Papers by Sufiyye Journal

Misâl Âlemi doktrini, İslâm dünyasının önde gelen filozof ve sûfîleri arasında uzun zamandır tart... more Misâl Âlemi doktrini, İslâm dünyasının önde gelen filozof ve sûfîleri arasında uzun zamandır tartışma konusudur. Tasavvufî İrfân geleneği ve İşrâkî ve Müteâlî Hikmet okulları, bu doktrini varlık ve bilgi anlayışlarının kurucu unsurları ve merkezî bileşenlerinden biri kabul ederken Meşşâî geleneğe yakın İbn Sînâ, Mîr Dâmâd, Abdürrezzâk-ı Lâhîcî gibi filozoflar ve Teftâzânî gibi bazı kelâm âlimleri bu doktrini çeşitli açılardan eleştirerek reddetmişlerdir. Bu nedenle doktrini kabul eden entelektüel geleneklerin önemli meselelerinden biri Misâl Âlemi'nin varlığının kanıtlanması ve doktrine yöneltilen itirazlardaki sorunların çözümlenmesidir. Bu yüzden başta Şeyh-i İşrâk Sühreverdî, Şehrezûrî, Molla Fenârî, Molla Sadrâ, İşkeverî gibi filozof ve sûfîler olmak üzere doktrini kabul eden düşünürler bu âlemin varlığını ispata dâir bazı aklî, naklî ve keşfî kanıtlar ortaya koymuş ve itirazlarda ileri sürülen müşküllerini gidermeye çalışmışlardır. Bu makale çerçevesinde Misâl Âlemi'nin reddi ve ispatı etrafında oluşan bu tartışmalar ve polemikler incelenecek ve reddedenlerin kanıtları ile kabul edenlerin kanıtları değerlendirilecektir.
Mevlânâ'nın Mesnevî'si muhtevası ve tesiri bakımından Türk ve dünya edebiyatında seçkin bir yere ... more Mevlânâ'nın Mesnevî'si muhtevası ve tesiri bakımından Türk ve dünya edebiyatında seçkin bir yere sahiptir. Hicri sekizinci yüzyıldan günümüze kadar Mesnevî'ye birçok şerh yazılmıştır. Bu şerhlerin yazımı Anadolu'da başlayıp İran, Hindistan, Avrupa, Suriye ve Mısır'a kadar uzanmıştır. Mesnevî şerhleri sayesinde Mevlânâ'nın düşüncesi birçok insana ulaşmıştır. Mesnevî Farsça yazıldığı için şerhlerin çoğu Farsça yazılmıştır. Hindistan ve Anadolu'da bazı şârihler de şerhlerini Farsça kaleme almıştır. Bu çalışmada Rızâ Şecerî'nin "Mesnevî Şerhlerinin Tanıtımı, Eleştirisi ve Tahlîli: Farsça Şerhler ve İran'da Bulunanlar" adlı eseri ele alınacak ve bu eserde geçen Farsça Mesnevî şerhleri hakkında kısaca bilgi verilecektir.

