber döneminden beri hac ve umre ibadetini yapmak isteyen Müslümanlar her yıl Mekke ve M... more Hz. Peygamber döneminden beri hac ve umre ibadetini yapmak isteyen Müslümanlar her yıl Mekke ve Medine’ye gelmiş ve bu vesileyle Hicaz bölgesine girip çıkmıştır. Gelen insanların bir kısmı veba ve kolera gibi salgın hastalıkları da beraberinde getirmiştir. Bu durum ise bölge halkını, hacıları ve dönüşte varılan yerlerdeki insanları tehdit etmiş ve bazı insanların ölümlerine neden olmuştur. Osmanlı Devleti Hicaz bölgesinde görülen salgın hastalıklara karşı tedbir almak durumunda kalmıştır. Bu çalışma, II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde Hicaz bölgesinde ortaya çıkan veba ve kolera gibi salgın hastalıklar ve bunlara karşı Osmanlı yönetiminin ortaya koyduğu mücadele ve tedbirler konusunu içermektedir. Çalışma, söz konusu bölgede özellikle 1881-1909 tarihleri arasında meydana gelen salgın hastalıklar konusuna değinen Osmanlı arşiv belgeleri kapsamında ele alınmıştır. Çalışmada, bölgedeki salgının yakından takip edilmesi, sağlıkla ilgili yeni birimlerin ihdası, sağlık ödeneklerinin arttırılması, sağlık ve korunma tedbirlerinin uygulanması, karantina uygulamaları, modern tıbbi cihaz ve makinelerinin kullanılması ve hac dönüşü salgın hastalıkların takibi gibi konulara odaklanılmıştır. Örneklem ve tümevarım yöntemiyle konuyla ilgili arşiv belgeleri analiz edilmeye ve bu belgelerin içerikleri üzerinde değerlendirmeler yapılmaya çalışılmıştır. Çalışmada arşiv belgelerini incelemeye dayalı doküman analizi yöntemi kullanılmıştır.
İslâm’ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı bünyesinde barındırması ve Hz. Peygamber’in İsrâ ve Mi... more İslâm’ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı bünyesinde barındırması ve Hz. Peygamber’in İsrâ ve Mi‘raç mucizesinin gerçekleştiği yer olması yönüyle Kudüs, İslâm medeniyetinin en mukaddes şehirlerinden birisi sayılmıştır. Yavuz Sultan Selim tarafından 1516 yılında Osmanlı Devleti’ne katılan ve 401 yıl Osmanlı idaresinde kalan Kudüs, 1917 yılında İngilizlerin mandasına geçmiştir. Osmanlı döneminde Kudüs, ilim, kültür, sanat ve medeniyet merkezi olması yönüyle önemini korumuştur. Bu dönemde Kudüs’te multi etnik ve dinî bir yapıdaki halk huzurlu, güvenli, barış dolu, hoşgörülü ve istikrarlı bir hayat yaşamıştır. Kudüs’te Müslümanların dinî liderliğini yürüten, dinî konularda onlara rehberlik ve irşat hizmeti sunan müftüler hakkında yeterince müstakil akademik çalışmaların yapılmaması bizleri bu alanda çalışma yapmaya sevk etmiştir. Bu çalışma Osmanlı son döneminde görev yapan Kudüs müftüleri hakkındadır. Çalışma, Osmanlı’nın son zamanlarında görev yapan ve Meşihat Arşivi’nde belgeleri bulunan Kudüs müftülerinden Muhammed Tahir el-Hüseynî Efendi, Muhammed Tahir Efendi, Şeyh Abdülkadir Efendi, Muhammed Kamil Efendi ve Muhammed Emin Efendi kapsamında ele alınmıştır. Çalışmada söz konusu bu müftülerin, kimlik bilgileri, eğitim süreçleri, icâzetnâmeleri, hizmetleri ve resmi yazışmalarıyla ile ilgili hususlar üzerinde yoğunlaşılmıştır. Çalışma nitel, deskriptif ve dönemsel bir araştırmadır. Çalışmada konuyla ilgili Osmanlı arşiv belgelerinin analizi ve değerlendirilmesine dayalı doküman incelemesi yöntemi esas alınmıştır. Osmanlı son döneminde Kudüs’te biri Hanefî, diğeri Şafiî olmak üzere iki ayrı müftünün aynı anda görev yaptığı, burada devlet tarafından farklı fıkhî mezhep mensuplarının beklentilerinin dikkate alındığı, müftülerin dinî, hayrî ve fetva hizmetlerinin yanısıra Kudüs Meclis-i İdâre-i Livâ’da görev alarak şehrin idaresinde aktif rol oynadığı tespit edilmiştir.
Bu makale, en az iki hakem tarafından incelendi ve intihal içermediği teyit edildi/This article h... more Bu makale, en az iki hakem tarafından incelendi ve intihal içermediği teyit edildi/This article has been reviewed by at least two referees and scanned via a plagiarism software.
Tarihi bir geçmişe sahip olan Şavşat, Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı topraklarına
kat... more Tarihi bir geçmişe sahip olan Şavşat, Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı topraklarına
katılmıştır. Zaman zaman Erzurum ve Çıldır eyaletine tabi olmuştur. Elviye-i Selâse (Batum, Ardahan
ve Kars sancakları) içinde yer alan Şavşat, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra imzalanan
Berlin Anlaşması gereğince savaş tazminatı olarak Rusya’ya bırakılmıştır. 1878-1918 yılları arasında
Rus işgali altında kalan Şavşat’ta Osmanlı topraklarına doğru göçler yaşanmıştır. Ruslar 1918’de
Brest-Litovsk Anlaşması’yla bölgeden çekilince Şavşat 17 Aralık 1918-Nisan 1920 tarihleri arasında
İngilizlerin işgali altında kalmıştır. İngilizlerden sonra Artvin ve Şavşat, 25 Temmuz 1920’de
Gürcülerin işgaline uğramıştır. Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir 23 Şubat 1921 tarihinde
ordusuyla Şavşat’a girmiş ve burasını Türk hâkimiyeti altına almıştır. Böylece Şavşat 43 yıllık
esaretten kurtulmuştur. Osmanlı döneminde Tanzimat’ın ilanından sonra devlet memurlarının
biyografik bilgileri ve özlük hakları konusunda birçok yenilikler yapılmıştır. Bu kapsamda 1879-1922
yılları arasında 200 bini aşkın devlet memurunun biyografik bilgileri kaydedilmiştir. Devletin ilmiye
sınıfına ait görevlilerin sicil bilgileri ise Meşihat Arşivi’nde toplanmıştır. Bu arşiv günümüzde İstanbul
Müftülüğü bünyesinde bulmakta ve araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır. Meşihat Arşivi’nde
Şavşat ulemasıyla ilgili sicil dosyaları da bulunmaktadır. Bu çalışmanın konusu Meşihat Arşivi’nde
bilgileri olan Şavşatlı beş âlim hakkındadır. Bunlar Şavşat müftüsü Ahmet Fevzi Efendi, Ergani
Müftüsü Hüseyin Hilmi Efendi, Fatih Camii dersiâmı Bilal Efendi, Süleymaniye Camii kürsi şeyhi
Hasan Hilmi Efendi ve Bafra nâibi Mehmed Emin Efendi’dir. Çalışmada Meşihat Arşivi’ndeki bilgiler
ışığında Şavşatlı âlimlerin eğitimleri, hocaları, icazetleri, görevleri, görev yerleri ve hizmetleri
hakkında bilgilere yer verilmiştir. Çalışma Osmanlı son döneminde Şavşat tarihinde ulemanın yeri
konusuna bazı yeni bilgiler sunması ve bu konudaki arşiv bilgilerin analiz edilmesi açısından önem arz
etmektedir. Çalışma; dönemsel, nitel ve deskriptif bir araştırmadır. Çalışmada konu Osmanlı arşiv
belgelerini analiz etmeye ve değerlendirmeye dayalı doküman incelemesi yöntemiyle ele alınmıştır.
Konuyla ilgili bulunan belgeler, dönemin ve yerel teşkilatın idari ve sosyal yapısı çerçevesinde
yorumlanmaya ve değerlendirilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın, spesifik konusu ve kapsamı itibariyle
Şavşat bölgesi tarihi alanına katkılar sağlayacağı düşünülmektedir.
XIV. ULUSLARARASI MEVLİD-İ NEBİ SEMPOZYUMU İSLÂM VE ÇOCUK TEBLİĞLER KİTABI , 2020
Cahiliye döneminde Müşrik Araplar, kız çocuklarını bazen de erkek çocuklarını diri
diri toprağa... more Cahiliye döneminde Müşrik Araplar, kız çocuklarını bazen de erkek çocuklarını diri
diri toprağa gömüyorlar, kız çocuklarına değer vermiyorlar, onların hukuki haklarını yok
sayıyorlardı. Savaş ve baskınlarda çocuklar esir edip köleleştiriyorlardı. Çocuklara
merhamet göstermiyorlar hatta merhamet edenleri hayretle karşılıyorlardı. Geçim ve aç
kalma korkusuyla çocuklarını öldürebiliyorlardı. Hz. Peygamber savaş veya barış
durumunda her ne sebep olursa olsun çocukların öldürülmesini yasakladı. Yaptığı
mücadele ile kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi âdetini ortadan kaldırdı.
Çocukların hukuki haklarına riayet edilmesini emretti. Çocukların öldürülmesinin
önlenmesi ve çocuk haklarına riayet edilmesi konusunda bir devrim yaptı. Bunun için
öncelikle insanların içinde bulundukları inanç yapısını, hayata bakış açısını, düşünce
dünyasını değiştirdi. Onları bu zulme götüren ve bunu kendilerine sevimli gösteren şirk
inancını ve kötü ahlakı yok etmeye çalıştı. Sözleri ve davranışlarıyla insanlara merhamet
ve maneviyat eğitimi verdi. Kendi çocuklarına ve ashabın çocuklarına güzel davranarak
insanlara güzel örnek oldu. Çocuklara bakan, ikram ve ihsanda bulunan, onları koruyan,
himaye eden, hor görmeyen ve onların haklarına riayet edenleri cennetle müjdeledi. Bu
kimselerin cehennemden kurtulacaklarını ve ahirette kendisiyle beraber olacaklarını
beyan etti. Çocukları öldürmenin en büyük günahlardan biri olduğunu bildirdi. Çocukları
öldürmemeleri konusunda insanlardan biat aldı. Çocuklara merhamet edenlerin Allah’ın
merhametine mazhar olacağını ifade etti. Katıldığı ve gönderdiği askeri seferlerde
çocukların ve kadınların öldürülmesini kesin ifadelerle yasakladı.
Kendi çocuklarını kaybeden, bunun nasıl bir acı olduğunu iyi bilen ve gözyaşı
döken Hz. Peygamber, bu acıyı yaşayan ebeveynlere sabırlı olmayı ve tevekkül etmeyi
tavsiye etti. Çocukların cennete gideceğini ve çocuklarının ölümüne sabreden ebeveynin
de cennete gideceğini müjdeleyerek gönülleri ferahlattı. Anne veya babası gibi birinci
derecede yakınını kaybeden çocukların bakımlarını üstelendi. Onlara bağış, ikram ve
ihsanda bulundu ve bunu tavsiye etti. Onların malî ve hukukî haklarına riayet edilmesini emretti. Onların bakımlarını üstelenenleri cennetle müjdeledi. Onların mallarını haksızca
yemenin cehennem ateşi yemek olduğunu bildirdi.
Sonuç olarak Hz. Peygamber çocuk ve ölüm bağlamındaki olaylardaki sorunlar için
topluma kalıcı çözümler sundu, bu konudaki sorunların arkasında yer alan dini ve psiko
sosyal nedenleri ortadan kaldırmaya çalıştı. Çocukların öldürülmesi geleneğini tamamen
kaldırmada tarihi adımlar attı ve bu konuda hayata yeni bir bakış açısı getirdi.
Günümüzde Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nin
kuzeydoğu kesiminde yer alan ve maden ocakları ile ta... more Günümüzde Kuzey Makedonya Cumhuriyeti'nin
kuzeydoğu kesiminde yer alan ve maden ocakları ile tarih
içinde önemli bir konuma sahip olan Kratova şehri, Balkanların
en eski yerleşim yerlerinden birisidir. Şehrin tarihi M.Ö. VI.
yüzyıla
kadar inmektedir. Romalıların, Slavlar-Samoil
Devletinin ve Bizanslıların hâkimiyeti altında kalan Kratova
XIV. yüzyılın sonlarında Osmanlıların eline geçmiş ve 1912
yılına kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Osmanlı döneminde
Kratova’da açılan medrese ve sıbyan mektepleri uzun dönem
eğitim faaliyetlerine devam etmiş, özellikle Tanzimat’tan sonra
eğitim kurumlarının sayısı ve çeşitliliği artmıştır.
Konuyla ilgili arşiv belgeleri ve salnameler incelendiğinde
Kratova’nın dini ve millî kimlik yapısındaki çeşitliliğinin,
eğitim kurumlarının da çeşitlenmesine sebep olduğu
gözlemlenir.
Bu anlamda dini açıdan bakıldığında
Müslümanlara ve gayri Müslimlere ait farklı okulların açıldığı,
etnik açıdan bakıldığında ise Türklere, Bulgarlara, Rumlara ve
Sırplara yönelik farklı eğitim kurumların faaliyet gösterdiği
görülür. Kratova’da Müslümanlara yönelik Kratova Medresesi,
Kuruşçuzade Seyyid Ahmed Naib Vakfı Medresesi, Kapıcıbaşı
İbrahim Bey Mektebi, Hacı Yahya Efendi Mektebi, Rüşdiye
Mektebi, Şadırvan İbtidai Mektebi, Kız İbtidai Mektebi,
Estnikafça Köyü İbtidai Mektebi, Sıbyan mektepleri ve diğer
ibtidai mektepler eğitim hizmetlerini sürdürmüştür.
Kratova’da bir de kütüphane açılmıştır. Bu kütüphanede
eski ve yeni kitaplar bulundurulmuştur. Kratova ve köylerinde
gayri müslimlerden Bulgarlara, Sırplara ve Rumlara yönelik
birçok okul açılmıştır. Arşiv belgelerinde Kratova’da hangi dine ve millete ait olduğu belirtilmeyen bazı okullardan da
bahsedilir. İzletova köyündeki Hamidiye Mektebi, Rodor
köyündeki Mecidiye Mektebi, Usturisofça köyündeki İbtidai
Mektebi ve Urla köyündeki Mecidiye Mektebi bunlardan
birkaçıdır. Salnamelerde ve arşiv belgelerinde Kratova’da
açılan okullarda bulunan öğretmen ve öğrencilerin sayılarına
ilişkin bilgiler de bulunmaktadır. Balkan savaşları öncesinde
Balkanlarda yükselen ayrılıkçı ve milliyetçi düşüncelerin başka
şehirlerde olduğu gibi Kratova’da yaygınlaştığı ve bu
düşüncelerin okullara da yansıdığı görülmektedir. Kratova ve
köylerinde açılan birçok Bulgar mektebinde Bulgar
komitalarına (eşkıyasına) gönül ve destek veren Bulgar
öğretmenlerin bulunduğu, bu öğretmenlerin okulları Bulgar
milliyetçiliği ve eşkıyalığı açısından bir propaganda merkezi
haline getirme çabaları içinde olduğuyla ilgili arşiv
kaynaklarında önemli bilgiler bulunmaktadır.
Makedonya Radoviş'te Osmanlı İzleri: Camiler, Medreseler ve Tekkeler
Günümüzde Kuzey Makedonya ülkesinin doğusunda yer
alan Radoviş şehri ülkede Türk nüfusunun en y... more Günümüzde Kuzey Makedonya ülkesinin doğusunda yer
alan Radoviş şehri ülkede Türk nüfusunun en yoğun yaşadığı
yerlerden birisidir. 2002 yılında resmi olarak açıklanan son sa
yıma göre Türk nüfusu ülkede %3.8 iken Radoviş’te %16’ları
geçmektedir. Bu yüzden burası Türkiye ile Kuzey Makedonya
arasındaki tarihi ve kültürel köprünün önemli ayaklarından bi
rini oluşturmaktadır. Radoviş ve bölgesi Osmanlı topraklarına
Sultan I. Murad döneminde Timurtaş Paşa’nın birlikleri tara
fından 784/1382-1383 yılında katılmıştır. Fethin akabinde böl
geye yoğun Türk nüfusu yerleştirilmiştir. Bölgeye yerleşen yö
rükler arşiv kayıtlarında evlâd-ı fâtihan olarak zikredilmiştir.
Radoviş’e bağlı Kılavuzlu, Kara Ali Obası, Karacalar, Çeşme,
Halil Obası, İşterova, Dracance, Sarıgöl Yakası, Hüdaverdi, Du
raklı, Köseli, Podereş, Bunarlı, Hamza, Kuşkulu, Yargürice, Ha
cı, Araklı, Aselli, Menteşli, İzlova, Banya, Radiçevo, Kalugerica,
Lipovik Zîr (Aşağı Lipovik), Konçe, Lubnice, Rakice, Alikoç,
Cebirli, Kocaali ve Süpürge gibi mahallelerde/köylerde
meskûn olanlar evlâd-ı fâtihân olarak kaydedilmiştir. Radoviş
Osmanlı idaresinde önceleri Rumeli eyaletine bağlanmış, aka
binde Niş, Üsküp, Selanik, Prizren, Manastır ve Kosova eyalet
lerine tabi olmuştur. Son olarak da Kosova eyaletinin Üsküp
sancağına bağlı bir kaza statüsünde yer almıştır. Osmanlı dö
neminde burada pek çok eser bina edilmiştir. 1883 yılında Ra
doviş genelinde 34 câmi, 4 tekye, 2 medrese, 1 mekteb-i rüşdiy
ye, 1 hükümet konağı, 205 mağaza-fırın-dükkân, 3145 hane, 1
hamam, 78 değirmen, 1 saat (kulesi), 17 han, 1 telgrafhane, 1
kütüphane, 46 çeşme ve 7 kilise bulunmaktadır.
93 Harbi ve Berlin Anlaşması akabinde Rus, Sırp ve Bulgar
işgali altında kalan bölgelerdeki Türk ve Müslümanların göç
ettiği önemli merkezlerden birisi de Radoviş olmuştur. Bu çal
kantılı dönemde Radoviş mühacirlere kucak açmıştır. 1892 yı
lında Radoviş’e gelen muhacirlerin bir kısmı şehir merkezinde
ki Ali Ağa, Câmi-i Kebir, Abdullah Cedid ve Abdullah Paşa-i
Zîr mahallelerine yerleştirilmiştir. Çoğu muhacir de Kozbunar,
Vidine, Köseli, Dirazence, Hamza, Durutlu, Orahobça, Kuşkulu,
Yargurice, Pokraçova, Pudereş, Banya, Radiçevo, İzleva, Lipo
vik, Dukatina, Halil Obası, Kalugerica, Konçe, Alikoç, Koca Ali,
Pırnarlı ve Sarıgöl gibi köylere iskân ettirilmiştir.
1904 yılında 7.2-7.8 şiddetinde merkezi üssü Bulgaristan’ın
Kresna şehri olduğu düşünülen büyük bir deprem meydana
gelmiştir. Bu deprem Radoviş’te de yıkımlara neden olmuştur.