Seyyid Ahmed b. Seyyid Zeynî Dahlân (öl. 1303/1886) Osmanlı'nın son döneminde Mekke-i Mükerreme'd... more Seyyid Ahmed b. Seyyid Zeynî Dahlân (öl. 1303/1886) Osmanlı'nın son döneminde Mekke-i Mükerreme'de doğan önemli âlim ve sûfîlerden biridir. Çok sayıda hocadan ders alan Seyyid Dahlân iyi bir eğitim sürecinden geçmiştir. Ancak ders aldığı hocaları içerisinde en çok istifade ettiği kişi Şeyh Osman b. Hasan ed-Dimyâtî eş-Şâfiî el-Ezherî el-Mekkî (öl. 1265/1849) olmuştur. Hocası ed-Dimyâtî'den zâhiri ilimlerin yanında Halvetiyye, Ayderûsiyye, Kâdiriyye, Nakşibendiyye ve Şâzeliyye tarikatlarının icâzetini de almıştır. Seyyid Dahlân; Mekke Şâfiî müftülüğü, şeyhu'l-ulemâ/reîsu'l-ulemâ'lık gibi önemli vazifelere getirilmiş ve bu görevleri titizlikle yürütmüştür. Eğitime çok önem veren Seyyid Dahlân pek çok talebe yetiştirmiş ve bu uğurda büyük çabalar sarf etmiştir. Seyyid Dahlân'ın yaşadığı dönemde Vehhâbî hareketi Arap yarımadasında siyasi olarak güçlenmiş, akîdevî konularda halkı baskı altına almıştır. Seyyid Dahlân, Vehhâbiler ve diğer oluşumlarla ilmî ve fikrî mücadele içine girerek Ehl-i Sünnet akidesinin önemli savunucularından olmuştur. Tasavvuf, akaid, siyer, tarih ve gramer gibi birçok alanda irili ufaklı pek çok eser telif eden Seyyid Dahlân, kitaplarında tevessül konusunu da işlemiştir. Tevessülün çeşitleri arasında en çok tartışılanı Yüce Allah'a yakın olduğu düşünülen şahıslarla tevessül yapılıp yapılmayacağı mevzuudur. Seyyid Dahlân eserlerinde tevessülün tüm çeşitlerinin caiz olduğunu delilleriyle işlemiş, Müslümanları tevessül inancı üzerinden tekfir edenlerin vahim bir hataya düştüklerini belirtmiştir. Bu çalışmada Seyyid Dahlân'ın hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiş, daha sonra onun önemli eserlerinden biri olan Hulâsatü'l-kelâm fî beyâni ümerâi'l-beledi'l-harâm'da ele aldığı tevessül konusu incelenmiştir.

İslâm kültüründe ruhî temayüllerin bir ifadesi olan tasavvuf, aynı zamanda hakikate ulaşma yollar... more İslâm kültüründe ruhî temayüllerin bir ifadesi olan tasavvuf, aynı zamanda hakikate ulaşma yollarından biridir. Birçok sûfî tasavvufun amelî yönü üzerinde durup nefsin terbiyesini, ahlâklı, edepli ve erdemli olmayı önemsemiştir. Bazı sûfîler ise tasavvufun hakikat ilmi olduğunu belirterek insanın ve âlemin hiçliğini dile getirdikleri tevhîd tecrübesi ile bu vuslatın gerçekleşeceğini ifade etmişlerdir. Tasavvufta tevhîd, müridin eğitim sürecinde kesretten vahdete, suretten manaya vuslatını ifade eden birlik tecrübesidir. Tevhîd, müridin ibadetler, zikir, tefekkür ve murakabe ile beşerî varlığının içinde gizlenen hakikati idrâk etmesini sağlayan büyük bir değişimi gerçekleştirmesidir. Beşerî varlık tevhîdin önündeki en büyük engel olduğundan tevhîdin gerçekleşmesi için hiçliğe razı olmak temel şarttır. Tasavvufun keşfe ve müşâhedeye dayalı saf birlik tecrübesinde herhangi bir ilişki durumu ve ayrışma yoktur. Hiçbir kavramın kılıfına bürünmeyen bu tecrübe, arada vasıta olmaksızın sûfinin yüz yüze geldiği hakikattir. Ancak onun kendi iç dünyasında veya âlemde birliği hisseden tecrübesi ontolojik anlamda değildir. Duyuların tecrübesine dayalı bilgi, inanç ve kanaatler gibi, sûfî tecrübeye dayalı bilgi, inanç ve kanaatler de bir bilgi değeri taşımaktadır. Sûfî tecrübe, duyu tecrübelerine nazaran daha az yaygın, daha fazla sübjektif olsa da, paylaşılabilir olması yönüyle objektif yönü de olan bir tecrübe sayılabilir. Duyularla ve akılla idrâk edilemeyen bu tecrübe en az diğer tecrübeler kadar gerçektir. Ancak ontolojik ve epistemolojik açıdan bilgi değeri taşıyabilmesi için doğru olarak kabul edilen bilgilerle uyumlu olması gerekir. Bu çalışmada 9 ila 10. yüzyıllarda yaşayan sûfîlerin, özellikle Cüneyd-i Bağdadî ve Hallâc-ı Mansûr'un tevhîd anlayışları bağlamında sûfî tecrübenin bir değerlendirmesi yapılacaktır.