Birinci Balkan Savaşları sırasında Radoviş’e yaklaşık 100 km
mesafede bulunan Kumanova'da Osmanlı birlikleri ile Bulgar
Sırp birlikleri arasında 23-24 Ekim 1912 tarihinde Kumanova
Muharebesi meydana gelmiştir. Savaş sonucunda Osmanlı bir
likleri geri çekilmiş ve bölge Sırp ve Bulgar askerlerine bırakıl
mıştır. Böylece 1383-1913 yılları arasında 530 yıl Osmanlı idare
sinde kalan Radoviş Osmanlı topraklarından kopmuş ve Bulga
ristan’a dâhil olmuştur.
Radoviş’te Osmanlı döneminden kalan eserlerin çoğu yok
olmuştur. Ancak hâlen ayakta kalanlar eserler de mevcuttur.
2009-2014 yılları arasında Makedonya’da kalınan beş yıl zaman
zarfında Radoviş’teki Osmanlı mirasıyla ilgili alan araştırması
yapılmıştır. Gerek o dönemde gerekse son zamanlarda bölgedeki
yaşayanlarla görüşmeler gerçekleştirilip konu ile ilgili araştırma
lar derinleştirilmiştir. Osmanlı arşivlerinde tespit edilen yüzlerce
belge okunup değerlendirilmiştir. Arşiv belgelerinde ulaşılan
bilgilerle saha çalışmasında elde edilen bilgiler harmanlayıp ana
liz edilerek Osmanlı döneminde Radoviş’te ve köylerinde yapılan câmiler, mescitler, tekkeler, mektepler, medreseler gibi eserler
hakkında daha kapsamlı bilgilere ulaşılmıştır.
Günümüzde Radoviş şehir merkezinde bulunan, kendisi yı
kılıp sadece minaresi kalan ve hakkında fazla bilginin olmadığı
câminin Aydın Muhassılı Vezir Abdullah Paşa Câmii olduğunu
tespit edilmiştir. Radoviş’te Erdoğdu İbrahim Bey Câmii, İbra
him Ağa Câmii, Hacı Sadeddin Câmii, Hacı Hüseyin Ağa
Câmii, Ali Ağa Câmii, Mahalle-i Zîr Mescidi, Kara Hoca Mesci
di gibi mabetler hakkında bilgilere ulaşılmıştır. Osmanlı döne
minde Radoviş’te Halvetî, Cerrâhî, Kâdirî ve Nakşibendî tekke
leri kurulmuştur. Bu tasavvufi gelenek günümüzde hâlâ aktif
olarak devam etmektedir. Bir külliye olarak yapılan Abdullah
Paşa Camii, Mektebi ve Medresesi’nin yeni projelerle yeniden
inşa edilmesine acil ihtiyaç duyulmaktadır. Bu külliyenin inşası,
tarihi değerlerin yeniden hayat bulması, Radoviş bölgesindeki
Müslümanların dini ve kültürel hayatlarına önemli katkılar sağ
laması ve Türkiye ile Kuzey Makedonya arasındaki güzel ilişki
lerin önemli simgelerinden birini oluşturabilmesi açısından çok
önem arz etmektedir.
Osmanlı döneminde yapılan Hacı Halil Muallimhânesi
(Mektebi), Abdullah Paşa Vakfı Mektebi, Hacı Mehmed Mekte
bi, Medrese-i Cedid, Süha Ali Efendi Mektebi, Medresesi ve Kü
tüphanesi ile sıbyan, ibtidâiye ve rüşdiye mektepleri Radoviş’in
eğitim hayatına önemli katkılar sağlamıştır. Ayasofya-i Kebîr
Câmii vaizi Emir Abdülkerim tarafından yaptırılan hamam,
Emetullah Hanım tarafından yaptırılan çeşmeler, Yanyalı İbra
him Bey tarafından yaptırılan saat kulesi, bölge halkının hâlâ
ziyaret ettiği İkiz Baba Türbesi ve Radoviş bölgesinin fethinde
önemli bir yere sahip olan Pranko İsa Bey’in türbesi şehirdeki
Osmanlı izlerini gösteren önemli eserlerdendir. Harabe halde
duran Pranko İsa Bey Türbesi’nin acilen restore edilmeye ihti
yacı vardır. Radoviş’e bağlı Türk köylerindeki câmiler ve mescitler dini hayatın asırlarca canlı tutulmasına vesile olmuştur.
Çalışmada Türk köylerinin eski ve yeni isimleri belirlenmeye,
kaybolan ve yok olan Türk köyleri ve Osmanlı eserleri gün yü
züne çıkartılmaya çalışılmıştır. Böylece bu bölgelerden ülkemi
ze ve başka yerlere göç edenlerin geçmişleriyle olan bağlantı
noktaları tespit edilmiştir.
Osmanlı döneminde Radoviş’e bağlı olan günümüzde ise
ayrı belediyelik haline gelen Pehçova ve Berova şehirlerinde
Osmanlı câmileri ve mektepleri hakkında da önemli bilgiler ve
rilmiştir. Berova’da hâlâ ibadete açık olan Mehmed Bey Câmii
ile yok olan Süleyman Mescidi, Pehçova’da tamamen yok olan
Ali Bey Câmii, Hacı Ahmed Câmii (Çarşı Câmii), Sarhan-zâde
Câmii ve Hacı Ahmed ve Hacı Mehmed Mektebi’nin tarihi ger
çeklikleri gün yüzüne çıkartılmıştır.
“Osmanlı Dönemi Üsküp Vakıfları” adlı kitabımız, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam ... more “Osmanlı Dönemi Üsküp Vakıfları” adlı kitabımız, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları İslam
Tarihi Anabilim dalında aynı konuda hazırladığımız dokto
ra tezi çalışmamıza dayanmaktadır. Yaklaşık 522 yıl Osmanlı
idaresinde kalan Üsküp’te pek çok vakıf kurulmuş ve vakıf
eserleri inşa edilmiştir. Bunlar Osmanlıdan geriye kalan tarihi
mirasımızdır. Bugün bu eserlerin pek çoğu yok olup gitmiştir.
Bazıları da hala ayakta kalmaya devam etmektedir. Üsküp’te
gerek yok olan ve gerekse hala ayakta kalan vakıf eserleriy
le ilgili en önemli bilgiler ve kaynaklar Osmanlı arşivlerinde
bulunmaktadır. Biz de bu Osmanlı arşivlerinin peşine düştük
ve bu arşiv belgelerini gün yüzüne çıkararak elinizdeki ese
ri meydana getirmeye çalıştık. Ağırlıklı olarak Osmanlı arşiv
belgelerine dayanarak hazırladığımız çalışmamızda, Osmanlı
döneminde Üsküp şehir merkezinde kurulan vakıfları ve bu
vakıflar tarafından yaptırılan camiler, mescitler, tekkeler, zavi
yeler, türbeler, medreseler, mektebler, dâru’l-kurrâlar, kütüp
haneler, imaretler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, su ke
merleri, köprüler ve darphane gibi vakıf eserlerini incelemeye
çalıştık. 2009-2014 yılları arasında 5 yıl Makedonya’da kalarak
yerinde araştırmalar yaptık. Bu yönleriyle özgün ve gerçekçi
bir çalışma meydana getirmeye gayret gösterdik. Bu çalışma, Üsküp tarihi, Üsküp’teki Osmanlı mirası ve vakıf eserleri açısından önemli bir kaynak niteliğindedir.
14. yüzyılda yaşayan Faslı Müslüman İbn Battûta, Afrika,
Endülüs, Orta Doğu, Anadolu, Kırım, K... more 14. yüzyılda yaşayan Faslı Müslüman İbn Battûta, Afrika,
Endülüs, Orta Doğu, Anadolu, Kırım, Kafkasya, Orta Asya,
Hindistan, Uzak Doğu ve Çin gibi dünyanın çeşitli coğ
rafyalarını gezerek Orta Çağ’ın bilinen en büyük seyyahı
olmuştur. Gördüğü, gözlemlediği şehirleri, kültürleri, insan
ları ve siyasi olayları Rihletü İbn Battûta Tuhfetü’n-Nüzzâr fî
Garâ’ibi’l-Emsâr ve ‘Acâ’ibi’l-Esfâr adlı eserinde toplamıştır.
İbn Battûta, kendisini meşhur eden seyahatlerine 22 yaşın
dayken hac yolculuğu ile başlamıştır. Bu hac yolculuğu
onun bir dünya yolculuğuna çıkmasına vesile olmuştur. İbn
Battûta ilk haccını 726/1327 yılında yapmıştır. Ömründe
beş defa hac ibadeti yapan İbn Battûta Mekke, Medine ve
hac ibadetiyle ilgili önemli bilgiler aktarmıştır. Mescid-i
Harâm, Kâbe, Hacerülesved, Safâ, Merve, Metâf, Mültezem,
Makâm-ı İbrâhim, Hicr, Mina, Müzdelife, Arafat, Muhassir
vadisi, Meş‘ar-i Harâm, Cebelirahme ve Batn-ı Urene gibi
mekânlar ve bu mekânlardaki tavaf, kudûm tavafı, ifâza
tavafı, istilâm, sa‘y, ihram, vakfe, şeytan taşlama ve kurban
kesme gibi hacla ilgili ibadetler hakkında detaylı bilgiler
sunmuştur. Bununla birlikte hac ibadeti açısından oldukça
önemli olan ve hacılar tarafından ziyaret edilen Mekke ve
Medine’deki ziyaret mekânları hakkında bilgiler aktar
mıştır. Bu bilgiler, hem 14. yüzyıldaki hacıların bu ziyaret
mekânları hakkındaki bilgi, birikim ve algılarını göstermesi
hem de Mekke ve Medine tarihi açısından oldukça önem
arz etmektedir. Özellikle son yıllarda Mescid-i Harâm’ın ve
Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi çalışmaları sebebiyle
kaybolmak durumunda kalan ziyaret mekânlarının yeri ve
haklarındaki bilgilerin mahiyeti açısından da önemlidir.
İbn Battûta’nın özellikle Mekke-Medine, Medine-Şam ve
Mekke-Necef arasındaki hac güzergâhı ve bu güzergâhtaki
hacıların, yolların ve konaklama yerlerinin durumlarıyla ilgili verdiği bilgilerin tarihe ışık tutacak nitelikte olduğu
görülmektedir.
İbn Battûta’nın hac ibadetini Hz. Peygamber’in sünne
tine uygun olarak yapmaya önem gösterdiği ve bu anlamda
menâsikü’l-hacla ilgili ibadetlerde Hz. Peygamber’in sün
netine riayet etmeyi önemsediği tespit edilmiştir. Bu da
hac ibadetinin 14. yüzyılda Hz. Peygamber’in sünnetine
uygun olarak doğru ve sahih bir şekilde uygulandığını
göstermektedir. İbn Battûta’nın verdiği bilgiler, Medine’den
Mekke’ye giden hacıların Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı’nda
takip ettiği güzergâhı kullanmaya gayret ettiklerini ve
bu güzergâhtaki Hz. Peygamber’in hatıralarını yâd edip
ziyaret etmeyi önemsediklerini ortaya çıkarmaktadır.
Sonuç olarak İbn Battûta, 14. yüzyılda hac ibadetinin nasıl
gerçekleştirildiği ve hac ibadetiyle alakalı mekânların
nasıl bir durumda olduğunu bir bütün hâlinde anlamamız
açısından tarihe ışık tutacak bilgiler sunmuştur.
İnsanların sahip oldukları mallarını ve imkânlarını diğer insanlar ve canlıların
faydalanması ... more İnsanların sahip oldukları mallarını ve imkânlarını diğer insanlar ve canlıların
faydalanması ve kullanması için tahsis etmesi ve onların yardımına sunması insanlık
tarihi kadar eskidir. Tarih boyunca toplumlar, yaşadığı coğrafyada birçok hayrî uygu
lamalar geliştirmişler. Bu anlamda yol, çeşme, mabet ve kuyu gibi bir takım eserler
vücuda getirmişlerdir. Eski Romalılar, Eski Yunanlılar, Babilliler, Etiler, Hititler, Hin
dular ve İslam öncesi Orta Asya Türkleri gibi toplumlarda vakfa benzeyen hayrî eser
lerin varlığı bilinmektedir. Ancak vakıf kurumu mahiyeti ve hukukî yapısı itibariyle
İslam’la doğmuş ve bir medeniyet haline gelmiştir. Bu anlamda Vakıf Medeniyeti Hz.
Peygamber (sas) ile kurulan bir medeniyettir. Bu medeniyetinin kuruluşu, gelişmesi
ve yaygınlaşmasında Hz. Peygamber’in derin ve mütemadi bir tesiri olmuştur. Hz.
Peygamber ile başlayan vakıf anlayışını, Müslümanlar asırlar boyunca daha da ilerlet
miş ve dünyanın farklı coğrafyalarına götürerek bir medeniyet haline dönüştürmüştür.
Vakıflar eğitim, din, kültür, sağlık, güvenlik, sosyal, bayındırlık, belediye hizmetleri
gibi birçok alanda müesseseler vücuda getirmiştir. Fethedilen coğrafyalara da bu mü
esseseler taşınmıştır. Bu vakıf eserleri ve mütemadiyen devam eden vakıf hizmetleri,
başta Anadolu ve Balkan coğrafyası olmak üzere fethedilen toprakların Türkleşmesi
ne, İslamlaşmasına ve Türk-İslam medeniyetinin bu coğrafyalara taşınmasına ve bura
larda temsil edilmesine katkılar sağlamıştır. Tanzimat dönemi öncesinde mütevelliler
tarafından idare edilen vakıflar bu dönemde Evkâf-ı Hümayûn Nezâreti çatısı altında
birleştirilmiş, cumhuriyetten sonra da Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesine alınmıştır.
Ortaçağ Avrupa’sında oldukça yetersiz durumda olan vakıf benzeri kuruluşlar, önemi
nin anlaşılmasıyla birlikte 19. yüzyıldan sonra Batı toplumunda artmaya başlamıştır.
Günümüzde gerek ülkemizde gerekse dünyanın pek çok ülkesinde ve coğrafyasında
vakıf ve benzeri kuruluşlar, sağlık, sosyal, kültürel, ekonomik ve eğitim gibi pek çok
alanda hizmetler yürütmeye devam etmektedir.
Osmanlı dönemi vakıflarında bakanlık konumundaki Evkâf-ı Hümayun Ne
zareti’nde, bu nezarete bağl... more Osmanlı dönemi vakıflarında bakanlık konumundaki Evkâf-ı Hümayun Ne
zareti’nde, bu nezarete bağlı illerde kurulan Evkâf müdürlerinde, şahıs vakıflarında
ve vakıflara bağlı cami, mescit, türbe, mektep, medrese, kütüphane, tekke, zaviye,
darüşşifa, darurrâhâ gibi vakıf müesseselerinde gerek idari kadrolarda gerekse vakıf
hizmetleri kadrolarında pek çok görevlinin iki yüzden fazla farklı unvan ve görevde
istihdam edildiği ve vakıf hizmetleri sunduğu tespit edilmiştir. Özellikle camilerde
çeşitli vazifeleri ifa etmek üzere yüze yakın görev adının olduğu saptanmıştır. Kur’an
ve dua okuma alanında otuzdan fazla görevde çeşitli görevlilerin istihdam edildiği
görülmüştür. Bu da Osmanlı döneminde cami merkezli bir toplum yapısına ve cami
hizmetlerinde de Kur’an merkezli bir din hizmetleri anlayışına önem verildiğini ve
bu anlayışın yaygın olduğunu göstermektedir. Vakıf görevlileri yürüttükleri vakıf hiz
metleri din, eğitim, sağlık, ekonomi, kültür gibi alanlarda topluma önemli hizmetler
sunmuşlar ve sosyal kalkınmada etkin rol oynamışlardır. İnsan ve canlı ayrımı yap
maksızın toplumun her kesimine yönelik yürüttükleri bu hizmetlerle birlik ve beraber
liğin sağlanmasında, sosyal adalet ve barışın tesisinde ve ekonominin canlanmasında
önemli faydalar sağlamışlardır.
Birçok vakfiyede vakıf bünyesinde görev alacak personelin görev adları, görev
nitelikleri ve görev tanımları açıkça zikredilmiştir. Görevlilerde aranan en önemli ni
teliklerin başında liyakat ve ehliyetin geldiği görülmüştür. Yani görevlinin; tayin ola
cağı görevin hakkını verebilecek düzeyde bilgi, birikim, uzmanlık, tecrübe ve yetenek
sahibi olması gerektiği ifade edilmiştir. Bu husus atama yazılarının yazıldığı vakıf
belgelerinde genelde “erbâb-ı istihkâk” şeklinde dile getirilmiştir. Vakıf görevlileri
nin diğer ortak nitelikleri arasında ise sâlih (işini iyi yapan), emin, güvenilir, dürüst,
güzel ahlaklı, dindar, takva ehli ve insanlarla iyi iletişim kurabilen bir kişi olma gibi
hususlar ön plana çıkmıştır. Birçok atamalarda liyakatli olma kaydıyla evlâdiyet ve
meşrûtiyet usullerine önem verildiği görülmüştür. Vakfiyelerde görev adları, nitelikleri
ve tanımlarının açıkça zikredilmesi ve vakfiyelerde belirtilen hususlara riayet edilerek
atamaların yapılması; vakıf görevlilerinin düzenli, disiplinli, ahlaklı ve gayretli çalış
malarının temellerini oluşturmuştur. Bu da güçlü ve sürdürülebilir bir vakıf sistemi
nin oluşmasında ve yaygınlaşmasında önemli bir etken olmuştur. Vakıf hizmetlerinin
sistemli ve düzenli bir şekilde asırlar boyunca devam ettirilmesinde, Osmanlı Devle
ti’nin bir vakıf cenneti haline gelmesinde ve bir vakıf medeniyetine sahip olmasında
hiç şüphesiz vakıf görevlilerinin samimi, ciddi ve disiplinli bir şekilde vakıf hizmeti
sunmasının büyük bir tesiri olmuştur. Vakıf görevlileri vakıf kurucularından sonra bu
konudaki üstün gayretleri ve başarıları hizmetleriyle vakıf medeniyetinin öncü kahra
manlarından olmuşlardır.
19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin merkez ve taşra teşkilatında önemli
mevkilerde bulunan ilmiye... more 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin merkez ve taşra teşkilatında önemli
mevkilerde bulunan ilmiye sınıfı; idari, dini, ilmi ve adli birçok alanda mü
him hizmetler ifa etmiştir. 2. Abdülhamid Han döneminde ilmiye sınıfına ait
görevlilerin prosopografik bilgileri kayıt altına alınmış ve Bâb-ı Meşîhat’ta
toplanarak arşivlenmiştir. Günümüzde İstanbul Müftülüğü bünyesinde bulunan
Meşihat Arşivi, Osmanlı son dönemi ulemasının biyografileri ve sicil kayıtları
açısından oldukça önemli verileri içermektedir. Meşihat Arşivindeki ulema
sicil dosyalarında sicilleri kayıt altına alınan ve Diyadin merkezinde nâib,
müftü, müderris, eytam müdürü ve mahkeme-i şeriyye kâtibi olarak görev
alan Diyadin uleması da bulunmaktadır.
Ağrı iline bağlı bir ilçe konumunda olan Diyadin; Urartu, Kimmer, İskit,
Med, Pers, Part, Sasani, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Moğol, Harezm, İlhanlı,
Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevi, Osmanlı ve Rus hâkimiyetinde yaşamıştır.
Belâzuri ve İbnü’l-Esîr’in eserleri incelendiğinde Diyadin bölgesinin Hz. Os
man döneminde hicri 25 (miladi 645/646) yılında Habîb b. Mesleme tarafından
İslam topraklarına dâhil edildiğini söylemek mümkündür. Tuğrul Bey 1040
yılında Bizans’a bağlı olan Ağrı ve çevresini Selçuklu topraklarına katmıştır.
1071 Malazgirt zaferinden sonra Diyadin bölgesi Selçukluların hâkimiyetinde
kalmıştır. Diyadin’in Osmanlı topraklarına katılması ise Sultan 1. Selim zama
nında gerçekleşmiştir. Diyadin Osmanlı idaresinde önce Van vilayetine bağlan
mıştır. Daha sonra ise Erzurum vilayetinin Bayezid sancağına bağlı bağlı bir
kaza olarak idari taksimatta yerini almıştır. Trabzon-Erzurum-Ağrı-Bayezid ve
Tebriz arasındaki ticaret hattında stratejik bir öneme sahip olmuştur.
Meşihat Arşivinde sicil kayıtları olan Osmanlı’nın son dönemi Diyadin
uleması içinde Diyadin’de doğmuş ancak farklı şehir ve coğrafyalarda gö
rev yapmış ismin yanında, Osmanlı’nın farklı coğrafyaların doğmuş ancak
Diyadin’de görev yapmış isimler de bulunmaktadır. Diyadin Müftüsü Molla
Ömer Efendi Van Bahçesaray’da, Diyadin nâibi Ahmed Faik Efendi Trabzon
Hemşin’de, Diyadin eytam müdürü Mehmed Said Efendi Bayezid’de, Diya
din mahkeme-i şer‘iyye kâtibi Hafız Mehmed Efendi Erzurum’da, Samsun
Şer‘iyye Mahkeme-i Şer‘iyye Kâtibi Bekir Fevzi Efendi Diyadin’de doğmuştur.
Diyadin müderrisi Osman Efendi’nin doğum yeri ise bilinmemektedir. Buna
göre Meşihat arşivindeki sicil kayıtlarına göre ulema sınıfında Diyadin’de
doğup da Diyadin’de görev yapan kimse bulunmamaktadır. Diyadin’e tayin
edilen görevlilerin Bayezid, Erzurum, Van ve Trabzon gibi Diyadin’e yakın
bölgelerden geldiği ve eğitimlerini Diyadin haricindeki şehirlerde tamamla
dıkları görülmüştür. Bunda görevlilerin başka memleketten olmaları önemli
bir etki oluşturmuştur. Diyadin müftüsü Van ve Bitlis medreselerinde, Diyadin
nâibi Erzurum ve İstanbul medreselerinde, Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi
Erzurum medreselerinde, Samsun mahkeme-i şer‘iyye kâtibi ise Diyadin köy
medreselerinde eğitim görmüştür. Bunlar nahiv, mantık, meânî, âdâb, tefsir,
ahvâl-i hadis, akaid, ilm-i fıkıh, ferâiz, Arapça ve Farsça gibi dersler almışlardır.
Görevlilerden sadece Diyadin müftüsü icazetname almayı başarmış, diğer
leri ise icazetnamelerini alamamıştır. Diyadin müftüsü Arapçadan icazetname
almıştır. Bayezid müftüsünden bir kıta icazetname almaya muvaffak olmuştur.
Diyadin nâibi ise Abdülkerim Efendi’den icazetnâme almaya hak kazanmış,
tam icazetnamesi hazırlanırken bu arada hocası vefat etmiş, bu sebeple icazetnâ
mesini alamamıştır. Diyadin eytam müdürü ise dönemin modern mekteplerinde
eğitim almış, sıbyan mektebini bitirmiş, rüşdiye mektebine başlamış ancak bu
rasını tamamlayamamıştır. İçlerinden sadece Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi
Mehmed Efendi hafızlık yapmış ve diğerlerinden farklı olarak hem medrese
hem de idadi mektebi okumuştur. Bu mektepte Arapça, Farsça, ilm-i hesâb,
hendese ve coğrafya derslerini görmüştür. Diyadin müftüsü, Türkçe, Kürtçe,
Arapça ve Farsça; Diyadin nâibi, Türkçe ve Arapça; Diyadin eytam müdürü,
Türkçe, Kürtçe ve cüzi olarak da Ermenice; Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi,
Türkçe ve Kürtçe; Samsun mahkeme-i şer‘iyye kâtibi ise Türkçe, Kürtçe ve
Arapça dillerini konuşabilmekte ve yazabilmektedir.
Meşihat arşivinde Diyadin nâibi Ahmed Faik Efendi hakkında altı adet ve
Diyadin eytam müdürü Said Efendi hakkında iki adet berâet-i zimmet maz
batası düzenlenmiştir. Diğerlerinin mazbata evrakları bulunmamaktadır. Bu
mazbatalarda görevlilerin şahsiyeti, ahlakı, davranışları, görevi, görevine olan
ehliyeti, sadakati ve üzerinde bulunan zimmetin devredilmesi gibi hususlarda
amirlerinin kanaatlerine yer verilmiştir.
Diyadin müderrisi Ömer Efendi hariç diğer tüm görevlilerin “Devlet-i Aliyye-i
Osmaniye tezkiresi” denilen ve günümüzdeki nüfus cüzdanı konumunda olan
belgeleri bulunmaktadır. Bu tezkirelerde görevlilerin ismi, anne ve babasının
adı, doğum tarihi, doğum yeri, milleti (dini), sıfatı, hizmet ve intihab salahi
yeti, medeni hali, askerlik durumu, boyu, göz rengi, alamet-i fârikası, eşkâli
ve nüfusa kayıtlı olduğu yer hakkında bilgiler verilmiştir.
Diyadin müftüsü Ömer Efendi, Bayezid müderrisliği ve Diyadin müftülüğü
yapmıştır. Diyadin nâibi Ahmed Fâik Efendi, Terhûne, Atina, Diyadin, Hopa,
Lâdik, Atina ve Hınıs kazalarında nâib olarak görev almıştır. Diyadin eytam
müdürü Mehmed Said Efendi, Diyadin’in vergi ve tahrîrât ve mahkeme ka
lemlerinde, bidayet mahkemesi başkâtipliğinde, polis komiserliğinde, Kara
Kilise polis komiserliğinde görev almış ve en son Diyadin eytam müdürü
olmuştur. Hafız Mehmed Efendi, Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi olarak
çalışmıştır. Diyadinli Bekir Fevzi Efendi ise Genç sancağının Valir nahiyesine
polis memurluğu ve Samsun Mahkeme-i Şer‘iyye başkâtipliği yapmıştır.
Asîr bölgesi Osmanlı döneminde Yemen’e bağlı olan günümüzde ise Suudi
Arabistan topraklarında k... more Asîr bölgesi Osmanlı döneminde Yemen’e bağlı olan günümüzde ise Suudi
Arabistan topraklarında kalan bir bölgedir. Hicaz ile Yemen arasında bulunması
hasebiyle stratejik bir öneme sahiptir. Osmanlı Devleti 19. ve 20. yüzyılda bu bölgede
çıkan isyanlar ve salgın hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Asîr sancağı,
Yemen’den gelen hacıların gidiş geliş güzergâhında bulunduğu için burada zuhur eden
veba ve kolera salgını, Hicaz bölgesine, hac ve umre ibadetine gelen hacılar vasıtasıyla
buradan da tüm Osmanlı ve İslâm coğrafyasına yayılma tehlikesi arz etmiştir.
Dolayısıyla buradaki salgının kontrol altına alınması ve yok edilmesi Osmanlı idaresi
için çok elzem bir konu olmuştur. Bölgede görülen ilk salgın 1874 yılında arşiv
kayıtlarına damla hastalığı olarak geçmiştir. 1891 yılında Asîr bölgesinde ortaya çıkan
kolera hastalığı toplu ölümlere sebep olmuştur. 1893 yılında bölgede bu sefer veba
illeti yaygınlık göstermiştir. Asîr sancağının özellikle Benî Şehir kasabasında temerküz
eden veba salgını etraftaki köylere de yayılmış ve 1894 ve 1896 yıllarında yine
ölümlere sebep olmuştur. 1897 yılında külliyen ortadan kalkmıştır. 1900 yılında salgın
hastalık bu sefer taun, humma ve tifo olarak ortaya çıkmış, ertesi yıl da devam etmiş ve
birçok can almıştır. Asîr bölgesinde 1902 yılında şiddetli bir şekilde tekrar zuhur eden
veba ve kolera hastalığı yüzlerce kişinin ölümüne sebep olmuştur. Bu dönemde
koleradan dolayı Asîr’de 200 asker, Midi şehrinde 130 asker ölmüştür. Neticede
bölgede görülen hastalık tam manasıyla ortadan kalkmamıştır.
Yemen’in Asîr sancağında 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 20. yüzyılın
başlarına kadar devam eden salgın hastalıklar bölgede derin izler bıraktığı gibi
Anadolu’da da etkisini göstermiştir. 20. yüzyılın başlarında Anadolu’dan Yemen’e
gönderilen ve gidip gelmeyen askerler için söylenen “Ano Yemen’dir. Gülü çemendir.
Giden gelmiyor. Acep nedendir?” şeklindeki ağıtın arka planında böylesi bir salgın
gerçekliği de vardır. Bu ağıtın yakılmasına bu bölgedeki ve bu dönemdeki (1874-1903)
salgın hastalıkların neden olduğuna dair bir belgeye ulaşılmamıştır. Ancak Asîr
bölgesindeki salgın hastalıkların bir türlü bitmemesi ve birkaç yılda bir yenilenerek
etkisini artırması, salgın açısından bölgenin ne kadar hassas ve tehlikeli olduğunu
göstermektedir. İşte iç isyanlar ve 1. Dünya Savaşı sebebiyle Yemen ve Asîr cephelerine
giden Osmanlı askerleri bu tehlikeli coğrafyayla yüzleşmek durumunda kalmıştır.
Osmanlı idaresi bölgede çıkan salgınla ilgili gelişmeleri yakından takip etmeye ve
salgın sürecini en iyi şekilde yönetmeye çalışmıştır. Kurumlar arasında sağlıklı bilgi
alışverişinin ve koordinasyonun sağlanmasına önem vermiştir. Saray-ı Hümayun,
sadaret makamı, başta Sıhhiye ve Dâhiliye olmak üzere çeşitli nezâretler (bakanlıklar),
askeri kurumlar, Yemen vilayeti, bağlı sancaklar ve yerel sağlık kurumları arasında sık
sık bilgi alışverişi gerçekleşmiştir. Salgınla ilgili tüm gelişmeleri en yakından takip eden
bakanlık hiç şüphesiz Sıhhiye Nezâreti olmuştur. Bu nezaretin bünyesinde bulunan
Meclis-i Umûr-ı Sıhhiye salgınla mücadele kapsamında zaman zaman toplantılar
yapmış, alınacak tedbirleri tespit etmiş ve gerekli kararları almıştır. Alınan kararlar,
Sıhhiye Nezareti, Sadaret ve Yıldız Sarayı aracılığıyla uygulanması için ilgili birimlere
tebliğ edilmiştir. Salgınla mücadele etmek üzere bölgeye doktorlar gönderilmiştir.
Doktorlar bölgede hem sıhhi tedbirleri uygulamışlar hem salgının tedavisinde aktif
roller üstlenmişler hem de salgının mahiyeti ve gelişmeler hakkında raporlar
hazırlamışlardır. Bu raporlar bölgedeki gelişmelerin mahiyeti ve alınacak yeni
tedbirlerin tespiti açısından önem arz etmiştir. Salgınla mücadelenin en önemli
adımlarından birisi de “tedâbîr-i sıhhiye ve tehaffuziye” denilen sağlık ve korunma
tedbirleri olmuştur. Bu tedbirler kapsamında tathîrât ve tanzîfât olarak kayıtlara geçen
temizliğe son derece önem verilmiştir. Öncelikle hastalığın bulaştığı mahal, eşyalar ve
kişiler temizlenmeye çalışılmıştır. Yine bu kapsamda gerektiğinde hastalığın bulaştığı
veya bulaşma ihtimalinde olan eşya ve elbiseler yakılmış ve imha edilmiştir. Salgınla
mücadele kapsamında karar alma mekanizması açısından değerlendirilecek olursa
Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyeyi ve kararlarını, günümüzde Covid-19 pandemisiyle mücadele
sürecinde ülkemizdeki Sağlık Bakanlığına bağlı Bilimsel Danışma Kuruluna ve
kararlarına benzetmek mümkündür.
1889 yılında Asîr bölgesinde veba hastalığı zuhur edip toplu ölümlere sebep
olunca bu bölgede karantina uygulamaları da başlamıştır. Hastalığın devam etmesi
karantina uygulamalarını da devamlı hale getirmiş ve Yemen’de birçok yerde karantina
idaresinin kurulmasına neden olmuştur. Bu anlamda Asîr bölgesinin yakınlarındaki
Hudeyde, Ebû Sa’d, Kamaran, Luhayye ve Meha’da karantina birimleri
oluşturulmuştur. Kamaran ve Ebû Sa’d’da tehaffuzhaneler kurulmuştur.
Tehaffuzhaneler kalabalık yolcuların karantinaya alındığı merkezler olmuştur. Bu
379
karantina merkezlerinde yolcular, karantina süresince ikame ettirilmiş, muayeneden
geçirilmiş, kendileri ve eşyaları için tathîrât ve tebhîrât (temizlik ve dezenfekte)
uygulaması yapılmış ve hastalığın bulaştığı eşyaları yakılmıştır. Hasta olanlar bu
merkezlerde tedaviye alınmış ve geldikleri yerlere geri gönderilmiştir. Hasta
olmayanlara karantina süreleri bittikten sonra gidecekleri yerlere gitmeleri için izin
verilmiştir.
Salgının yayılmaması için birçok noktada askeri kordonlar
oluşturulmuştur. Bunların en önemlisi de Tâif’te oluşturulan askeri kordondur. 1895
yılında Yemen’den gelip veba hastalığının yaygın olduğu Asîr bölgesinden geçerek kara
yoluyla hacca giden hacılar Tâif’teki askeri kordonda karantinaya alınmıştır. Böylece
salgının hac bölgesine ve oradan da Osmanlı ve İslâm coğrafyasına yayılmaması için
büyük gayretler gösterilmiştir. Yolcuların hacca yetişmesi ve oluşabilecek fesadın
önlenmesi için 5 günlük karantina süresi 2 güne düşürülerek bu konuda bir esneklik
de gösterilmiştir. Sonuç itibariyle Yemen’in Asîr bölgesinde zuhur eden salgınlara karşı
mücadelede Osmanlı İdaresi aldığı ve uyguladığı tedbirlerle çok önemli ve başarılı
çalışmalar yürütmüştür.
Hz. Peygamber döneminde kurulan vakıf müessesesi, İslâm’ın ilk yıllarından itibaren İslâm toplumu... more Hz. Peygamber döneminde kurulan vakıf müessesesi, İslâm’ın ilk yıllarından itibaren İslâm toplumunda yaygınlaşmaya başlamıştır. Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in sünnetinde sıkça geçen sadaka, sadaka-i câriye, salih amel, malını Allah’a satma, birr (iyilik), îsâr (kardeşini kendi nefsine tercih etme), infak, it’âm (yedirmek), sebilullah, cenneti kazanma ve cehennemden korunma gibi hususlar vakıf ruhunu besleyen ana unsurlar olmuştur. Vakıf müessesesi, hicri üçüncü asrın ikinci yarısında hukuki olarak gelişimini tamamlamış ve Endülüs’ten Endonezya’ya kadar Müslümanların yaşadığı tüm İslam coğrafyasında hızla yayılmıştır. Vakıflar özellikle Selçuklu ve Osmanlılarda yaygınlık göstermiştir. Bu yüzden Osmanlı toplumu için “Vakıflar Cenneti” tabiri kullanılmıştır. Vakıfları hukuki açıdan sağlamlaştırmak için vakfiye denilen hukuki vakıf senetleri düzenlenmiştir.
Bu çalışma İmâm-ı Âzam ve görüşlerinin Osmanlı dönemi vakfiyelerine nasıl yansıdığı konusunu içermektedir. Konu, Osmanlı döneminde Makedonya coğrafyasında kurulan vakıflara ait olan ve günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde bulunan vakfiyeler kapsamında ele alınmıştır.
Osmanlılar, 1389 yılında I. Kosova Savaşı’nda Haçlı birliklerini yenerek Makedonya topraklarına hâkim olmuştur. Balkanlarda fethettiği diğer yerlerde olduğu gibi burada da vakıf hizmetleri sunmuştur. Bu anlamda Makedonya’nın Üsküp, Debre, Doyran, Eğri Palanka, Gostivar, İştip, Kalkandelen, Koçani, Köprülü, Kratova, Kumanova, Manastır, Ohri, Pirlepe, Tikveş ve Ustrumca gibi şehirlerinde vakıflar kurulmuştur. Bu vakıflar bölgede Türk-İslâm kültürünün yerleşmesi adına da önemli görevler üstlenmiştir. Vakıflar sayesinde Makedonya coğrafyasında camiler, mescitler, mektepler, medreseler, imaretler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, zaviyeler, tekkeler, hastaneler, kütüphaneler, çeşmeler, sebiller, köprüler, türbeler ve İslâm mezarlıkları gibi eserler yapılmıştır. Vakıf müesseselerinin ayakta kalması ve hizmetlerini devam ettirebilmesi için tarlalar, bağlar, bahçeler, arsalar, dükkânlar, araziler ve nakit paralar vakfedilmiştir.
Vakıfların hukuki olarak koruma altına alınması için vakfiyeler düzenlenmiştir. Bu vakfiyelerin birçoğu günümüze kadar korunmuştur. Bu vakfiyelerin bir kısmında Hanefi mezhebinin kurucusu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’ye ve görüşlerine yer verildiği görülmüştür. Bu zamana kadar Osmanlı dönemi vakfiye belgelerinde İmâm-ı Âzam ve görüşleri üzerinde müstakil herhangi bir bilimsel çalışma yapılmamıştır. Bu nedenle İmam-ı Âzam’ın görüşlerinin Osmanlı vakfiye belgelerine nasıl yansıdığı konusu hep muğlak kalmıştır. Bu çalışmada Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan Makedonya vakıflarıyla ilgili 164 vakfiye tek tek incelenmiş ve İmâm-ı Âzam’dan bahseden vakfiyeler üzerinde durulmuştur.
Makedonya vakfiyeleri ışığında İmâm-ı Âzam ve görüşlerinin Osmanlı dönemi vakfiyelerine/vakıf belgelerine yansıyan yönlerinin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Bu anlamda vakıf hizmetlerinde yer alan kişilerin zihin dünyasında nasıl bir İmâm-ı Âzam tasavvuru bulunduğu konusu irdelenmiştir. Vakfiyelerde nasıl bir İmâm-ı Âzam algısı vardır? Vakıf kurucuları onu nasıl isimlendirmiş ve ne şekilde vasıflandırmıştır? Vakfiyelerde İmâm-ı Âzam’a ve görüşlerine neden ve hangi amaçla yer verilmiştir? Onun görüşleri vakfiyelere nasıl yansımıştır? Vakfiyelerde hangi görüşlerine yer verilmiştir? Bunlar hangi formlarla ifade edilmiştir? Onun görüşleriyle amel edilmiş midir? Yoksa amel edilmemiş midir? Amel edilmediyse sebepleri nelerdir? İmâm-ı Âzam’ın görüşlerinin vakfiyelerdeki rücu davalarıyla nasıl bir ilgisi vardır? Onun görüşleri Osmanlı vakıf uygulamalarında nasıl bir önem ve değere sahiptir? Bektaşi tekkeleriyle ilgili vakfiyelerde Bektaşilerin İmâm-ı Âzam’la ilgili tasavvurları nasıldır? Çalışmada bunun gibi sorulara cevap aranmış ve bu gibi hususlar belgeler ışığında aydınlatılmaya çalışılmıştır.