Zamanın değerlendirilmesi meselesi sonuçları itibariyle insan hayatında çok merkezî bir yer tutma... more Zamanın değerlendirilmesi meselesi sonuçları itibariyle insan hayatında çok merkezî bir yer tutmaktadır. İslâm inancı açısından insana verilen en önemli nimetlerden biri de zamandır. İnsan, kendisine verilen bu nimeti yerinde değerlendirip değerlendirmemesine göre ahirette hesaba çekilecektir. Bu sebeple sûfîler zamanın değerlendirilmesi meselesine son derece önem vermişlerdir. Onların zaman tanziminde üzerinde durdukları hususlar, sâlikin manevî hayatında dönüşümü beraberinde getiren amelî pratiklerin uygulanması için sınırları tayin edilebilen bir zaman ve mekân aralığını gerektirmektedir. Sûfîler, zamanın değerlendirilmesi meselesini başı sonu belli bir zaman ve mekân aralığını ifade eden vakit kavramı üzerinden ifade etmeye çalışmışlardır. Vaktin bihakkın değerlendirilmesi sonucunda sâlikin iki kazanımı meydana gelmektedir. Birincisi gelecek korkusundan emin olmak ikincisi ise geçmişin hüznünden kurtulmaktır. Binaenaleyh sûfîler insan hayatındaki bu iki temel probleme bir çözüm yolu olarak sâlikin ibnü'l-vakt olmasını önermişlerdir. Biz de makalemizde vakit kavramını zaman ifade eden diğer kavramlardan belirgin bir şekilde ayıran manalar üzerinde durduk. Bu bağlamda vakitten türetilmiş olan ibnü'l-vakt ile doğrudan bağlantılı olan terimleri açıklamaya çalıştık. Daha sonra ibnü'l-vakt olmanın insan doğasında var olan korku ve hüzün problemlerini çözme yönünü değerlendirdik.

İslâm ilim geleneğinde kelâm, fıkıh ve tasavvuf doğrudan pratik hayatla ilgili üç ilim sayılır. B... more İslâm ilim geleneğinde kelâm, fıkıh ve tasavvuf doğrudan pratik hayatla ilgili üç ilim sayılır. Bu makalede, adı geçen üç ilimden fıkıh ve tasavvuf gaye açısından mukayese edilmektedir. Çalışma bir giriş ve iki ana bölüm olarak tasarlanmıştır. Giriş kısmında her ilme ait olan tanım, konu, fazilet, kaynaklar ve gaye gibi hususlardan bahsedilmekte, gaye ve fayda terimleri üzerinde durulmakta, sonra fıkıh ve tasavvufun gayeleri arasında karşılaştırma yapılmaya çalışılmaktadır. Birinci bölümde fıkıh ve tasavvufun genel gayeleri incelenmektedir. İkinci bölümde ise her iki ilmin amacı ilmi ve ameli olarak iki bakımdan araştırılmaktadır. Özel amaçlar ayrıca ferdî ve içtimaî nizamın tesis ve devamındaki katkıları bakımından ele alınmaktadır. Ferdî ve içtimaî gayeler fıkhın konularının genel tasnifine göre değerlendirilmektedir. Söz konusu tasnif ibadetler, muâmelât, nikâh (aile) ile ceza hukuku alanlarını kapsamaktadır. Amelî ilim olma konusunda ortaklığa sahip fıkıh ve tasavvufun, hedef ve gayeler bakımından ayrıştıkları ve birleştikleri noktalara dikkkat çekilmekte ve bu yönüyle dini yaşayış konusunda birbirlerini tamamladıklarına dair vurgu yapılmaktadır.
Çalışmamıza konu olan meseleleri Hallâc'ın Tavâsin, Bustânu'l-ma'rife, Nusûsu'l-Kitâb, Divân-ı Ha... more Çalışmamıza konu olan meseleleri Hallâc'ın Tavâsin, Bustânu'l-ma'rife, Nusûsu'l-Kitâb, Divân-ı Hallâc, Nusûsu'l-velâye gibi eserlerinde arayacağız. Bu eserlerden elde ettiğimiz bulguları diğer sûfîlerin, mütekellimin ve İslam Felsefecilerinin görüşleri bakımından değerlendirirken, selefi yaklaşımın meseleye bakışlarına da değineceğiz. Ayrıca Ahbâr gibi Hallâc'ın vefatından sonra yapılan çalışma ve yorumlar da dikkate alınacaktır.
Bu makalede güzel ahlak hakkında kısaca bilgi verildikten sonra "rezilet, mekârihü'l-ahlak, kötü ... more Bu makalede güzel ahlak hakkında kısaca bilgi verildikten sonra "rezilet, mekârihü'l-ahlak, kötü huylar, fenâ hareketler, zemmedilen davranışlar" gibi ibarelerle de adlandırılan ahlak-ı zemime unsurları Divan şairlerinin şiirlerinden hareketle ana muhteva olarak ele alınmıştır. Bu suretle Türk şiirinin tekâmül etmeye başladığı 13. yüzyıl ile Modern şiirle tanıştığı 19. yüzyıla kadarki zaman diliminde şiir terennüm etmiş olan seçkin şairlerin divanları esas alınarak Divan şiirinde ahlak-ı zemime meselesinin nasıl değerlendirildiği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bunun için Türk şiirinin temel taşı olarak nitelenen büyük şair Yûnus Emre ve sonraki asırlarda yaşa

Celvetiyye tarîkatının kurucusu Azîz Mahmûd Hüdâyî, Türk tasavvuf târihinin en etkili şahsiyetler... more Celvetiyye tarîkatının kurucusu Azîz Mahmûd Hüdâyî, Türk tasavvuf târihinin en etkili şahsiyetlerinden birisidir. Hüdâyî, çok sayıda eser yazmış ve bu eserlerinde yoğun olarak tevhîd ve kulluk konularını işlemiştir. Hüdâyî nezdinde hakikî tevhîdin yani ma'rifetin ismi cem', ubûdiyyetin yani kulluğun ismi ise tefrika (fark)dır. Cem'; "tevhîd-i ef 'âl", "tevhîd-i sıfât" ve "tevhîd-i zât" olmak üzere üç mertebeden müteşekkildir. Bu mertebelere bağlı olarak kul, nefsin hazlarından ve mâsivâ sevgisinden uzaklaşarak, varlık âleminde vukû bulan her şeyde hakikî fâilin Allah olduğunu, tüm sıfatların hakikatte Allah'a âit olduğunu ve Hakk'ın dışında da hakikî bir varlığın olmadığını müşâhede eder. Bu müşâhedelerden sonra kul, tefrika/fark hâline döner. Tefrika hâlinde kul, cem' zevkine uygun olarak üst seviyede kulluğunu îfâ eder. Her iki hâl yani hem cem' hem de tefrika hâlleri kul için zorunludur. Hüdâyî'ye göre cem' mertebelerini idrak etmeyen kulun irfanı yoktur, kulluğa riayet etmeyenin ise ilhâdı çoktur. Bu makâlede Hüdâyî'nin cem' ve tefrika konusundaki yaklaşımları irdelenecek, görüş ve düşünceleri ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Approach of Adam to the forbidden tree and his expulsion from the Heaven is the origin story of m... more Approach of Adam to the forbidden tree and his expulsion from the Heaven is the origin story of mankind. Therefore, in the context of the relationship between God and humans, this issue is the common matter of the Abrahamic religions. Although Abrahamic religions handle this issue from their own perspective with their own belief principles, it can be seen that the debate on this topic is mainly in Christian thought. Apostle Paul put his ideas at the center of Christian's thought by interpreting the Adam's approach to the forbidden tree as the original sin. His ideas were discussed more by Christian theologians in later times and systematized especially by St. Augustine. According to Paul's idea, when Adam approached the forbidden tree with his own will, the potential of human choice of evil has emerged and mankind met sin. Since then, traces of this sin are seen on all human beings because when Adam fell into a mistake, indeed, all humanity fell into the sin of Adam.