Çalışma vakfın tanımı, sıhhati, hukuki geçerliliği, gayrimenkul vakıflar, menkul vakıflar ve para vakıfları başlıkları altında ele alınmıştır. Konu deskriptif ve sistematik açıdan arşiv incelemeleri ve tümevarım yöntemiyle değerlendirilmiştir. Çalışma, spesifik konusu itibariyle alanında yapılan ilk çalışma özelliğine sahiptir. Bu yönüyle özgün değer taşımaktadır.
Uploads
Papers by HASAN TELLİ
katılmıştır. Zaman zaman Erzurum ve Çıldır eyaletine tabi olmuştur. Elviye-i Selâse (Batum, Ardahan
ve Kars sancakları) içinde yer alan Şavşat, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra imzalanan
Berlin Anlaşması gereğince savaş tazminatı olarak Rusya’ya bırakılmıştır. 1878-1918 yılları arasında
Rus işgali altında kalan Şavşat’ta Osmanlı topraklarına doğru göçler yaşanmıştır. Ruslar 1918’de
Brest-Litovsk Anlaşması’yla bölgeden çekilince Şavşat 17 Aralık 1918-Nisan 1920 tarihleri arasında
İngilizlerin işgali altında kalmıştır. İngilizlerden sonra Artvin ve Şavşat, 25 Temmuz 1920’de
Gürcülerin işgaline uğramıştır. Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir 23 Şubat 1921 tarihinde
ordusuyla Şavşat’a girmiş ve burasını Türk hâkimiyeti altına almıştır. Böylece Şavşat 43 yıllık
esaretten kurtulmuştur. Osmanlı döneminde Tanzimat’ın ilanından sonra devlet memurlarının
biyografik bilgileri ve özlük hakları konusunda birçok yenilikler yapılmıştır. Bu kapsamda 1879-1922
yılları arasında 200 bini aşkın devlet memurunun biyografik bilgileri kaydedilmiştir. Devletin ilmiye
sınıfına ait görevlilerin sicil bilgileri ise Meşihat Arşivi’nde toplanmıştır. Bu arşiv günümüzde İstanbul
Müftülüğü bünyesinde bulmakta ve araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır. Meşihat Arşivi’nde
Şavşat ulemasıyla ilgili sicil dosyaları da bulunmaktadır. Bu çalışmanın konusu Meşihat Arşivi’nde
bilgileri olan Şavşatlı beş âlim hakkındadır. Bunlar Şavşat müftüsü Ahmet Fevzi Efendi, Ergani
Müftüsü Hüseyin Hilmi Efendi, Fatih Camii dersiâmı Bilal Efendi, Süleymaniye Camii kürsi şeyhi
Hasan Hilmi Efendi ve Bafra nâibi Mehmed Emin Efendi’dir. Çalışmada Meşihat Arşivi’ndeki bilgiler
ışığında Şavşatlı âlimlerin eğitimleri, hocaları, icazetleri, görevleri, görev yerleri ve hizmetleri
hakkında bilgilere yer verilmiştir. Çalışma Osmanlı son döneminde Şavşat tarihinde ulemanın yeri
konusuna bazı yeni bilgiler sunması ve bu konudaki arşiv bilgilerin analiz edilmesi açısından önem arz
etmektedir. Çalışma; dönemsel, nitel ve deskriptif bir araştırmadır. Çalışmada konu Osmanlı arşiv
belgelerini analiz etmeye ve değerlendirmeye dayalı doküman incelemesi yöntemiyle ele alınmıştır.
Konuyla ilgili bulunan belgeler, dönemin ve yerel teşkilatın idari ve sosyal yapısı çerçevesinde
yorumlanmaya ve değerlendirilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın, spesifik konusu ve kapsamı itibariyle
Şavşat bölgesi tarihi alanına katkılar sağlayacağı düşünülmektedir.
diri toprağa gömüyorlar, kız çocuklarına değer vermiyorlar, onların hukuki haklarını yok
sayıyorlardı. Savaş ve baskınlarda çocuklar esir edip köleleştiriyorlardı. Çocuklara
merhamet göstermiyorlar hatta merhamet edenleri hayretle karşılıyorlardı. Geçim ve aç
kalma korkusuyla çocuklarını öldürebiliyorlardı. Hz. Peygamber savaş veya barış
durumunda her ne sebep olursa olsun çocukların öldürülmesini yasakladı. Yaptığı
mücadele ile kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi âdetini ortadan kaldırdı.
Çocukların hukuki haklarına riayet edilmesini emretti. Çocukların öldürülmesinin
önlenmesi ve çocuk haklarına riayet edilmesi konusunda bir devrim yaptı. Bunun için
öncelikle insanların içinde bulundukları inanç yapısını, hayata bakış açısını, düşünce
dünyasını değiştirdi. Onları bu zulme götüren ve bunu kendilerine sevimli gösteren şirk
inancını ve kötü ahlakı yok etmeye çalıştı. Sözleri ve davranışlarıyla insanlara merhamet
ve maneviyat eğitimi verdi. Kendi çocuklarına ve ashabın çocuklarına güzel davranarak
insanlara güzel örnek oldu. Çocuklara bakan, ikram ve ihsanda bulunan, onları koruyan,
himaye eden, hor görmeyen ve onların haklarına riayet edenleri cennetle müjdeledi. Bu
kimselerin cehennemden kurtulacaklarını ve ahirette kendisiyle beraber olacaklarını
beyan etti. Çocukları öldürmenin en büyük günahlardan biri olduğunu bildirdi. Çocukları
öldürmemeleri konusunda insanlardan biat aldı. Çocuklara merhamet edenlerin Allah’ın
merhametine mazhar olacağını ifade etti. Katıldığı ve gönderdiği askeri seferlerde
çocukların ve kadınların öldürülmesini kesin ifadelerle yasakladı.
Kendi çocuklarını kaybeden, bunun nasıl bir acı olduğunu iyi bilen ve gözyaşı
döken Hz. Peygamber, bu acıyı yaşayan ebeveynlere sabırlı olmayı ve tevekkül etmeyi
tavsiye etti. Çocukların cennete gideceğini ve çocuklarının ölümüne sabreden ebeveynin
de cennete gideceğini müjdeleyerek gönülleri ferahlattı. Anne veya babası gibi birinci
derecede yakınını kaybeden çocukların bakımlarını üstelendi. Onlara bağış, ikram ve
ihsanda bulundu ve bunu tavsiye etti. Onların malî ve hukukî haklarına riayet edilmesini emretti. Onların bakımlarını üstelenenleri cennetle müjdeledi. Onların mallarını haksızca
yemenin cehennem ateşi yemek olduğunu bildirdi.
Sonuç olarak Hz. Peygamber çocuk ve ölüm bağlamındaki olaylardaki sorunlar için
topluma kalıcı çözümler sundu, bu konudaki sorunların arkasında yer alan dini ve psiko
sosyal nedenleri ortadan kaldırmaya çalıştı. Çocukların öldürülmesi geleneğini tamamen
kaldırmada tarihi adımlar attı ve bu konuda hayata yeni bir bakış açısı getirdi.
kuzeydoğu kesiminde yer alan ve maden ocakları ile tarih
içinde önemli bir konuma sahip olan Kratova şehri, Balkanların
en eski yerleşim yerlerinden birisidir. Şehrin tarihi M.Ö. VI.
yüzyıla
kadar inmektedir. Romalıların, Slavlar-Samoil
Devletinin ve Bizanslıların hâkimiyeti altında kalan Kratova
XIV. yüzyılın sonlarında Osmanlıların eline geçmiş ve 1912
yılına kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Osmanlı döneminde
Kratova’da açılan medrese ve sıbyan mektepleri uzun dönem
eğitim faaliyetlerine devam etmiş, özellikle Tanzimat’tan sonra
eğitim kurumlarının sayısı ve çeşitliliği artmıştır.
Konuyla ilgili arşiv belgeleri ve salnameler incelendiğinde
Kratova’nın dini ve millî kimlik yapısındaki çeşitliliğinin,
eğitim kurumlarının da çeşitlenmesine sebep olduğu
gözlemlenir.
Bu anlamda dini açıdan bakıldığında
Müslümanlara ve gayri Müslimlere ait farklı okulların açıldığı,
etnik açıdan bakıldığında ise Türklere, Bulgarlara, Rumlara ve
Sırplara yönelik farklı eğitim kurumların faaliyet gösterdiği
görülür. Kratova’da Müslümanlara yönelik Kratova Medresesi,
Kuruşçuzade Seyyid Ahmed Naib Vakfı Medresesi, Kapıcıbaşı
İbrahim Bey Mektebi, Hacı Yahya Efendi Mektebi, Rüşdiye
Mektebi, Şadırvan İbtidai Mektebi, Kız İbtidai Mektebi,
Estnikafça Köyü İbtidai Mektebi, Sıbyan mektepleri ve diğer
ibtidai mektepler eğitim hizmetlerini sürdürmüştür.
Kratova’da bir de kütüphane açılmıştır. Bu kütüphanede
eski ve yeni kitaplar bulundurulmuştur. Kratova ve köylerinde
gayri müslimlerden Bulgarlara, Sırplara ve Rumlara yönelik
birçok okul açılmıştır. Arşiv belgelerinde Kratova’da hangi dine ve millete ait olduğu belirtilmeyen bazı okullardan da
bahsedilir. İzletova köyündeki Hamidiye Mektebi, Rodor
köyündeki Mecidiye Mektebi, Usturisofça köyündeki İbtidai
Mektebi ve Urla köyündeki Mecidiye Mektebi bunlardan
birkaçıdır. Salnamelerde ve arşiv belgelerinde Kratova’da
açılan okullarda bulunan öğretmen ve öğrencilerin sayılarına
ilişkin bilgiler de bulunmaktadır. Balkan savaşları öncesinde
Balkanlarda yükselen ayrılıkçı ve milliyetçi düşüncelerin başka
şehirlerde olduğu gibi Kratova’da yaygınlaştığı ve bu
düşüncelerin okullara da yansıdığı görülmektedir. Kratova ve
köylerinde açılan birçok Bulgar mektebinde Bulgar
komitalarına (eşkıyasına) gönül ve destek veren Bulgar
öğretmenlerin bulunduğu, bu öğretmenlerin okulları Bulgar
milliyetçiliği ve eşkıyalığı açısından bir propaganda merkezi
haline getirme çabaları içinde olduğuyla ilgili arşiv
kaynaklarında önemli bilgiler bulunmaktadır.
alan Radoviş şehri ülkede Türk nüfusunun en yoğun yaşadığı
yerlerden birisidir. 2002 yılında resmi olarak açıklanan son sa
yıma göre Türk nüfusu ülkede %3.8 iken Radoviş’te %16’ları
geçmektedir. Bu yüzden burası Türkiye ile Kuzey Makedonya
arasındaki tarihi ve kültürel köprünün önemli ayaklarından bi
rini oluşturmaktadır. Radoviş ve bölgesi Osmanlı topraklarına
Sultan I. Murad döneminde Timurtaş Paşa’nın birlikleri tara
fından 784/1382-1383 yılında katılmıştır. Fethin akabinde böl
geye yoğun Türk nüfusu yerleştirilmiştir. Bölgeye yerleşen yö
rükler arşiv kayıtlarında evlâd-ı fâtihan olarak zikredilmiştir.
Radoviş’e bağlı Kılavuzlu, Kara Ali Obası, Karacalar, Çeşme,
Halil Obası, İşterova, Dracance, Sarıgöl Yakası, Hüdaverdi, Du
raklı, Köseli, Podereş, Bunarlı, Hamza, Kuşkulu, Yargürice, Ha
cı, Araklı, Aselli, Menteşli, İzlova, Banya, Radiçevo, Kalugerica,
Lipovik Zîr (Aşağı Lipovik), Konçe, Lubnice, Rakice, Alikoç,
Cebirli, Kocaali ve Süpürge gibi mahallelerde/köylerde
meskûn olanlar evlâd-ı fâtihân olarak kaydedilmiştir. Radoviş
Osmanlı idaresinde önceleri Rumeli eyaletine bağlanmış, aka
binde Niş, Üsküp, Selanik, Prizren, Manastır ve Kosova eyalet
lerine tabi olmuştur. Son olarak da Kosova eyaletinin Üsküp
sancağına bağlı bir kaza statüsünde yer almıştır. Osmanlı dö
neminde burada pek çok eser bina edilmiştir. 1883 yılında Ra
doviş genelinde 34 câmi, 4 tekye, 2 medrese, 1 mekteb-i rüşdiy
ye, 1 hükümet konağı, 205 mağaza-fırın-dükkân, 3145 hane, 1
hamam, 78 değirmen, 1 saat (kulesi), 17 han, 1 telgrafhane, 1
kütüphane, 46 çeşme ve 7 kilise bulunmaktadır.
93 Harbi ve Berlin Anlaşması akabinde Rus, Sırp ve Bulgar
işgali altında kalan bölgelerdeki Türk ve Müslümanların göç
ettiği önemli merkezlerden birisi de Radoviş olmuştur. Bu çal
kantılı dönemde Radoviş mühacirlere kucak açmıştır. 1892 yı
lında Radoviş’e gelen muhacirlerin bir kısmı şehir merkezinde
ki Ali Ağa, Câmi-i Kebir, Abdullah Cedid ve Abdullah Paşa-i
Zîr mahallelerine yerleştirilmiştir. Çoğu muhacir de Kozbunar,
Vidine, Köseli, Dirazence, Hamza, Durutlu, Orahobça, Kuşkulu,
Yargurice, Pokraçova, Pudereş, Banya, Radiçevo, İzleva, Lipo
vik, Dukatina, Halil Obası, Kalugerica, Konçe, Alikoç, Koca Ali,
Pırnarlı ve Sarıgöl gibi köylere iskân ettirilmiştir.
1904 yılında 7.2-7.8 şiddetinde merkezi üssü Bulgaristan’ın
Kresna şehri olduğu düşünülen büyük bir deprem meydana
gelmiştir. Bu deprem Radoviş’te de yıkımlara neden olmuştur.
Birinci Balkan Savaşları sırasında Radoviş’e yaklaşık 100 km
mesafede bulunan Kumanova'da Osmanlı birlikleri ile Bulgar
Sırp birlikleri arasında 23-24 Ekim 1912 tarihinde Kumanova
Muharebesi meydana gelmiştir. Savaş sonucunda Osmanlı bir
likleri geri çekilmiş ve bölge Sırp ve Bulgar askerlerine bırakıl
mıştır. Böylece 1383-1913 yılları arasında 530 yıl Osmanlı idare
sinde kalan Radoviş Osmanlı topraklarından kopmuş ve Bulga
ristan’a dâhil olmuştur.
Radoviş’te Osmanlı döneminden kalan eserlerin çoğu yok
olmuştur. Ancak hâlen ayakta kalanlar eserler de mevcuttur.
2009-2014 yılları arasında Makedonya’da kalınan beş yıl zaman
zarfında Radoviş’teki Osmanlı mirasıyla ilgili alan araştırması
yapılmıştır. Gerek o dönemde gerekse son zamanlarda bölgedeki
yaşayanlarla görüşmeler gerçekleştirilip konu ile ilgili araştırma
lar derinleştirilmiştir. Osmanlı arşivlerinde tespit edilen yüzlerce
belge okunup değerlendirilmiştir. Arşiv belgelerinde ulaşılan
bilgilerle saha çalışmasında elde edilen bilgiler harmanlayıp ana
liz edilerek Osmanlı döneminde Radoviş’te ve köylerinde yapılan câmiler, mescitler, tekkeler, mektepler, medreseler gibi eserler
hakkında daha kapsamlı bilgilere ulaşılmıştır.
Günümüzde Radoviş şehir merkezinde bulunan, kendisi yı
kılıp sadece minaresi kalan ve hakkında fazla bilginin olmadığı
câminin Aydın Muhassılı Vezir Abdullah Paşa Câmii olduğunu
tespit edilmiştir. Radoviş’te Erdoğdu İbrahim Bey Câmii, İbra
him Ağa Câmii, Hacı Sadeddin Câmii, Hacı Hüseyin Ağa
Câmii, Ali Ağa Câmii, Mahalle-i Zîr Mescidi, Kara Hoca Mesci
di gibi mabetler hakkında bilgilere ulaşılmıştır. Osmanlı döne
minde Radoviş’te Halvetî, Cerrâhî, Kâdirî ve Nakşibendî tekke
leri kurulmuştur. Bu tasavvufi gelenek günümüzde hâlâ aktif
olarak devam etmektedir. Bir külliye olarak yapılan Abdullah
Paşa Camii, Mektebi ve Medresesi’nin yeni projelerle yeniden
inşa edilmesine acil ihtiyaç duyulmaktadır. Bu külliyenin inşası,
tarihi değerlerin yeniden hayat bulması, Radoviş bölgesindeki
Müslümanların dini ve kültürel hayatlarına önemli katkılar sağ
laması ve Türkiye ile Kuzey Makedonya arasındaki güzel ilişki
lerin önemli simgelerinden birini oluşturabilmesi açısından çok
önem arz etmektedir.
Osmanlı döneminde yapılan Hacı Halil Muallimhânesi
(Mektebi), Abdullah Paşa Vakfı Mektebi, Hacı Mehmed Mekte
bi, Medrese-i Cedid, Süha Ali Efendi Mektebi, Medresesi ve Kü
tüphanesi ile sıbyan, ibtidâiye ve rüşdiye mektepleri Radoviş’in
eğitim hayatına önemli katkılar sağlamıştır. Ayasofya-i Kebîr
Câmii vaizi Emir Abdülkerim tarafından yaptırılan hamam,
Emetullah Hanım tarafından yaptırılan çeşmeler, Yanyalı İbra
him Bey tarafından yaptırılan saat kulesi, bölge halkının hâlâ
ziyaret ettiği İkiz Baba Türbesi ve Radoviş bölgesinin fethinde
önemli bir yere sahip olan Pranko İsa Bey’in türbesi şehirdeki
Osmanlı izlerini gösteren önemli eserlerdendir. Harabe halde
duran Pranko İsa Bey Türbesi’nin acilen restore edilmeye ihti
yacı vardır. Radoviş’e bağlı Türk köylerindeki câmiler ve mescitler dini hayatın asırlarca canlı tutulmasına vesile olmuştur.
Çalışmada Türk köylerinin eski ve yeni isimleri belirlenmeye,
kaybolan ve yok olan Türk köyleri ve Osmanlı eserleri gün yü
züne çıkartılmaya çalışılmıştır. Böylece bu bölgelerden ülkemi
ze ve başka yerlere göç edenlerin geçmişleriyle olan bağlantı
noktaları tespit edilmiştir.
Osmanlı döneminde Radoviş’e bağlı olan günümüzde ise
ayrı belediyelik haline gelen Pehçova ve Berova şehirlerinde
Osmanlı câmileri ve mektepleri hakkında da önemli bilgiler ve
rilmiştir. Berova’da hâlâ ibadete açık olan Mehmed Bey Câmii
ile yok olan Süleyman Mescidi, Pehçova’da tamamen yok olan
Ali Bey Câmii, Hacı Ahmed Câmii (Çarşı Câmii), Sarhan-zâde
Câmii ve Hacı Ahmed ve Hacı Mehmed Mektebi’nin tarihi ger
çeklikleri gün yüzüne çıkartılmıştır.
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları İslam
Tarihi Anabilim dalında aynı konuda hazırladığımız dokto
ra tezi çalışmamıza dayanmaktadır. Yaklaşık 522 yıl Osmanlı
idaresinde kalan Üsküp’te pek çok vakıf kurulmuş ve vakıf
eserleri inşa edilmiştir. Bunlar Osmanlıdan geriye kalan tarihi
mirasımızdır. Bugün bu eserlerin pek çoğu yok olup gitmiştir.