A kademisyenlerin bir araya gelip içerisinde bulundukları alanın sorunlarına ve çözümlerine dair ... more A kademisyenlerin bir araya gelip içerisinde bulundukları alanın sorunlarına ve çözümlerine dair toplantılar yapması ve tecrübe paylaşımı ilmî gelişim açısından önem arz etmektedir. Bizler de tasavvuf akademisyenleri olarak akademinin ve alanımızın güncel problemlerini masaya yatırmak ve çözüme ulaştırmak için Bursa'da toplandık. Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu hocamızın başkanlığında gerçekleştirilen etkinliğe

Even though trouble and test are considered as a mutual concept in Islamic thought, they are most... more Even though trouble and test are considered as a mutual concept in Islamic thought, they are mostly scanned more conceptually in Ṣūfī literature. Still, this topic has not yet been sufficiently emphasized in the academic studies of Taṣawwuf. In this context, a chronological reading based on the Taṣawwuf literature is made on the understanding of trouble and test. For this, firstly, it has been focused on determining the conceptualization of trouble and test in the literature of Taṣawwuf and emphasized correlations of other Taṣawwuf related terms to those two concepts. Covering Taṣawwuf Literature, detailed information is given and some keynotes are underlined about the texts related to trouble and testing, starting from the main written sources of the formation period of Taṣawwuf. In order to determine whether the ideas in the classical period on the axis of trouble and test have changed to a different understanding and expression over time, the views of Ṣūfīs from different periods and geographies are included in the research. Thus, it is observed how different periods of the history of Taṣawwuf are connected over the same topic. Since the discourses on trouble and test is rather terms explaining the connection between God and human by the Ṣūfīs, the subject is mostly shaped by interpretations along this line. Therefore, the contribution of Taṣawwuf to religious thought and discourse is tried to be revealed through the terms of trouble and test.

This article deals with how the beginning of the perfection process of man is depicted in ṣūfī li... more This article deals with how the beginning of the perfection process of man is depicted in ṣūfī literature. In this context, our study aims to analyze the approach of ṣūfīsm to the problem of "How does a person begin to become competent through the stories of Ṣūfīs?" The framework of the article is limited to the study of al-Risāla al-Qushayrīyya by al-Qushayrī. We first conclude that the beginning of the human competence process is not based on a finding that human is the subject, but on the contrary, on a remembrance that Allah is the agent. We claim that for human beings, a systematic education and training process are not necessary at the beginning, but instead, elements such as senses, good deeds, and miracles come to the fore. Another conclusion of the study is that an indeterministic approach has been adapted instead of determinism based on the cause-effect relationship regarding the course and fate of the continuous change that constitutes the axis of the perfection process of human beings. Another issue is that the terms preferred by the saliq to express his orientation to Sūfism, as well as, the beginning of his pathway including tawba, asceticism, abandonment, turning to Allah, and becoming a Muslim again. Finally, we point out that the common concepts that come to the fore in the transformation of the traveler, who has entered the process of becoming competent, are asceticism, spiritual journey and companionship.

Sudan tasavvufî hayatın etkili olduğu ülkelerden biridir. Ülkede İslâm'ın yayılışı daha çok tarîk... more Sudan tasavvufî hayatın etkili olduğu ülkelerden biridir. Ülkede İslâm'ın yayılışı daha çok tarîkat erbabının gayretleri sonucu gerçekleşmiştir. Tarîkatlar zaviye teşkilatları ile Sudan'da geniş halk kitlelerin beklentilerine cevap veren öncelikli kurumlar olarak dikkat çekmektedir. Bölgede tarih boyunca hakim olan tarîkatlar özellikle Kâdiriyye ve Şâziliyye olmuştur. Her iki tarîkat da farklı kol ve şubeleri ile Sudan'da İslâmî kültürün şekillenip gelişmesinde öncelikli rol oynamışlardır. Kâdiriyye ve Şâziliyye tarîkatlarına mensup dervişler Sudan coğrafyasını baştan sona gezmek, halkın arasına karışmak, halkın beklentilerine cevap vermek, farklı kesimlerin kaynaşmasına öncülük etmek suretiyle bölgenin müspet manada gelişimine katkı sağlamışlardır. Kâdiriyye ve Şâziliyye zâviyeleri gerek konumları gerekse işlevsellikleri bakımından canlılıklarını korumuş, ilim ve ticaret merkezi olarak görülmüşlerdir. Kâdiriyye ve Şâziliyye meşayıhı Sudan Müslüman hanedanlıklarının başarılı olmasında, merkezi otoritelerin tesisinde, İslâm'ın yayılmasında, İslâmî bilincin uyanmasında irşad faaliyetleriyle öncülük etmişlerdir. Makalemizde Kâdiriyye ve Şâziliyyenin Sudan'da faaliyet yürüten şubelerini ve önde gelen meşayıhını ele almaya çalıştık. Sudan'daki tasavvufî atmosferin şekillenmesinde Kâdiriyye ve Şâziliyyenin etkisini ele almaya çalıştık.