Bazıları da hala ayakta kalmaya devam etmektedir. Üsküp’te
gerek yok olan ve gerekse hala ayakta kalan vakıf eserleriy
le ilgili en önemli bilgiler ve kaynaklar Osmanlı arşivlerinde
bulunmaktadır. Biz de bu Osmanlı arşivlerinin peşine düştük
ve bu arşiv belgelerini gün yüzüne çıkararak elinizdeki ese
ri meydana getirmeye çalıştık. Ağırlıklı olarak Osmanlı arşiv
belgelerine dayanarak hazırladığımız çalışmamızda, Osmanlı
döneminde Üsküp şehir merkezinde kurulan vakıfları ve bu
vakıflar tarafından yaptırılan camiler, mescitler, tekkeler, zavi
yeler, türbeler, medreseler, mektebler, dâru’l-kurrâlar, kütüp
haneler, imaretler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, su ke
merleri, köprüler ve darphane gibi vakıf eserlerini incelemeye
çalıştık. 2009-2014 yılları arasında 5 yıl Makedonya’da kalarak
yerinde araştırmalar yaptık. Bu yönleriyle özgün ve gerçekçi
bir çalışma meydana getirmeye gayret gösterdik. Bu çalışma, Üsküp tarihi, Üsküp’teki Osmanlı mirası ve vakıf eserleri açısından önemli bir kaynak niteliğindedir.
Endülüs, Orta Doğu, Anadolu, Kırım, Kafkasya, Orta Asya,
Hindistan, Uzak Doğu ve Çin gibi dünyanın çeşitli coğ
rafyalarını gezerek Orta Çağ’ın bilinen en büyük seyyahı
olmuştur. Gördüğü, gözlemlediği şehirleri, kültürleri, insan
ları ve siyasi olayları Rihletü İbn Battûta Tuhfetü’n-Nüzzâr fî
Garâ’ibi’l-Emsâr ve ‘Acâ’ibi’l-Esfâr adlı eserinde toplamıştır.
İbn Battûta, kendisini meşhur eden seyahatlerine 22 yaşın
dayken hac yolculuğu ile başlamıştır. Bu hac yolculuğu
onun bir dünya yolculuğuna çıkmasına vesile olmuştur. İbn
Battûta ilk haccını 726/1327 yılında yapmıştır. Ömründe
beş defa hac ibadeti yapan İbn Battûta Mekke, Medine ve
hac ibadetiyle ilgili önemli bilgiler aktarmıştır. Mescid-i
Harâm, Kâbe, Hacerülesved, Safâ, Merve, Metâf, Mültezem,
Makâm-ı İbrâhim, Hicr, Mina, Müzdelife, Arafat, Muhassir
vadisi, Meş‘ar-i Harâm, Cebelirahme ve Batn-ı Urene gibi
mekânlar ve bu mekânlardaki tavaf, kudûm tavafı, ifâza
tavafı, istilâm, sa‘y, ihram, vakfe, şeytan taşlama ve kurban
kesme gibi hacla ilgili ibadetler hakkında detaylı bilgiler
sunmuştur. Bununla birlikte hac ibadeti açısından oldukça
önemli olan ve hacılar tarafından ziyaret edilen Mekke ve
Medine’deki ziyaret mekânları hakkında bilgiler aktar
mıştır. Bu bilgiler, hem 14. yüzyıldaki hacıların bu ziyaret
mekânları hakkındaki bilgi, birikim ve algılarını göstermesi
hem de Mekke ve Medine tarihi açısından oldukça önem
arz etmektedir. Özellikle son yıllarda Mescid-i Harâm’ın ve
Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi çalışmaları sebebiyle
kaybolmak durumunda kalan ziyaret mekânlarının yeri ve
haklarındaki bilgilerin mahiyeti açısından da önemlidir.
İbn Battûta’nın özellikle Mekke-Medine, Medine-Şam ve
Mekke-Necef arasındaki hac güzergâhı ve bu güzergâhtaki
hacıların, yolların ve konaklama yerlerinin durumlarıyla ilgili verdiği bilgilerin tarihe ışık tutacak nitelikte olduğu
görülmektedir.
İbn Battûta’nın hac ibadetini Hz. Peygamber’in sünne
tine uygun olarak yapmaya önem gösterdiği ve bu anlamda
menâsikü’l-hacla ilgili ibadetlerde Hz. Peygamber’in sün
netine riayet etmeyi önemsediği tespit edilmiştir. Bu da
hac ibadetinin 14. yüzyılda Hz. Peygamber’in sünnetine
uygun olarak doğru ve sahih bir şekilde uygulandığını
göstermektedir. İbn Battûta’nın verdiği bilgiler, Medine’den
Mekke’ye giden hacıların Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı’nda
takip ettiği güzergâhı kullanmaya gayret ettiklerini ve
bu güzergâhtaki Hz. Peygamber’in hatıralarını yâd edip
ziyaret etmeyi önemsediklerini ortaya çıkarmaktadır.
Sonuç olarak İbn Battûta, 14. yüzyılda hac ibadetinin nasıl
gerçekleştirildiği ve hac ibadetiyle alakalı mekânların
nasıl bir durumda olduğunu bir bütün hâlinde anlamamız
açısından tarihe ışık tutacak bilgiler sunmuştur.
faydalanması ve kullanması için tahsis etmesi ve onların yardımına sunması insanlık
tarihi kadar eskidir. Tarih boyunca toplumlar, yaşadığı coğrafyada birçok hayrî uygu
lamalar geliştirmişler. Bu anlamda yol, çeşme, mabet ve kuyu gibi bir takım eserler
vücuda getirmişlerdir. Eski Romalılar, Eski Yunanlılar, Babilliler, Etiler, Hititler, Hin
dular ve İslam öncesi Orta Asya Türkleri gibi toplumlarda vakfa benzeyen hayrî eser
lerin varlığı bilinmektedir. Ancak vakıf kurumu mahiyeti ve hukukî yapısı itibariyle
İslam’la doğmuş ve bir medeniyet haline gelmiştir. Bu anlamda Vakıf Medeniyeti Hz.
Peygamber (sas) ile kurulan bir medeniyettir. Bu medeniyetinin kuruluşu, gelişmesi
ve yaygınlaşmasında Hz. Peygamber’in derin ve mütemadi bir tesiri olmuştur. Hz.
Peygamber ile başlayan vakıf anlayışını, Müslümanlar asırlar boyunca daha da ilerlet
miş ve dünyanın farklı coğrafyalarına götürerek bir medeniyet haline dönüştürmüştür.
Vakıflar eğitim, din, kültür, sağlık, güvenlik, sosyal, bayındırlık, belediye hizmetleri
gibi birçok alanda müesseseler vücuda getirmiştir. Fethedilen coğrafyalara da bu mü
esseseler taşınmıştır. Bu vakıf eserleri ve mütemadiyen devam eden vakıf hizmetleri,
başta Anadolu ve Balkan coğrafyası olmak üzere fethedilen toprakların Türkleşmesi
ne, İslamlaşmasına ve Türk-İslam medeniyetinin bu coğrafyalara taşınmasına ve bura
larda temsil edilmesine katkılar sağlamıştır. Tanzimat dönemi öncesinde mütevelliler
tarafından idare edilen vakıflar bu dönemde Evkâf-ı Hümayûn Nezâreti çatısı altında
birleştirilmiş, cumhuriyetten sonra da Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesine alınmıştır.
Ortaçağ Avrupa’sında oldukça yetersiz durumda olan vakıf benzeri kuruluşlar, önemi
nin anlaşılmasıyla birlikte 19. yüzyıldan sonra Batı toplumunda artmaya başlamıştır.
Günümüzde gerek ülkemizde gerekse dünyanın pek çok ülkesinde ve coğrafyasında
vakıf ve benzeri kuruluşlar, sağlık, sosyal, kültürel, ekonomik ve eğitim gibi pek çok
alanda hizmetler yürütmeye devam etmektedir.
zareti’nde, bu nezarete bağlı illerde kurulan Evkâf müdürlerinde, şahıs vakıflarında
ve vakıflara bağlı cami, mescit, türbe, mektep, medrese, kütüphane, tekke, zaviye,
darüşşifa, darurrâhâ gibi vakıf müesseselerinde gerek idari kadrolarda gerekse vakıf
hizmetleri kadrolarında pek çok görevlinin iki yüzden fazla farklı unvan ve görevde
istihdam edildiği ve vakıf hizmetleri sunduğu tespit edilmiştir. Özellikle camilerde
çeşitli vazifeleri ifa etmek üzere yüze yakın görev adının olduğu saptanmıştır. Kur’an
ve dua okuma alanında otuzdan fazla görevde çeşitli görevlilerin istihdam edildiği
görülmüştür. Bu da Osmanlı döneminde cami merkezli bir toplum yapısına ve cami
hizmetlerinde de Kur’an merkezli bir din hizmetleri anlayışına önem verildiğini ve
bu anlayışın yaygın olduğunu göstermektedir. Vakıf görevlileri yürüttükleri vakıf hiz
metleri din, eğitim, sağlık, ekonomi, kültür gibi alanlarda topluma önemli hizmetler
sunmuşlar ve sosyal kalkınmada etkin rol oynamışlardır. İnsan ve canlı ayrımı yap
maksızın toplumun her kesimine yönelik yürüttükleri bu hizmetlerle birlik ve beraber
liğin sağlanmasında, sosyal adalet ve barışın tesisinde ve ekonominin canlanmasında
önemli faydalar sağlamışlardır.
Birçok vakfiyede vakıf bünyesinde görev alacak personelin görev adları, görev
nitelikleri ve görev tanımları açıkça zikredilmiştir. Görevlilerde aranan en önemli ni
teliklerin başında liyakat ve ehliyetin geldiği görülmüştür. Yani görevlinin; tayin ola
cağı görevin hakkını verebilecek düzeyde bilgi, birikim, uzmanlık, tecrübe ve yetenek
sahibi olması gerektiği ifade edilmiştir. Bu husus atama yazılarının yazıldığı vakıf
belgelerinde genelde “erbâb-ı istihkâk” şeklinde dile getirilmiştir. Vakıf görevlileri
nin diğer ortak nitelikleri arasında ise sâlih (işini iyi yapan), emin, güvenilir, dürüst,
güzel ahlaklı, dindar, takva ehli ve insanlarla iyi iletişim kurabilen bir kişi olma gibi
hususlar ön plana çıkmıştır. Birçok atamalarda liyakatli olma kaydıyla evlâdiyet ve
meşrûtiyet usullerine önem verildiği görülmüştür. Vakfiyelerde görev adları, nitelikleri
ve tanımlarının açıkça zikredilmesi ve vakfiyelerde belirtilen hususlara riayet edilerek
atamaların yapılması; vakıf görevlilerinin düzenli, disiplinli, ahlaklı ve gayretli çalış
malarının temellerini oluşturmuştur. Bu da güçlü ve sürdürülebilir bir vakıf sistemi
nin oluşmasında ve yaygınlaşmasında önemli bir etken olmuştur. Vakıf hizmetlerinin
sistemli ve düzenli bir şekilde asırlar boyunca devam ettirilmesinde, Osmanlı Devle
ti’nin bir vakıf cenneti haline gelmesinde ve bir vakıf medeniyetine sahip olmasında
hiç şüphesiz vakıf görevlilerinin samimi, ciddi ve disiplinli bir şekilde vakıf hizmeti
sunmasının büyük bir tesiri olmuştur. Vakıf görevlileri vakıf kurucularından sonra bu
konudaki üstün gayretleri ve başarıları hizmetleriyle vakıf medeniyetinin öncü kahra
manlarından olmuşlardır.
mevkilerde bulunan ilmiye sınıfı; idari, dini, ilmi ve adli birçok alanda mü
him hizmetler ifa etmiştir. 2. Abdülhamid Han döneminde ilmiye sınıfına ait
görevlilerin prosopografik bilgileri kayıt altına alınmış ve Bâb-ı Meşîhat’ta
toplanarak arşivlenmiştir. Günümüzde İstanbul Müftülüğü bünyesinde bulunan
Meşihat Arşivi, Osmanlı son dönemi ulemasının biyografileri ve sicil kayıtları
açısından oldukça önemli verileri içermektedir. Meşihat Arşivindeki ulema
sicil dosyalarında sicilleri kayıt altına alınan ve Diyadin merkezinde nâib,
müftü, müderris, eytam müdürü ve mahkeme-i şeriyye kâtibi olarak görev
alan Diyadin uleması da bulunmaktadır.
Ağrı iline bağlı bir ilçe konumunda olan Diyadin; Urartu, Kimmer, İskit,
Med, Pers, Part, Sasani, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Moğol, Harezm, İlhanlı,
Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevi, Osmanlı ve Rus hâkimiyetinde yaşamıştır.
Belâzuri ve İbnü’l-Esîr’in eserleri incelendiğinde Diyadin bölgesinin Hz. Os
man döneminde hicri 25 (miladi 645/646) yılında Habîb b. Mesleme tarafından
İslam topraklarına dâhil edildiğini söylemek mümkündür. Tuğrul Bey 1040
yılında Bizans’a bağlı olan Ağrı ve çevresini Selçuklu topraklarına katmıştır.
1071 Malazgirt zaferinden sonra Diyadin bölgesi Selçukluların hâkimiyetinde
kalmıştır. Diyadin’in Osmanlı topraklarına katılması ise Sultan 1. Selim zama
nında gerçekleşmiştir. Diyadin Osmanlı idaresinde önce Van vilayetine bağlan
mıştır. Daha sonra ise Erzurum vilayetinin Bayezid sancağına bağlı bağlı bir
kaza olarak idari taksimatta yerini almıştır. Trabzon-Erzurum-Ağrı-Bayezid ve
Tebriz arasındaki ticaret hattında stratejik bir öneme sahip olmuştur.
Meşihat Arşivinde sicil kayıtları olan Osmanlı’nın son dönemi Diyadin
uleması içinde Diyadin’de doğmuş ancak farklı şehir ve coğrafyalarda gö
rev yapmış ismin yanında, Osmanlı’nın farklı coğrafyaların doğmuş ancak
Diyadin’de görev yapmış isimler de bulunmaktadır. Diyadin Müftüsü Molla
Ömer Efendi Van Bahçesaray’da, Diyadin nâibi Ahmed Faik Efendi Trabzon
Hemşin’de, Diyadin eytam müdürü Mehmed Said Efendi Bayezid’de, Diya
din mahkeme-i şer‘iyye kâtibi Hafız Mehmed Efendi Erzurum’da, Samsun
Şer‘iyye Mahkeme-i Şer‘iyye Kâtibi Bekir Fevzi Efendi Diyadin’de doğmuştur.
Diyadin müderrisi Osman Efendi’nin doğum yeri ise bilinmemektedir. Buna
göre Meşihat arşivindeki sicil kayıtlarına göre ulema sınıfında Diyadin’de
doğup da Diyadin’de görev yapan kimse bulunmamaktadır. Diyadin’e tayin
edilen görevlilerin Bayezid, Erzurum, Van ve Trabzon gibi Diyadin’e yakın
bölgelerden geldiği ve eğitimlerini Diyadin haricindeki şehirlerde tamamla
dıkları görülmüştür. Bunda görevlilerin başka memleketten olmaları önemli
bir etki oluşturmuştur. Diyadin müftüsü Van ve Bitlis medreselerinde, Diyadin
nâibi Erzurum ve İstanbul medreselerinde, Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi
Erzurum medreselerinde, Samsun mahkeme-i şer‘iyye kâtibi ise Diyadin köy
medreselerinde eğitim görmüştür. Bunlar nahiv, mantık, meânî, âdâb, tefsir,
ahvâl-i hadis, akaid, ilm-i fıkıh, ferâiz, Arapça ve Farsça gibi dersler almışlardır.
Görevlilerden sadece Diyadin müftüsü icazetname almayı başarmış, diğer
leri ise icazetnamelerini alamamıştır. Diyadin müftüsü Arapçadan icazetname
almıştır. Bayezid müftüsünden bir kıta icazetname almaya muvaffak olmuştur.
Diyadin nâibi ise Abdülkerim Efendi’den icazetnâme almaya hak kazanmış,
tam icazetnamesi hazırlanırken bu arada hocası vefat etmiş, bu sebeple icazetnâ
mesini alamamıştır. Diyadin eytam müdürü ise dönemin modern mekteplerinde
eğitim almış, sıbyan mektebini bitirmiş, rüşdiye mektebine başlamış ancak bu
rasını tamamlayamamıştır. İçlerinden sadece Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi
Mehmed Efendi hafızlık yapmış ve diğerlerinden farklı olarak hem medrese
hem de idadi mektebi okumuştur. Bu mektepte Arapça, Farsça, ilm-i hesâb,
hendese ve coğrafya derslerini görmüştür. Diyadin müftüsü, Türkçe, Kürtçe,
Arapça ve Farsça; Diyadin nâibi, Türkçe ve Arapça; Diyadin eytam müdürü,
Türkçe, Kürtçe ve cüzi olarak da Ermenice; Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi,
Türkçe ve Kürtçe; Samsun mahkeme-i şer‘iyye kâtibi ise Türkçe, Kürtçe ve
Arapça dillerini konuşabilmekte ve yazabilmektedir.
Meşihat arşivinde Diyadin nâibi Ahmed Faik Efendi hakkında altı adet ve
Diyadin eytam müdürü Said Efendi hakkında iki adet berâet-i zimmet maz
batası düzenlenmiştir. Diğerlerinin mazbata evrakları bulunmamaktadır. Bu
mazbatalarda görevlilerin şahsiyeti, ahlakı, davranışları, görevi, görevine olan
ehliyeti, sadakati ve üzerinde bulunan zimmetin devredilmesi gibi hususlarda
amirlerinin kanaatlerine yer verilmiştir.
Diyadin müderrisi Ömer Efendi hariç diğer tüm görevlilerin “Devlet-i Aliyye-i
Osmaniye tezkiresi” denilen ve günümüzdeki nüfus cüzdanı konumunda olan
belgeleri bulunmaktadır. Bu tezkirelerde görevlilerin ismi, anne ve babasının
adı, doğum tarihi, doğum yeri, milleti (dini), sıfatı, hizmet ve intihab salahi
yeti, medeni hali, askerlik durumu, boyu, göz rengi, alamet-i fârikası, eşkâli
ve nüfusa kayıtlı olduğu yer hakkında bilgiler verilmiştir.
Diyadin müftüsü Ömer Efendi, Bayezid müderrisliği ve Diyadin müftülüğü
yapmıştır. Diyadin nâibi Ahmed Fâik Efendi, Terhûne, Atina, Diyadin, Hopa,
Lâdik, Atina ve Hınıs kazalarında nâib olarak görev almıştır. Diyadin eytam
müdürü Mehmed Said Efendi, Diyadin’in vergi ve tahrîrât ve mahkeme ka
lemlerinde, bidayet mahkemesi başkâtipliğinde, polis komiserliğinde, Kara
Kilise polis komiserliğinde görev almış ve en son Diyadin eytam müdürü
olmuştur. Hafız Mehmed Efendi, Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi olarak
çalışmıştır. Diyadinli Bekir Fevzi Efendi ise Genç sancağının Valir nahiyesine
polis memurluğu ve Samsun Mahkeme-i Şer‘iyye başkâtipliği yapmıştır.
Arabistan topraklarında kalan bir bölgedir. Hicaz ile Yemen arasında bulunması
hasebiyle stratejik bir öneme sahiptir. Osmanlı Devleti 19. ve 20. yüzyılda bu bölgede
çıkan isyanlar ve salgın hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Asîr sancağı,
Yemen’den gelen hacıların gidiş geliş güzergâhında bulunduğu için burada zuhur eden
veba ve kolera salgını, Hicaz bölgesine, hac ve umre ibadetine gelen hacılar vasıtasıyla
buradan da tüm Osmanlı ve İslâm coğrafyasına yayılma tehlikesi arz etmiştir.
Dolayısıyla buradaki salgının kontrol altına alınması ve yok edilmesi Osmanlı idaresi
için çok elzem bir konu olmuştur. Bölgede görülen ilk salgın 1874 yılında arşiv
kayıtlarına damla hastalığı olarak geçmiştir. 1891 yılında Asîr bölgesinde ortaya çıkan
kolera hastalığı toplu ölümlere sebep olmuştur. 1893 yılında bölgede bu sefer veba
illeti yaygınlık göstermiştir. Asîr sancağının özellikle Benî Şehir kasabasında temerküz
eden veba salgını etraftaki köylere de yayılmış ve 1894 ve 1896 yıllarında yine
ölümlere sebep olmuştur. 1897 yılında külliyen ortadan kalkmıştır. 1900 yılında salgın
hastalık bu sefer taun, humma ve tifo olarak ortaya çıkmış, ertesi yıl da devam etmiş ve
birçok can almıştır. Asîr bölgesinde 1902 yılında şiddetli bir şekilde tekrar zuhur eden
veba ve kolera hastalığı yüzlerce kişinin ölümüne sebep olmuştur. Bu dönemde
koleradan dolayı Asîr’de 200 asker, Midi şehrinde 130 asker ölmüştür. Neticede
bölgede görülen hastalık tam manasıyla ortadan kalkmamıştır.
Yemen’in Asîr sancağında 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 20. yüzyılın
başlarına kadar devam eden salgın hastalıklar bölgede derin izler bıraktığı gibi
Anadolu’da da etkisini göstermiştir. 20. yüzyılın başlarında Anadolu’dan Yemen’e
gönderilen ve gidip gelmeyen askerler için söylenen “Ano Yemen’dir. Gülü çemendir.
Giden gelmiyor. Acep nedendir?” şeklindeki ağıtın arka planında böylesi bir salgın
gerçekliği de vardır. Bu ağıtın yakılmasına bu bölgedeki ve bu dönemdeki (1874-1903)
salgın hastalıkların neden olduğuna dair bir belgeye ulaşılmamıştır. Ancak Asîr
bölgesindeki salgın hastalıkların bir türlü bitmemesi ve birkaç yılda bir yenilenerek
etkisini artırması, salgın açısından bölgenin ne kadar hassas ve tehlikeli olduğunu
göstermektedir. İşte iç isyanlar ve 1. Dünya Savaşı sebebiyle Yemen ve Asîr cephelerine
giden Osmanlı askerleri bu tehlikeli coğrafyayla yüzleşmek durumunda kalmıştır.
Osmanlı idaresi bölgede çıkan salgınla ilgili gelişmeleri yakından takip etmeye ve
salgın sürecini en iyi şekilde yönetmeye çalışmıştır. Kurumlar arasında sağlıklı bilgi
alışverişinin ve koordinasyonun sağlanmasına önem vermiştir. Saray-ı Hümayun,
sadaret makamı, başta Sıhhiye ve Dâhiliye olmak üzere çeşitli nezâretler (bakanlıklar),
askeri kurumlar, Yemen vilayeti, bağlı sancaklar ve yerel sağlık kurumları arasında sık
sık bilgi alışverişi gerçekleşmiştir. Salgınla ilgili tüm gelişmeleri en yakından takip eden
bakanlık hiç şüphesiz Sıhhiye Nezâreti olmuştur. Bu nezaretin bünyesinde bulunan
Meclis-i Umûr-ı Sıhhiye salgınla mücadele kapsamında zaman zaman toplantılar
yapmış, alınacak tedbirleri tespit etmiş ve gerekli kararları almıştır. Alınan kararlar,
Sıhhiye Nezareti, Sadaret ve Yıldız Sarayı aracılığıyla uygulanması için ilgili birimlere
tebliğ edilmiştir. Salgınla mücadele etmek üzere bölgeye doktorlar gönderilmiştir.
Doktorlar bölgede hem sıhhi tedbirleri uygulamışlar hem salgının tedavisinde aktif
roller üstlenmişler hem de salgının mahiyeti ve gelişmeler hakkında raporlar
hazırlamışlardır. Bu raporlar bölgedeki gelişmelerin mahiyeti ve alınacak yeni
tedbirlerin tespiti açısından önem arz etmiştir. Salgınla mücadelenin en önemli
adımlarından birisi de “tedâbîr-i sıhhiye ve tehaffuziye” denilen sağlık ve korunma
tedbirleri olmuştur. Bu tedbirler kapsamında tathîrât ve tanzîfât olarak kayıtlara geçen
temizliğe son derece önem verilmiştir. Öncelikle hastalığın bulaştığı mahal, eşyalar ve
kişiler temizlenmeye çalışılmıştır. Yine bu kapsamda gerektiğinde hastalığın bulaştığı
veya bulaşma ihtimalinde olan eşya ve elbiseler yakılmış ve imha edilmiştir. Salgınla
mücadele kapsamında karar alma mekanizması açısından değerlendirilecek olursa
Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyeyi ve kararlarını, günümüzde Covid-19 pandemisiyle mücadele
sürecinde ülkemizdeki Sağlık Bakanlığına bağlı Bilimsel Danışma Kuruluna ve
kararlarına benzetmek mümkündür.
1889 yılında Asîr bölgesinde veba hastalığı zuhur edip toplu ölümlere sebep
olunca bu bölgede karantina uygulamaları da başlamıştır. Hastalığın devam etmesi
karantina uygulamalarını da devamlı hale getirmiş ve Yemen’de birçok yerde karantina
idaresinin kurulmasına neden olmuştur. Bu anlamda Asîr bölgesinin yakınlarındaki
Hudeyde, Ebû Sa’d, Kamaran, Luhayye ve Meha’da karantina birimleri
oluşturulmuştur. Kamaran ve Ebû Sa’d’da tehaffuzhaneler kurulmuştur.
Tehaffuzhaneler kalabalık yolcuların karantinaya alındığı merkezler olmuştur. Bu
379
karantina merkezlerinde yolcular, karantina süresince ikame ettirilmiş, muayeneden
geçirilmiş, kendileri ve eşyaları için tathîrât ve tebhîrât (temizlik ve dezenfekte)
uygulaması yapılmış ve hastalığın bulaştığı eşyaları yakılmıştır. Hasta olanlar bu
merkezlerde tedaviye alınmış ve geldikleri yerlere geri gönderilmiştir. Hasta
olmayanlara karantina süreleri bittikten sonra gidecekleri yerlere gitmeleri için izin
verilmiştir.
Salgının yayılmaması için birçok noktada askeri kordonlar
oluşturulmuştur. Bunların en önemlisi de Tâif’te oluşturulan askeri kordondur. 1895
yılında Yemen’den gelip veba hastalığının yaygın olduğu Asîr bölgesinden geçerek kara
yoluyla hacca giden hacılar Tâif’teki askeri kordonda karantinaya alınmıştır. Böylece
salgının hac bölgesine ve oradan da Osmanlı ve İslâm coğrafyasına yayılmaması için
büyük gayretler gösterilmiştir. Yolcuların hacca yetişmesi ve oluşabilecek fesadın
önlenmesi için 5 günlük karantina süresi 2 güne düşürülerek bu konuda bir esneklik
de gösterilmiştir. Sonuç itibariyle Yemen’in Asîr bölgesinde zuhur eden salgınlara karşı
mücadelede Osmanlı İdaresi aldığı ve uyguladığı tedbirlerle çok önemli ve başarılı
çalışmalar yürütmüştür.
katılmıştır. Zaman zaman Erzurum ve Çıldır eyaletine tabi olmuştur. Elviye-i Selâse (Batum, Ardahan
ve Kars sancakları) içinde yer alan Şavşat, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra imzalanan
Berlin Anlaşması gereğince savaş tazminatı olarak Rusya’ya bırakılmıştır. 1878-1918 yılları arasında
Rus işgali altında kalan Şavşat’ta Osmanlı topraklarına doğru göçler yaşanmıştır. Ruslar 1918’de
Brest-Litovsk Anlaşması’yla bölgeden çekilince Şavşat 17 Aralık 1918-Nisan 1920 tarihleri arasında
İngilizlerin işgali altında kalmıştır. İngilizlerden sonra Artvin ve Şavşat, 25 Temmuz 1920’de
Gürcülerin işgaline uğramıştır. Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir 23 Şubat 1921 tarihinde
ordusuyla Şavşat’a girmiş ve burasını Türk hâkimiyeti altına almıştır. Böylece Şavşat 43 yıllık
esaretten kurtulmuştur. Osmanlı döneminde Tanzimat’ın ilanından sonra devlet memurlarının
biyografik bilgileri ve özlük hakları konusunda birçok yenilikler yapılmıştır. Bu kapsamda 1879-1922
yılları arasında 200 bini aşkın devlet memurunun biyografik bilgileri kaydedilmiştir. Devletin ilmiye
sınıfına ait görevlilerin sicil bilgileri ise Meşihat Arşivi’nde toplanmıştır. Bu arşiv günümüzde İstanbul
Müftülüğü bünyesinde bulmakta ve araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır. Meşihat Arşivi’nde
Şavşat ulemasıyla ilgili sicil dosyaları da bulunmaktadır. Bu çalışmanın konusu Meşihat Arşivi’nde
bilgileri olan Şavşatlı beş âlim hakkındadır. Bunlar Şavşat müftüsü Ahmet Fevzi Efendi, Ergani
Müftüsü Hüseyin Hilmi Efendi, Fatih Camii dersiâmı Bilal Efendi, Süleymaniye Camii kürsi şeyhi
Hasan Hilmi Efendi ve Bafra nâibi Mehmed Emin Efendi’dir. Çalışmada Meşihat Arşivi’ndeki bilgiler
ışığında Şavşatlı âlimlerin eğitimleri, hocaları, icazetleri, görevleri, görev yerleri ve hizmetleri
hakkında bilgilere yer verilmiştir. Çalışma Osmanlı son döneminde Şavşat tarihinde ulemanın yeri
konusuna bazı yeni bilgiler sunması ve bu konudaki arşiv bilgilerin analiz edilmesi açısından önem arz
etmektedir. Çalışma; dönemsel, nitel ve deskriptif bir araştırmadır. Çalışmada konu Osmanlı arşiv
belgelerini analiz etmeye ve değerlendirmeye dayalı doküman incelemesi yöntemiyle ele alınmıştır.
Konuyla ilgili bulunan belgeler, dönemin ve yerel teşkilatın idari ve sosyal yapısı çerçevesinde
yorumlanmaya ve değerlendirilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın, spesifik konusu ve kapsamı itibariyle
Şavşat bölgesi tarihi alanına katkılar sağlayacağı düşünülmektedir.
diri toprağa gömüyorlar, kız çocuklarına değer vermiyorlar, onların hukuki haklarını yok
sayıyorlardı. Savaş ve baskınlarda çocuklar esir edip köleleştiriyorlardı. Çocuklara
merhamet göstermiyorlar hatta merhamet edenleri hayretle karşılıyorlardı. Geçim ve aç
kalma korkusuyla çocuklarını öldürebiliyorlardı. Hz. Peygamber savaş veya barış
durumunda her ne sebep olursa olsun çocukların öldürülmesini yasakladı. Yaptığı
mücadele ile kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi âdetini ortadan kaldırdı.
Çocukların hukuki haklarına riayet edilmesini emretti. Çocukların öldürülmesinin
önlenmesi ve çocuk haklarına riayet edilmesi konusunda bir devrim yaptı. Bunun için
öncelikle insanların içinde bulundukları inanç yapısını, hayata bakış açısını, düşünce
dünyasını değiştirdi. Onları bu zulme götüren ve bunu kendilerine sevimli gösteren şirk
inancını ve kötü ahlakı yok etmeye çalıştı. Sözleri ve davranışlarıyla insanlara merhamet
ve maneviyat eğitimi verdi. Kendi çocuklarına ve ashabın çocuklarına güzel davranarak
insanlara güzel örnek oldu. Çocuklara bakan, ikram ve ihsanda bulunan, onları koruyan,
himaye eden, hor görmeyen ve onların haklarına riayet edenleri cennetle müjdeledi. Bu
kimselerin cehennemden kurtulacaklarını ve ahirette kendisiyle beraber olacaklarını
beyan etti. Çocukları öldürmenin en büyük günahlardan biri olduğunu bildirdi. Çocukları
öldürmemeleri konusunda insanlardan biat aldı. Çocuklara merhamet edenlerin Allah’ın
merhametine mazhar olacağını ifade etti. Katıldığı ve gönderdiği askeri seferlerde
çocukların ve kadınların öldürülmesini kesin ifadelerle yasakladı.
Kendi çocuklarını kaybeden, bunun nasıl bir acı olduğunu iyi bilen ve gözyaşı
döken Hz. Peygamber, bu acıyı yaşayan ebeveynlere sabırlı olmayı ve tevekkül etmeyi
tavsiye etti. Çocukların cennete gideceğini ve çocuklarının ölümüne sabreden ebeveynin
de cennete gideceğini müjdeleyerek gönülleri ferahlattı. Anne veya babası gibi birinci
derecede yakınını kaybeden çocukların bakımlarını üstelendi. Onlara bağış, ikram ve
ihsanda bulundu ve bunu tavsiye etti. Onların malî ve hukukî haklarına riayet edilmesini emretti. Onların bakımlarını üstelenenleri cennetle müjdeledi. Onların mallarını haksızca
yemenin cehennem ateşi yemek olduğunu bildirdi.
Sonuç olarak Hz. Peygamber çocuk ve ölüm bağlamındaki olaylardaki sorunlar için
topluma kalıcı çözümler sundu, bu konudaki sorunların arkasında yer alan dini ve psiko
sosyal nedenleri ortadan kaldırmaya çalıştı. Çocukların öldürülmesi geleneğini tamamen
kaldırmada tarihi adımlar attı ve bu konuda hayata yeni bir bakış açısı getirdi.
kuzeydoğu kesiminde yer alan ve maden ocakları ile tarih
içinde önemli bir konuma sahip olan Kratova şehri, Balkanların
en eski yerleşim yerlerinden birisidir. Şehrin tarihi M.Ö. VI.
yüzyıla
kadar inmektedir. Romalıların, Slavlar-Samoil
Devletinin ve Bizanslıların hâkimiyeti altında kalan Kratova
XIV. yüzyılın sonlarında Osmanlıların eline geçmiş ve 1912
yılına kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Osmanlı döneminde
Kratova’da açılan medrese ve sıbyan mektepleri uzun dönem
eğitim faaliyetlerine devam etmiş, özellikle Tanzimat’tan sonra
eğitim kurumlarının sayısı ve çeşitliliği artmıştır.
Konuyla ilgili arşiv belgeleri ve salnameler incelendiğinde
Kratova’nın dini ve millî kimlik yapısındaki çeşitliliğinin,
eğitim kurumlarının da çeşitlenmesine sebep olduğu
gözlemlenir.
Bu anlamda dini açıdan bakıldığında
Müslümanlara ve gayri Müslimlere ait farklı okulların açıldığı,
etnik açıdan bakıldığında ise Türklere, Bulgarlara, Rumlara ve
Sırplara yönelik farklı eğitim kurumların faaliyet gösterdiği
görülür. Kratova’da Müslümanlara yönelik Kratova Medresesi,
Kuruşçuzade Seyyid Ahmed Naib Vakfı Medresesi, Kapıcıbaşı
İbrahim Bey Mektebi, Hacı Yahya Efendi Mektebi, Rüşdiye
Mektebi, Şadırvan İbtidai Mektebi, Kız İbtidai Mektebi,
Estnikafça Köyü İbtidai Mektebi, Sıbyan mektepleri ve diğer
ibtidai mektepler eğitim hizmetlerini sürdürmüştür.
Kratova’da bir de kütüphane açılmıştır. Bu kütüphanede
eski ve yeni kitaplar bulundurulmuştur. Kratova ve köylerinde
gayri müslimlerden Bulgarlara, Sırplara ve Rumlara yönelik
birçok okul açılmıştır. Arşiv belgelerinde Kratova’da hangi dine ve millete ait olduğu belirtilmeyen bazı okullardan da
bahsedilir. İzletova köyündeki Hamidiye Mektebi, Rodor
köyündeki Mecidiye Mektebi, Usturisofça köyündeki İbtidai
Mektebi ve Urla köyündeki Mecidiye Mektebi bunlardan
birkaçıdır. Salnamelerde ve arşiv belgelerinde Kratova’da
açılan okullarda bulunan öğretmen ve öğrencilerin sayılarına
ilişkin bilgiler de bulunmaktadır. Balkan savaşları öncesinde
Balkanlarda yükselen ayrılıkçı ve milliyetçi düşüncelerin başka
şehirlerde olduğu gibi Kratova’da yaygınlaştığı ve bu
düşüncelerin okullara da yansıdığı görülmektedir. Kratova ve
köylerinde açılan birçok Bulgar mektebinde Bulgar
komitalarına (eşkıyasına) gönül ve destek veren Bulgar
öğretmenlerin bulunduğu, bu öğretmenlerin okulları Bulgar
milliyetçiliği ve eşkıyalığı açısından bir propaganda merkezi
haline getirme çabaları içinde olduğuyla ilgili arşiv
kaynaklarında önemli bilgiler bulunmaktadır.
alan Radoviş şehri ülkede Türk nüfusunun en yoğun yaşadığı
yerlerden birisidir. 2002 yılında resmi olarak açıklanan son sa
yıma göre Türk nüfusu ülkede %3.8 iken Radoviş’te %16’ları
geçmektedir. Bu yüzden burası Türkiye ile Kuzey Makedonya
arasındaki tarihi ve kültürel köprünün önemli ayaklarından bi
rini oluşturmaktadır. Radoviş ve bölgesi Osmanlı topraklarına
Sultan I. Murad döneminde Timurtaş Paşa’nın birlikleri tara
fından 784/1382-1383 yılında katılmıştır. Fethin akabinde böl
geye yoğun Türk nüfusu yerleştirilmiştir. Bölgeye yerleşen yö
rükler arşiv kayıtlarında evlâd-ı fâtihan olarak zikredilmiştir.
Radoviş’e bağlı Kılavuzlu, Kara Ali Obası, Karacalar, Çeşme,
Halil Obası, İşterova, Dracance, Sarıgöl Yakası, Hüdaverdi, Du
raklı, Köseli, Podereş, Bunarlı, Hamza, Kuşkulu, Yargürice, Ha
cı, Araklı, Aselli, Menteşli, İzlova, Banya, Radiçevo, Kalugerica,
Lipovik Zîr (Aşağı Lipovik), Konçe, Lubnice, Rakice, Alikoç,
Cebirli, Kocaali ve Süpürge gibi mahallelerde/köylerde
meskûn olanlar evlâd-ı fâtihân olarak kaydedilmiştir. Radoviş
Osmanlı idaresinde önceleri Rumeli eyaletine bağlanmış, aka
binde Niş, Üsküp, Selanik, Prizren, Manastır ve Kosova eyalet
lerine tabi olmuştur. Son olarak da Kosova eyaletinin Üsküp
sancağına bağlı bir kaza statüsünde yer almıştır. Osmanlı dö
neminde burada pek çok eser bina edilmiştir. 1883 yılında Ra
doviş genelinde 34 câmi, 4 tekye, 2 medrese, 1 mekteb-i rüşdiy
ye, 1 hükümet konağı, 205 mağaza-fırın-dükkân, 3145 hane, 1
hamam, 78 değirmen, 1 saat (kulesi), 17 han, 1 telgrafhane, 1
kütüphane, 46 çeşme ve 7 kilise bulunmaktadır.