Felsefe ve Hikmet birbirlerini tamamlayan yakın kavramlardır. Batı dünyasında felsefe tabiri kull... more Felsefe ve Hikmet birbirlerini tamamlayan yakın kavramlardır. Batı dünyasında felsefe tabiri kullanılırken İslâm dünyasında felsefe kelimesi yerine daha çok hikmet kelimesi kullanılır. Ancak sûfîler arasında genelde durum tam tersidir. Sûfîler felsefe ile hikmet arasına keskin çizgiler çekerler, hikmet ile felsefenin, hâkim ile filozofun aynı şey olmadığını dile getirirler. Bu sûfîlerden biri de Mevlevî şeyhi olan ve Yenikapı Mevlevihane'sinde şeyhlik yapmış Mesnevi şarihi Sabûhî Ahmed Dede'dir. Sabûhî, İhtiyarat-ı Sabûhî adlı Mesnevi şerhinde Hikmet-Felsefe, Hâkim-Filozof ayrımına değinmiştir. Felsefe ve filozoflara karşı olumsuz düşüncelere sahiptir. Amacımız Sabûhî Dede'nin felsefe ve filozoflara karşı tavrının gerekçelerini tespit emek ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Sabûhî ilim ve hikmetin çeşitli yönlerine değinmiş, mihenk taşı olarak ilimde, insanın ahiretine katkı sağlama ve dini ilimler olması kıstasıyla sınırlamıştır. İnsanın bildiği ile amel etmesini önemser. Kişinin bildiği ile amel ettiğinde kişiye bilmediklerinin öğretileceği düşüncesini benimser. Sabûhî kişinin eylem haline getirdiği, dini ve ahiretine fayda sağlayan bilgileri, Allah'ın o kişiye bilmediklerini öğreteceği düşüncesinden hareketle hikmet kavramıyla ilişkilendirir. Sabûhî Ahmed Dede hikmet üzerinde durur, görüşlerini dile getirir ve hikmet ehlini ikiye ayırır. İlkine "hukemâ-yı felâsife" derken ikinci grubu "hukemâ-yı ilâhiyye" diye tesmiye eder. Makbul olanın "hukemâ-yı ilâhî"ye verilen hikmet olduğunu söyler. Bu çalışmamızda Mesnevî-yi Manevi şarihi Sabûhî Ahmed Dede'nin ilim ve hikmete dair görüşlerini, tenkitlerini, tespitlerini ortaya koyup görüşleri üzerinde değerlendirmelerde bulunmayı düşünüyoruz.