93 Harbi ve Berlin Anlaşması akabinde Rus, Sırp ve Bulgar
işgali altında kalan bölgelerdeki Türk ve Müslümanların göç
ettiği önemli merkezlerden birisi de Radoviş olmuştur. Bu çal
kantılı dönemde Radoviş mühacirlere kucak açmıştır. 1892 yı
lında Radoviş’e gelen muhacirlerin bir kısmı şehir merkezinde
ki Ali Ağa, Câmi-i Kebir, Abdullah Cedid ve Abdullah Paşa-i
Zîr mahallelerine yerleştirilmiştir. Çoğu muhacir de Kozbunar,
Vidine, Köseli, Dirazence, Hamza, Durutlu, Orahobça, Kuşkulu,
Yargurice, Pokraçova, Pudereş, Banya, Radiçevo, İzleva, Lipo
vik, Dukatina, Halil Obası, Kalugerica, Konçe, Alikoç, Koca Ali,
Pırnarlı ve Sarıgöl gibi köylere iskân ettirilmiştir.
1904 yılında 7.2-7.8 şiddetinde merkezi üssü Bulgaristan’ın
Kresna şehri olduğu düşünülen büyük bir deprem meydana
gelmiştir. Bu deprem Radoviş’te de yıkımlara neden olmuştur.
Birinci Balkan Savaşları sırasında Radoviş’e yaklaşık 100 km
mesafede bulunan Kumanova'da Osmanlı birlikleri ile Bulgar
Sırp birlikleri arasında 23-24 Ekim 1912 tarihinde Kumanova
Muharebesi meydana gelmiştir. Savaş sonucunda Osmanlı bir
likleri geri çekilmiş ve bölge Sırp ve Bulgar askerlerine bırakıl
mıştır. Böylece 1383-1913 yılları arasında 530 yıl Osmanlı idare
sinde kalan Radoviş Osmanlı topraklarından kopmuş ve Bulga
ristan’a dâhil olmuştur.
Radoviş’te Osmanlı döneminden kalan eserlerin çoğu yok
olmuştur. Ancak hâlen ayakta kalanlar eserler de mevcuttur.
2009-2014 yılları arasında Makedonya’da kalınan beş yıl zaman
zarfında Radoviş’teki Osmanlı mirasıyla ilgili alan araştırması
yapılmıştır. Gerek o dönemde gerekse son zamanlarda bölgedeki
yaşayanlarla görüşmeler gerçekleştirilip konu ile ilgili araştırma
lar derinleştirilmiştir. Osmanlı arşivlerinde tespit edilen yüzlerce
belge okunup değerlendirilmiştir. Arşiv belgelerinde ulaşılan
bilgilerle saha çalışmasında elde edilen bilgiler harmanlayıp ana
liz edilerek Osmanlı döneminde Radoviş’te ve köylerinde yapılan câmiler, mescitler, tekkeler, mektepler, medreseler gibi eserler
hakkında daha kapsamlı bilgilere ulaşılmıştır.
Günümüzde Radoviş şehir merkezinde bulunan, kendisi yı
kılıp sadece minaresi kalan ve hakkında fazla bilginin olmadığı
câminin Aydın Muhassılı Vezir Abdullah Paşa Câmii olduğunu
tespit edilmiştir. Radoviş’te Erdoğdu İbrahim Bey Câmii, İbra
him Ağa Câmii, Hacı Sadeddin Câmii, Hacı Hüseyin Ağa
Câmii, Ali Ağa Câmii, Mahalle-i Zîr Mescidi, Kara Hoca Mesci
di gibi mabetler hakkında bilgilere ulaşılmıştır. Osmanlı döne
minde Radoviş’te Halvetî, Cerrâhî, Kâdirî ve Nakşibendî tekke
leri kurulmuştur. Bu tasavvufi gelenek günümüzde hâlâ aktif
olarak devam etmektedir. Bir külliye olarak yapılan Abdullah
Paşa Camii, Mektebi ve Medresesi’nin yeni projelerle yeniden
inşa edilmesine acil ihtiyaç duyulmaktadır. Bu külliyenin inşası,
tarihi değerlerin yeniden hayat bulması, Radoviş bölgesindeki
Müslümanların dini ve kültürel hayatlarına önemli katkılar sağ
laması ve Türkiye ile Kuzey Makedonya arasındaki güzel ilişki
lerin önemli simgelerinden birini oluşturabilmesi açısından çok
önem arz etmektedir.
Osmanlı döneminde yapılan Hacı Halil Muallimhânesi
(Mektebi), Abdullah Paşa Vakfı Mektebi, Hacı Mehmed Mekte
bi, Medrese-i Cedid, Süha Ali Efendi Mektebi, Medresesi ve Kü
tüphanesi ile sıbyan, ibtidâiye ve rüşdiye mektepleri Radoviş’in
eğitim hayatına önemli katkılar sağlamıştır. Ayasofya-i Kebîr
Câmii vaizi Emir Abdülkerim tarafından yaptırılan hamam,
Emetullah Hanım tarafından yaptırılan çeşmeler, Yanyalı İbra
him Bey tarafından yaptırılan saat kulesi, bölge halkının hâlâ
ziyaret ettiği İkiz Baba Türbesi ve Radoviş bölgesinin fethinde
önemli bir yere sahip olan Pranko İsa Bey’in türbesi şehirdeki
Osmanlı izlerini gösteren önemli eserlerdendir. Harabe halde
duran Pranko İsa Bey Türbesi’nin acilen restore edilmeye ihti
yacı vardır. Radoviş’e bağlı Türk köylerindeki câmiler ve mescitler dini hayatın asırlarca canlı tutulmasına vesile olmuştur.
Çalışmada Türk köylerinin eski ve yeni isimleri belirlenmeye,
kaybolan ve yok olan Türk köyleri ve Osmanlı eserleri gün yü
züne çıkartılmaya çalışılmıştır. Böylece bu bölgelerden ülkemi
ze ve başka yerlere göç edenlerin geçmişleriyle olan bağlantı
noktaları tespit edilmiştir.
Osmanlı döneminde Radoviş’e bağlı olan günümüzde ise
ayrı belediyelik haline gelen Pehçova ve Berova şehirlerinde
Osmanlı câmileri ve mektepleri hakkında da önemli bilgiler ve
rilmiştir. Berova’da hâlâ ibadete açık olan Mehmed Bey Câmii
ile yok olan Süleyman Mescidi, Pehçova’da tamamen yok olan
Ali Bey Câmii, Hacı Ahmed Câmii (Çarşı Câmii), Sarhan-zâde
Câmii ve Hacı Ahmed ve Hacı Mehmed Mektebi’nin tarihi ger
çeklikleri gün yüzüne çıkartılmıştır.
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları İslam
Tarihi Anabilim dalında aynı konuda hazırladığımız dokto
ra tezi çalışmamıza dayanmaktadır. Yaklaşık 522 yıl Osmanlı
idaresinde kalan Üsküp’te pek çok vakıf kurulmuş ve vakıf
eserleri inşa edilmiştir. Bunlar Osmanlıdan geriye kalan tarihi
mirasımızdır. Bugün bu eserlerin pek çoğu yok olup gitmiştir.
Bazıları da hala ayakta kalmaya devam etmektedir. Üsküp’te
gerek yok olan ve gerekse hala ayakta kalan vakıf eserleriy
le ilgili en önemli bilgiler ve kaynaklar Osmanlı arşivlerinde
bulunmaktadır. Biz de bu Osmanlı arşivlerinin peşine düştük
ve bu arşiv belgelerini gün yüzüne çıkararak elinizdeki ese
ri meydana getirmeye çalıştık. Ağırlıklı olarak Osmanlı arşiv
belgelerine dayanarak hazırladığımız çalışmamızda, Osmanlı
döneminde Üsküp şehir merkezinde kurulan vakıfları ve bu
vakıflar tarafından yaptırılan camiler, mescitler, tekkeler, zavi
yeler, türbeler, medreseler, mektebler, dâru’l-kurrâlar, kütüp
haneler, imaretler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, su ke
merleri, köprüler ve darphane gibi vakıf eserlerini incelemeye
çalıştık. 2009-2014 yılları arasında 5 yıl Makedonya’da kalarak
yerinde araştırmalar yaptık. Bu yönleriyle özgün ve gerçekçi
bir çalışma meydana getirmeye gayret gösterdik. Bu çalışma, Üsküp tarihi, Üsküp’teki Osmanlı mirası ve vakıf eserleri açısından önemli bir kaynak niteliğindedir.
Endülüs, Orta Doğu, Anadolu, Kırım, Kafkasya, Orta Asya,
Hindistan, Uzak Doğu ve Çin gibi dünyanın çeşitli coğ
rafyalarını gezerek Orta Çağ’ın bilinen en büyük seyyahı
olmuştur. Gördüğü, gözlemlediği şehirleri, kültürleri, insan
ları ve siyasi olayları Rihletü İbn Battûta Tuhfetü’n-Nüzzâr fî
Garâ’ibi’l-Emsâr ve ‘Acâ’ibi’l-Esfâr adlı eserinde toplamıştır.
İbn Battûta, kendisini meşhur eden seyahatlerine 22 yaşın
dayken hac yolculuğu ile başlamıştır. Bu hac yolculuğu
onun bir dünya yolculuğuna çıkmasına vesile olmuştur. İbn
Battûta ilk haccını 726/1327 yılında yapmıştır. Ömründe
beş defa hac ibadeti yapan İbn Battûta Mekke, Medine ve
hac ibadetiyle ilgili önemli bilgiler aktarmıştır. Mescid-i
Harâm, Kâbe, Hacerülesved, Safâ, Merve, Metâf, Mültezem,
Makâm-ı İbrâhim, Hicr, Mina, Müzdelife, Arafat, Muhassir
vadisi, Meş‘ar-i Harâm, Cebelirahme ve Batn-ı Urene gibi
mekânlar ve bu mekânlardaki tavaf, kudûm tavafı, ifâza
tavafı, istilâm, sa‘y, ihram, vakfe, şeytan taşlama ve kurban
kesme gibi hacla ilgili ibadetler hakkında detaylı bilgiler
sunmuştur. Bununla birlikte hac ibadeti açısından oldukça
önemli olan ve hacılar tarafından ziyaret edilen Mekke ve
Medine’deki ziyaret mekânları hakkında bilgiler aktar
mıştır. Bu bilgiler, hem 14. yüzyıldaki hacıların bu ziyaret
mekânları hakkındaki bilgi, birikim ve algılarını göstermesi
hem de Mekke ve Medine tarihi açısından oldukça önem
arz etmektedir. Özellikle son yıllarda Mescid-i Harâm’ın ve
Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi çalışmaları sebebiyle
kaybolmak durumunda kalan ziyaret mekânlarının yeri ve
haklarındaki bilgilerin mahiyeti açısından da önemlidir.
İbn Battûta’nın özellikle Mekke-Medine, Medine-Şam ve
Mekke-Necef arasındaki hac güzergâhı ve bu güzergâhtaki
hacıların, yolların ve konaklama yerlerinin durumlarıyla ilgili verdiği bilgilerin tarihe ışık tutacak nitelikte olduğu
görülmektedir.
İbn Battûta’nın hac ibadetini Hz. Peygamber’in sünne
tine uygun olarak yapmaya önem gösterdiği ve bu anlamda
menâsikü’l-hacla ilgili ibadetlerde Hz. Peygamber’in sün
netine riayet etmeyi önemsediği tespit edilmiştir. Bu da
hac ibadetinin 14. yüzyılda Hz. Peygamber’in sünnetine
uygun olarak doğru ve sahih bir şekilde uygulandığını
göstermektedir. İbn Battûta’nın verdiği bilgiler, Medine’den
Mekke’ye giden hacıların Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı’nda
takip ettiği güzergâhı kullanmaya gayret ettiklerini ve
bu güzergâhtaki Hz. Peygamber’in hatıralarını yâd edip
ziyaret etmeyi önemsediklerini ortaya çıkarmaktadır.
Sonuç olarak İbn Battûta, 14. yüzyılda hac ibadetinin nasıl
gerçekleştirildiği ve hac ibadetiyle alakalı mekânların
nasıl bir durumda olduğunu bir bütün hâlinde anlamamız
açısından tarihe ışık tutacak bilgiler sunmuştur.
faydalanması ve kullanması için tahsis etmesi ve onların yardımına sunması insanlık
tarihi kadar eskidir. Tarih boyunca toplumlar, yaşadığı coğrafyada birçok hayrî uygu
lamalar geliştirmişler. Bu anlamda yol, çeşme, mabet ve kuyu gibi bir takım eserler
vücuda getirmişlerdir. Eski Romalılar, Eski Yunanlılar, Babilliler, Etiler, Hititler, Hin
dular ve İslam öncesi Orta Asya Türkleri gibi toplumlarda vakfa benzeyen hayrî eser
lerin varlığı bilinmektedir. Ancak vakıf kurumu mahiyeti ve hukukî yapısı itibariyle
İslam’la doğmuş ve bir medeniyet haline gelmiştir. Bu anlamda Vakıf Medeniyeti Hz.
Peygamber (sas) ile kurulan bir medeniyettir. Bu medeniyetinin kuruluşu, gelişmesi
ve yaygınlaşmasında Hz. Peygamber’in derin ve mütemadi bir tesiri olmuştur. Hz.
Peygamber ile başlayan vakıf anlayışını, Müslümanlar asırlar boyunca daha da ilerlet
miş ve dünyanın farklı coğrafyalarına götürerek bir medeniyet haline dönüştürmüştür.
Vakıflar eğitim, din, kültür, sağlık, güvenlik, sosyal, bayındırlık, belediye hizmetleri
gibi birçok alanda müesseseler vücuda getirmiştir. Fethedilen coğrafyalara da bu mü
esseseler taşınmıştır. Bu vakıf eserleri ve mütemadiyen devam eden vakıf hizmetleri,
başta Anadolu ve Balkan coğrafyası olmak üzere fethedilen toprakların Türkleşmesi
ne, İslamlaşmasına ve Türk-İslam medeniyetinin bu coğrafyalara taşınmasına ve bura
larda temsil edilmesine katkılar sağlamıştır. Tanzimat dönemi öncesinde mütevelliler
tarafından idare edilen vakıflar bu dönemde Evkâf-ı Hümayûn Nezâreti çatısı altında
birleştirilmiş, cumhuriyetten sonra da Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesine alınmıştır.
Ortaçağ Avrupa’sında oldukça yetersiz durumda olan vakıf benzeri kuruluşlar, önemi
nin anlaşılmasıyla birlikte 19. yüzyıldan sonra Batı toplumunda artmaya başlamıştır.
Günümüzde gerek ülkemizde gerekse dünyanın pek çok ülkesinde ve coğrafyasında
vakıf ve benzeri kuruluşlar, sağlık, sosyal, kültürel, ekonomik ve eğitim gibi pek çok
alanda hizmetler yürütmeye devam etmektedir.
zareti’nde, bu nezarete bağlı illerde kurulan Evkâf müdürlerinde, şahıs vakıflarında
ve vakıflara bağlı cami, mescit, türbe, mektep, medrese, kütüphane, tekke, zaviye,
darüşşifa, darurrâhâ gibi vakıf müesseselerinde gerek idari kadrolarda gerekse vakıf
hizmetleri kadrolarında pek çok görevlinin iki yüzden fazla farklı unvan ve görevde
istihdam edildiği ve vakıf hizmetleri sunduğu tespit edilmiştir. Özellikle camilerde
çeşitli vazifeleri ifa etmek üzere yüze yakın görev adının olduğu saptanmıştır. Kur’an
ve dua okuma alanında otuzdan fazla görevde çeşitli görevlilerin istihdam edildiği
görülmüştür. Bu da Osmanlı döneminde cami merkezli bir toplum yapısına ve cami
hizmetlerinde de Kur’an merkezli bir din hizmetleri anlayışına önem verildiğini ve
bu anlayışın yaygın olduğunu göstermektedir. Vakıf görevlileri yürüttükleri vakıf hiz
metleri din, eğitim, sağlık, ekonomi, kültür gibi alanlarda topluma önemli hizmetler
sunmuşlar ve sosyal kalkınmada etkin rol oynamışlardır. İnsan ve canlı ayrımı yap
maksızın toplumun her kesimine yönelik yürüttükleri bu hizmetlerle birlik ve beraber
liğin sağlanmasında, sosyal adalet ve barışın tesisinde ve ekonominin canlanmasında
önemli faydalar sağlamışlardır.
Birçok vakfiyede vakıf bünyesinde görev alacak personelin görev adları, görev
nitelikleri ve görev tanımları açıkça zikredilmiştir. Görevlilerde aranan en önemli ni
teliklerin başında liyakat ve ehliyetin geldiği görülmüştür. Yani görevlinin; tayin ola
cağı görevin hakkını verebilecek düzeyde bilgi, birikim, uzmanlık, tecrübe ve yetenek
sahibi olması gerektiği ifade edilmiştir. Bu husus atama yazılarının yazıldığı vakıf
belgelerinde genelde “erbâb-ı istihkâk” şeklinde dile getirilmiştir. Vakıf görevlileri
nin diğer ortak nitelikleri arasında ise sâlih (işini iyi yapan), emin, güvenilir, dürüst,
güzel ahlaklı, dindar, takva ehli ve insanlarla iyi iletişim kurabilen bir kişi olma gibi
hususlar ön plana çıkmıştır. Birçok atamalarda liyakatli olma kaydıyla evlâdiyet ve
meşrûtiyet usullerine önem verildiği görülmüştür. Vakfiyelerde görev adları, nitelikleri
ve tanımlarının açıkça zikredilmesi ve vakfiyelerde belirtilen hususlara riayet edilerek
atamaların yapılması; vakıf görevlilerinin düzenli, disiplinli, ahlaklı ve gayretli çalış
malarının temellerini oluşturmuştur. Bu da güçlü ve sürdürülebilir bir vakıf sistemi
nin oluşmasında ve yaygınlaşmasında önemli bir etken olmuştur. Vakıf hizmetlerinin
sistemli ve düzenli bir şekilde asırlar boyunca devam ettirilmesinde, Osmanlı Devle
ti’nin bir vakıf cenneti haline gelmesinde ve bir vakıf medeniyetine sahip olmasında
hiç şüphesiz vakıf görevlilerinin samimi, ciddi ve disiplinli bir şekilde vakıf hizmeti
sunmasının büyük bir tesiri olmuştur. Vakıf görevlileri vakıf kurucularından sonra bu
konudaki üstün gayretleri ve başarıları hizmetleriyle vakıf medeniyetinin öncü kahra
manlarından olmuşlardır.
mevkilerde bulunan ilmiye sınıfı; idari, dini, ilmi ve adli birçok alanda mü
him hizmetler ifa etmiştir. 2. Abdülhamid Han döneminde ilmiye sınıfına ait
görevlilerin prosopografik bilgileri kayıt altına alınmış ve Bâb-ı Meşîhat’ta
toplanarak arşivlenmiştir. Günümüzde İstanbul Müftülüğü bünyesinde bulunan
Meşihat Arşivi, Osmanlı son dönemi ulemasının biyografileri ve sicil kayıtları
açısından oldukça önemli verileri içermektedir. Meşihat Arşivindeki ulema
sicil dosyalarında sicilleri kayıt altına alınan ve Diyadin merkezinde nâib,
müftü, müderris, eytam müdürü ve mahkeme-i şeriyye kâtibi olarak görev
alan Diyadin uleması da bulunmaktadır.