Başkasıyla kurulan bağ anlamına gelen râbıta tarikat ehli tarafından mürşitle bağlantı kurmak mân... more Başkasıyla kurulan bağ anlamına gelen râbıta tarikat ehli tarafından mürşitle bağlantı kurmak mânasında kullanılmıştır. Râbıta Nakşibendîler ile özdeşleştirilmekte ve genel olarak onlar tarafından başlatıldığı kabul edilmekteyse de yaptığımız araştırma bunun tam olarak doğruyu aksettirmediğini göstermektedir. Nakşîbendiler haricinde de çok sayıda tarikatta bilinen ve uygulanan mürşit râbıtası ilk dönemlerde şeyhe muhabbet duymak ve onu örnek almak şeklinde başlamış, daha sonra şeyhin sûretini ve ondan feyz geldiğini düşünmeye evrilmiştir. İlk zamanlarda özel bir ders olarak verilmeyip sadece belli başlı müritlere tavsiye edilirken daha sonraki dönemlerde tasavvufî hayata yeni girenlere verilen bir ders haline dönüşmüş, pek çok tarikat ehli tarafından seyr u sülûkün en esaslı yollarından biri olarak kabul edilmiştir. Bu durum zamanla abartılmış, havâtırı def etmek gerekçesi ile namaz ve zikir esnasında da şeyhin düşünülmesini isteyenler çıkmıştır. Bu da bazı âlimlerin tepkisini çekmiş ve râbıta aleyhinde söz söylemelerine, reddiye mâhiyetinde risâleler yazmalarına neden olmuştur. Buna mukâbil râbıta aleyhine yapılan konuşmalar, yazılan eserler de râbıtayı savunmak amacıyla birçok eser telif edilmesine yol açmıştır. Özellikle son iki yüzyılda yapılan bu tartışmalar halen devam etmektedir. Genellikle tasavvuf ehli ile bunlara karşı olanlar arasındaki bu tartışma birbirini ithama varacak düzeydedir. Biz bu makalemizde râbıta konusunu İslâm fıkhı açısından incelemeye gayret edeceğiz. Bunu yaparken öncelikle tasavvuf kaynaklarından istifade ile râbıtanın tarihî gelişimi, tanımı ve çeşitlerini anlatacağız. Ardından râbıtayı savunanlarla karşı çıkanların delillerini ortaya koyarak değerlendirecek, sonunda da râbıtanın çeşitlerine göre hükmünü ortaya koymaya çalışacağız.

Öz Ni'metullâhiyye tarikatı Şâh Ni'metullâh-ı Velî tarafından İran'da kurulmuştur. Timurlular dön... more Öz Ni'metullâhiyye tarikatı Şâh Ni'metullâh-ı Velî tarafından İran'da kurulmuştur. Timurlular döneminde İran'da yaşayan Şâh Ni'metullâh; devlet erkânı, halk ve çağdaşı âlimlerin teveccühüne mazhar olmuştur. Onun şöhreti Hindistan'a kadar yayılmış ve Behmenî hükümdarlarından Sultan Ahmed'in ondan ülkesine bir halife tayin etmesini istemesiyle tarikatı bu bölgede de yayılma fırsatı bulmuştur. İran'daki Ni'metullâhîler, Safevîler döneminde zamanla etkisini kaybetmiş ve tarikatın merkezi Hindistan'a kaymıştır. Kaçar Devleti'nin kurulduğu yıllarda bazı müntesipler, tarikatı tekrar İran'da yaymışlardır. Fakat zamanla tarikat içinde bazı sorunlar yaşanmış ve Ni'metullâhîyye çeşitli kollara ayrılmıştır. Her kolun takipçileri halka ulaşmak için farklı yollar denemiştir. Çoğu geleneğe bağlı kalırken Sâfî Ali Şâh tarafından kurulan Sâfî Ali Şâhiyye, çağdaş uygulamalardan istifade ederek faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu sayede Kaçar Hanedan'ından kişiler, bakanlar ve ünlü şahsiyetler değişik halk tabakasından insanlar ile tarikatta bir araya gelebilmişlerdir. Bu kolun araştırılması XIX. yüzyılda İslam dünyasının maruz kaldığı batı emperyalizmi, batılılaşma ve yoksulluğa karşı İran menşeli tasavvufî kurum ve temsilcilerinin tepkisini ortaya çıkarması bakımından önem arz etmektedir. Ayrıca bu asırda Osmanlı ve İran'da yoğun bir şekilde gündeme gelen meşrutiyet hakkında mutasavvıfların tutumları merak edilen bir husustur. Bu çalışmanın amacı Sâfî Ali Şâhiyye kolunun kurucusu Sâfî Ali Şâh ile vekili Zahirüddevle'nin hayatları ve faaliyetlerinden yola çıkarak İran'daki tasavvufî kurum ve şahsiyetlerin bahsedilen mevzulardaki tutumlarını ortaya koymaktır.

Muallim Nâci şair, muharrir ve muallim vasıflarıyla Tanzimat döneminin en bilinen ve üzerinde kon... more Muallim Nâci şair, muharrir ve muallim vasıflarıyla Tanzimat döneminin en bilinen ve üzerinde konuşulan isimlerinden biridir. Döneminin dil, edebiyat tarih alanında yaptığı tercüme, tenkit ve lugat çalışmalarının yanı sıra dînî ve tasavvufî sahada da çalışmaları bulunmaktadır. Nâcî Tanzimat sonrası yenileşme hareketleri karşısında Fransız Edebiyatından güçlü tercümeler ve serbest şiir formunda şiirler kaleme almakla birlikte elini gelenek altında temsîl edilen aruz formundan çekmemiş, aruzu sade bir Türkçeyle buluşturmuştur. Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Akif Ersoy, Tevfik Fikret Muallim Nâci'nin önde gelen temsilcilerindendir. Muallim Nâci'yi edebi ve siyasi çevrede tartışmalara ve çoğu kez ağır ithamlara bırakan bir diğer yönü ise onun siyasi yönden milli bir duyuş içinde ısrar etmesi ve ümmet bilincini şiir ve nesrinde seslendirmesidir. 1891 yılında kaleme almış olduğu "Ertuğrul Bey Manzûmesi" Sultan Abdülhamid Han tarafından kendisine "Târîh-nüvîs-i Selâtîn-i Osmân" pâyesini kazandırmıştır. Dînî ve millî şuuru yüksek bir âlim olarak Nâcî'nin eserlerinde sağlam bir tevhid inancı, samîmi bir peygamber ve ehl-i beyt sevgisi, İslâm medeniyetinin teşekkülünde rol oynamış şahsiyetlere derin bir hürmet vardır. Çağının batı rüzgarları karşısında pek çok çağdaşının aksine Nâcî'nin savrulmasını engelleyen temel unsurlara inildiğinde iman ve amel bütünlüğü olan bir aile içinde, tasavvuf ve irfan ehli kimselerin refakatinde bir yaşam sürdüğü görülür. Nitekim Nâcî'nin hayatında tesîr altında kaldığını belirttiği sahneler, tanıştığı mutasavvıflar, eserlerinde yer verdiği sûfîler ve işlediği konular düşünce ve duyuş dünyasında tasavvuftan büyük ölçüde beslendiğine şahitlik etmektedir. Çalışmanın konusu Türk edebîyatında ve fikrî sahada geleneğin temsilcisi olarak bulunan Muallim Nâci'nin hayâtı, meşrebi, mutasavvıf çevresi ve eserleri üzerinde gözüken tasavvufî dinamikleri keşfetmektir.

Bu makalenin amacı Cüneyd-i Bağdâdî'nin halifesi olan Ebû Muhammed el-Cerîrî'nin hayatını ve tasa... more Bu makalenin amacı Cüneyd-i Bağdâdî'nin halifesi olan Ebû Muhammed el-Cerîrî'nin hayatını ve tasavvufi görüşlerini ortaya koymaktır. Cüneyd-i Bağdâdî Bağdat'ta yaşamış bir sufidir. O, hem yaşadığı dönemde hem de kendinden sonra övgüyle bahsedilen sufiler arasındadır. Tasavvuf başta olmak üzere diğer dini alanlarda ilmi yetkinliği her kesim tarafından dile getirilmektedir. Onun bu özelliği dayısının kendisine tavsiyesiyle ortaya çıktığı söylenebilir. Cüneyd-i Bağdâdî sufîler arasında "seyyidü't-taife" lakabıyla anılmaktadır. Ebû Muhammed el-Cerîrî ise kaynaklarda onun halifesi diye belirtilmektedir. Cüneyd-i Bağdâdî'nin birçok halifesi vardır ancak rivayetlerde "Cerîrî onun yerine geçti, Cüneyd onu işaret etti" gibi hususlar zikredilmektedir. Dolayısıyla Cerîrî'nin halifeliği diğerlerine nazaran ön plandadır. Ebû Muhammed el-Cerîrî diğer sûfîler gibi bazı konulara dair açıklamalarda bulunmaktadır. Bunlar arasında tasavvufi düşüncedeki nefs, marifet, tevhid, iman, ihlas gibi konular vardır. Ancak zikredilen konulara getirdiği yorumlar bağlamları bulunmadığı için yer yer birer cümleyle dile getirilmişlerdir. Bu makalede önce Cerîrî'nin hayatına ve onun Cüneyd-i Bağdâdî ile ilişkisine sonra Cerîrî'nin tasavvufi görüşlerine değinilmiştir.
Uploads
Papers by Sufiyye Journal