Ağrı iline bağlı bir ilçe konumunda olan Diyadin; Urartu, Kimmer, İskit,
Med, Pers, Part, Sasani, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Moğol, Harezm, İlhanlı,
Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safevi, Osmanlı ve Rus hâkimiyetinde yaşamıştır.
Belâzuri ve İbnü’l-Esîr’in eserleri incelendiğinde Diyadin bölgesinin Hz. Os
man döneminde hicri 25 (miladi 645/646) yılında Habîb b. Mesleme tarafından
İslam topraklarına dâhil edildiğini söylemek mümkündür. Tuğrul Bey 1040
yılında Bizans’a bağlı olan Ağrı ve çevresini Selçuklu topraklarına katmıştır.
1071 Malazgirt zaferinden sonra Diyadin bölgesi Selçukluların hâkimiyetinde
kalmıştır. Diyadin’in Osmanlı topraklarına katılması ise Sultan 1. Selim zama
nında gerçekleşmiştir. Diyadin Osmanlı idaresinde önce Van vilayetine bağlan
mıştır. Daha sonra ise Erzurum vilayetinin Bayezid sancağına bağlı bağlı bir
kaza olarak idari taksimatta yerini almıştır. Trabzon-Erzurum-Ağrı-Bayezid ve
Tebriz arasındaki ticaret hattında stratejik bir öneme sahip olmuştur.
Meşihat Arşivinde sicil kayıtları olan Osmanlı’nın son dönemi Diyadin
uleması içinde Diyadin’de doğmuş ancak farklı şehir ve coğrafyalarda gö
rev yapmış ismin yanında, Osmanlı’nın farklı coğrafyaların doğmuş ancak
Diyadin’de görev yapmış isimler de bulunmaktadır. Diyadin Müftüsü Molla
Ömer Efendi Van Bahçesaray’da, Diyadin nâibi Ahmed Faik Efendi Trabzon
Hemşin’de, Diyadin eytam müdürü Mehmed Said Efendi Bayezid’de, Diya
din mahkeme-i şer‘iyye kâtibi Hafız Mehmed Efendi Erzurum’da, Samsun
Şer‘iyye Mahkeme-i Şer‘iyye Kâtibi Bekir Fevzi Efendi Diyadin’de doğmuştur.
Diyadin müderrisi Osman Efendi’nin doğum yeri ise bilinmemektedir. Buna
göre Meşihat arşivindeki sicil kayıtlarına göre ulema sınıfında Diyadin’de
doğup da Diyadin’de görev yapan kimse bulunmamaktadır. Diyadin’e tayin
edilen görevlilerin Bayezid, Erzurum, Van ve Trabzon gibi Diyadin’e yakın
bölgelerden geldiği ve eğitimlerini Diyadin haricindeki şehirlerde tamamla
dıkları görülmüştür. Bunda görevlilerin başka memleketten olmaları önemli
bir etki oluşturmuştur. Diyadin müftüsü Van ve Bitlis medreselerinde, Diyadin
nâibi Erzurum ve İstanbul medreselerinde, Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi
Erzurum medreselerinde, Samsun mahkeme-i şer‘iyye kâtibi ise Diyadin köy
medreselerinde eğitim görmüştür. Bunlar nahiv, mantık, meânî, âdâb, tefsir,
ahvâl-i hadis, akaid, ilm-i fıkıh, ferâiz, Arapça ve Farsça gibi dersler almışlardır.
Görevlilerden sadece Diyadin müftüsü icazetname almayı başarmış, diğer
leri ise icazetnamelerini alamamıştır. Diyadin müftüsü Arapçadan icazetname
almıştır. Bayezid müftüsünden bir kıta icazetname almaya muvaffak olmuştur.
Diyadin nâibi ise Abdülkerim Efendi’den icazetnâme almaya hak kazanmış,
tam icazetnamesi hazırlanırken bu arada hocası vefat etmiş, bu sebeple icazetnâ
mesini alamamıştır. Diyadin eytam müdürü ise dönemin modern mekteplerinde
eğitim almış, sıbyan mektebini bitirmiş, rüşdiye mektebine başlamış ancak bu
rasını tamamlayamamıştır. İçlerinden sadece Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi
Mehmed Efendi hafızlık yapmış ve diğerlerinden farklı olarak hem medrese
hem de idadi mektebi okumuştur. Bu mektepte Arapça, Farsça, ilm-i hesâb,
hendese ve coğrafya derslerini görmüştür. Diyadin müftüsü, Türkçe, Kürtçe,
Arapça ve Farsça; Diyadin nâibi, Türkçe ve Arapça; Diyadin eytam müdürü,
Türkçe, Kürtçe ve cüzi olarak da Ermenice; Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi,
Türkçe ve Kürtçe; Samsun mahkeme-i şer‘iyye kâtibi ise Türkçe, Kürtçe ve
Arapça dillerini konuşabilmekte ve yazabilmektedir.
Meşihat arşivinde Diyadin nâibi Ahmed Faik Efendi hakkında altı adet ve
Diyadin eytam müdürü Said Efendi hakkında iki adet berâet-i zimmet maz
batası düzenlenmiştir. Diğerlerinin mazbata evrakları bulunmamaktadır. Bu
mazbatalarda görevlilerin şahsiyeti, ahlakı, davranışları, görevi, görevine olan
ehliyeti, sadakati ve üzerinde bulunan zimmetin devredilmesi gibi hususlarda
amirlerinin kanaatlerine yer verilmiştir.
Diyadin müderrisi Ömer Efendi hariç diğer tüm görevlilerin “Devlet-i Aliyye-i
Osmaniye tezkiresi” denilen ve günümüzdeki nüfus cüzdanı konumunda olan
belgeleri bulunmaktadır. Bu tezkirelerde görevlilerin ismi, anne ve babasının
adı, doğum tarihi, doğum yeri, milleti (dini), sıfatı, hizmet ve intihab salahi
yeti, medeni hali, askerlik durumu, boyu, göz rengi, alamet-i fârikası, eşkâli
ve nüfusa kayıtlı olduğu yer hakkında bilgiler verilmiştir.
Diyadin müftüsü Ömer Efendi, Bayezid müderrisliği ve Diyadin müftülüğü
yapmıştır. Diyadin nâibi Ahmed Fâik Efendi, Terhûne, Atina, Diyadin, Hopa,
Lâdik, Atina ve Hınıs kazalarında nâib olarak görev almıştır. Diyadin eytam
müdürü Mehmed Said Efendi, Diyadin’in vergi ve tahrîrât ve mahkeme ka
lemlerinde, bidayet mahkemesi başkâtipliğinde, polis komiserliğinde, Kara
Kilise polis komiserliğinde görev almış ve en son Diyadin eytam müdürü
olmuştur. Hafız Mehmed Efendi, Diyadin mahkeme-i şer‘iyye kâtibi olarak
çalışmıştır. Diyadinli Bekir Fevzi Efendi ise Genç sancağının Valir nahiyesine
polis memurluğu ve Samsun Mahkeme-i Şer‘iyye başkâtipliği yapmıştır.
Arabistan topraklarında kalan bir bölgedir. Hicaz ile Yemen arasında bulunması
hasebiyle stratejik bir öneme sahiptir. Osmanlı Devleti 19. ve 20. yüzyılda bu bölgede
çıkan isyanlar ve salgın hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Asîr sancağı,
Yemen’den gelen hacıların gidiş geliş güzergâhında bulunduğu için burada zuhur eden
veba ve kolera salgını, Hicaz bölgesine, hac ve umre ibadetine gelen hacılar vasıtasıyla
buradan da tüm Osmanlı ve İslâm coğrafyasına yayılma tehlikesi arz etmiştir.
Dolayısıyla buradaki salgının kontrol altına alınması ve yok edilmesi Osmanlı idaresi
için çok elzem bir konu olmuştur. Bölgede görülen ilk salgın 1874 yılında arşiv
kayıtlarına damla hastalığı olarak geçmiştir. 1891 yılında Asîr bölgesinde ortaya çıkan
kolera hastalığı toplu ölümlere sebep olmuştur. 1893 yılında bölgede bu sefer veba
illeti yaygınlık göstermiştir. Asîr sancağının özellikle Benî Şehir kasabasında temerküz
eden veba salgını etraftaki köylere de yayılmış ve 1894 ve 1896 yıllarında yine
ölümlere sebep olmuştur. 1897 yılında külliyen ortadan kalkmıştır. 1900 yılında salgın
hastalık bu sefer taun, humma ve tifo olarak ortaya çıkmış, ertesi yıl da devam etmiş ve
birçok can almıştır. Asîr bölgesinde 1902 yılında şiddetli bir şekilde tekrar zuhur eden
veba ve kolera hastalığı yüzlerce kişinin ölümüne sebep olmuştur. Bu dönemde
koleradan dolayı Asîr’de 200 asker, Midi şehrinde 130 asker ölmüştür. Neticede
bölgede görülen hastalık tam manasıyla ortadan kalkmamıştır.
Yemen’in Asîr sancağında 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 20. yüzyılın
başlarına kadar devam eden salgın hastalıklar bölgede derin izler bıraktığı gibi
Anadolu’da da etkisini göstermiştir. 20. yüzyılın başlarında Anadolu’dan Yemen’e
gönderilen ve gidip gelmeyen askerler için söylenen “Ano Yemen’dir. Gülü çemendir.
Giden gelmiyor. Acep nedendir?” şeklindeki ağıtın arka planında böylesi bir salgın
gerçekliği de vardır. Bu ağıtın yakılmasına bu bölgedeki ve bu dönemdeki (1874-1903)
salgın hastalıkların neden olduğuna dair bir belgeye ulaşılmamıştır. Ancak Asîr
bölgesindeki salgın hastalıkların bir türlü bitmemesi ve birkaç yılda bir yenilenerek
etkisini artırması, salgın açısından bölgenin ne kadar hassas ve tehlikeli olduğunu
göstermektedir. İşte iç isyanlar ve 1. Dünya Savaşı sebebiyle Yemen ve Asîr cephelerine
giden Osmanlı askerleri bu tehlikeli coğrafyayla yüzleşmek durumunda kalmıştır.
Osmanlı idaresi bölgede çıkan salgınla ilgili gelişmeleri yakından takip etmeye ve
salgın sürecini en iyi şekilde yönetmeye çalışmıştır. Kurumlar arasında sağlıklı bilgi
alışverişinin ve koordinasyonun sağlanmasına önem vermiştir. Saray-ı Hümayun,
sadaret makamı, başta Sıhhiye ve Dâhiliye olmak üzere çeşitli nezâretler (bakanlıklar),
askeri kurumlar, Yemen vilayeti, bağlı sancaklar ve yerel sağlık kurumları arasında sık
sık bilgi alışverişi gerçekleşmiştir. Salgınla ilgili tüm gelişmeleri en yakından takip eden
bakanlık hiç şüphesiz Sıhhiye Nezâreti olmuştur. Bu nezaretin bünyesinde bulunan
Meclis-i Umûr-ı Sıhhiye salgınla mücadele kapsamında zaman zaman toplantılar
yapmış, alınacak tedbirleri tespit etmiş ve gerekli kararları almıştır. Alınan kararlar,
Sıhhiye Nezareti, Sadaret ve Yıldız Sarayı aracılığıyla uygulanması için ilgili birimlere
tebliğ edilmiştir. Salgınla mücadele etmek üzere bölgeye doktorlar gönderilmiştir.
Doktorlar bölgede hem sıhhi tedbirleri uygulamışlar hem salgının tedavisinde aktif
roller üstlenmişler hem de salgının mahiyeti ve gelişmeler hakkında raporlar
hazırlamışlardır. Bu raporlar bölgedeki gelişmelerin mahiyeti ve alınacak yeni
tedbirlerin tespiti açısından önem arz etmiştir. Salgınla mücadelenin en önemli
adımlarından birisi de “tedâbîr-i sıhhiye ve tehaffuziye” denilen sağlık ve korunma
tedbirleri olmuştur. Bu tedbirler kapsamında tathîrât ve tanzîfât olarak kayıtlara geçen
temizliğe son derece önem verilmiştir. Öncelikle hastalığın bulaştığı mahal, eşyalar ve
kişiler temizlenmeye çalışılmıştır. Yine bu kapsamda gerektiğinde hastalığın bulaştığı
veya bulaşma ihtimalinde olan eşya ve elbiseler yakılmış ve imha edilmiştir. Salgınla
mücadele kapsamında karar alma mekanizması açısından değerlendirilecek olursa
Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyeyi ve kararlarını, günümüzde Covid-19 pandemisiyle mücadele
sürecinde ülkemizdeki Sağlık Bakanlığına bağlı Bilimsel Danışma Kuruluna ve
kararlarına benzetmek mümkündür.
1889 yılında Asîr bölgesinde veba hastalığı zuhur edip toplu ölümlere sebep
olunca bu bölgede karantina uygulamaları da başlamıştır. Hastalığın devam etmesi
karantina uygulamalarını da devamlı hale getirmiş ve Yemen’de birçok yerde karantina
idaresinin kurulmasına neden olmuştur. Bu anlamda Asîr bölgesinin yakınlarındaki
Hudeyde, Ebû Sa’d, Kamaran, Luhayye ve Meha’da karantina birimleri
oluşturulmuştur. Kamaran ve Ebû Sa’d’da tehaffuzhaneler kurulmuştur.
Tehaffuzhaneler kalabalık yolcuların karantinaya alındığı merkezler olmuştur. Bu
379
karantina merkezlerinde yolcular, karantina süresince ikame ettirilmiş, muayeneden
geçirilmiş, kendileri ve eşyaları için tathîrât ve tebhîrât (temizlik ve dezenfekte)
uygulaması yapılmış ve hastalığın bulaştığı eşyaları yakılmıştır. Hasta olanlar bu
merkezlerde tedaviye alınmış ve geldikleri yerlere geri gönderilmiştir. Hasta
olmayanlara karantina süreleri bittikten sonra gidecekleri yerlere gitmeleri için izin
verilmiştir.
Salgının yayılmaması için birçok noktada askeri kordonlar
oluşturulmuştur. Bunların en önemlisi de Tâif’te oluşturulan askeri kordondur. 1895
yılında Yemen’den gelip veba hastalığının yaygın olduğu Asîr bölgesinden geçerek kara
yoluyla hacca giden hacılar Tâif’teki askeri kordonda karantinaya alınmıştır. Böylece
salgının hac bölgesine ve oradan da Osmanlı ve İslâm coğrafyasına yayılmaması için
büyük gayretler gösterilmiştir. Yolcuların hacca yetişmesi ve oluşabilecek fesadın
önlenmesi için 5 günlük karantina süresi 2 güne düşürülerek bu konuda bir esneklik
de gösterilmiştir. Sonuç itibariyle Yemen’in Asîr bölgesinde zuhur eden salgınlara karşı
mücadelede Osmanlı İdaresi aldığı ve uyguladığı tedbirlerle çok önemli ve başarılı
çalışmalar yürütmüştür.
Bu çalışma İmâm-ı Âzam ve görüşlerinin Osmanlı dönemi vakfiyelerine nasıl yansıdığı konusunu içermektedir. Konu, Osmanlı döneminde Makedonya coğrafyasında kurulan vakıflara ait olan ve günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde bulunan vakfiyeler kapsamında ele alınmıştır.
Osmanlılar, 1389 yılında I. Kosova Savaşı’nda Haçlı birliklerini yenerek Makedonya topraklarına hâkim olmuştur. Balkanlarda fethettiği diğer yerlerde olduğu gibi burada da vakıf hizmetleri sunmuştur. Bu anlamda Makedonya’nın Üsküp, Debre, Doyran, Eğri Palanka, Gostivar, İştip, Kalkandelen, Koçani, Köprülü, Kratova, Kumanova, Manastır, Ohri, Pirlepe, Tikveş ve Ustrumca gibi şehirlerinde vakıflar kurulmuştur. Bu vakıflar bölgede Türk-İslâm kültürünün yerleşmesi adına da önemli görevler üstlenmiştir. Vakıflar sayesinde Makedonya coğrafyasında camiler, mescitler, mektepler, medreseler, imaretler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, zaviyeler, tekkeler, hastaneler, kütüphaneler, çeşmeler, sebiller, köprüler, türbeler ve İslâm mezarlıkları gibi eserler yapılmıştır. Vakıf müesseselerinin ayakta kalması ve hizmetlerini devam ettirebilmesi için tarlalar, bağlar, bahçeler, arsalar, dükkânlar, araziler ve nakit paralar vakfedilmiştir.
Vakıfların hukuki olarak koruma altına alınması için vakfiyeler düzenlenmiştir. Bu vakfiyelerin birçoğu günümüze kadar korunmuştur. Bu vakfiyelerin bir kısmında Hanefi mezhebinin kurucusu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’ye ve görüşlerine yer verildiği görülmüştür. Bu zamana kadar Osmanlı dönemi vakfiye belgelerinde İmâm-ı Âzam ve görüşleri üzerinde müstakil herhangi bir bilimsel çalışma yapılmamıştır. Bu nedenle İmam-ı Âzam’ın görüşlerinin Osmanlı vakfiye belgelerine nasıl yansıdığı konusu hep muğlak kalmıştır. Bu çalışmada Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan Makedonya vakıflarıyla ilgili 164 vakfiye tek tek incelenmiş ve İmâm-ı Âzam’dan bahseden vakfiyeler üzerinde durulmuştur.
Makedonya vakfiyeleri ışığında İmâm-ı Âzam ve görüşlerinin Osmanlı dönemi vakfiyelerine/vakıf belgelerine yansıyan yönlerinin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Bu anlamda vakıf hizmetlerinde yer alan kişilerin zihin dünyasında nasıl bir İmâm-ı Âzam tasavvuru bulunduğu konusu irdelenmiştir. Vakfiyelerde nasıl bir İmâm-ı Âzam algısı vardır? Vakıf kurucuları onu nasıl isimlendirmiş ve ne şekilde vasıflandırmıştır? Vakfiyelerde İmâm-ı Âzam’a ve görüşlerine neden ve hangi amaçla yer verilmiştir? Onun görüşleri vakfiyelere nasıl yansımıştır? Vakfiyelerde hangi görüşlerine yer verilmiştir? Bunlar hangi formlarla ifade edilmiştir? Onun görüşleriyle amel edilmiş midir? Yoksa amel edilmemiş midir? Amel edilmediyse sebepleri nelerdir? İmâm-ı Âzam’ın görüşlerinin vakfiyelerdeki rücu davalarıyla nasıl bir ilgisi vardır? Onun görüşleri Osmanlı vakıf uygulamalarında nasıl bir önem ve değere sahiptir? Bektaşi tekkeleriyle ilgili vakfiyelerde Bektaşilerin İmâm-ı Âzam’la ilgili tasavvurları nasıldır? Çalışmada bunun gibi sorulara cevap aranmış ve bu gibi hususlar belgeler ışığında aydınlatılmaya çalışılmıştır.
Çalışma vakfın tanımı, sıhhati, hukuki geçerliliği, gayrimenkul vakıflar, menkul vakıflar ve para vakıfları başlıkları altında ele alınmıştır. Konu deskriptif ve sistematik açıdan arşiv incelemeleri ve tümevarım yöntemiyle değerlendirilmiştir. Çalışma, spesifik konusu itibariyle alanında yapılan ilk çalışma özelliğine sahiptir. Bu yönüyle özgün değer taşımaktadır.