Öz 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti ile İngiltere arasındaki ilişkiler, eşit düz... more Öz 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti ile İngiltere arasındaki ilişkiler, eşit düzeyde olmasa bile, karşılıklı bir ihtiyaca dönüşmüştür. Osmanlı Devleti'nin, başta Rusya olmak üzere, Avrupa devletlerinin emperyalist saldırıları karşısında yıkılma tehlikesiyle karşılaşması İngiltere'nin Doğu Akdeniz, Mısır, Hindistan ve Uzakdoğu pazarında manevra kabiliyetini sınırlandıracak güçlü bir rakip ile karşı karşıya bırakma riski doğurmuştu. Bu durum Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü koruma ve politik otoritesini yeniden kurma çabaları ile İngiltere'nin söz konusu pazarlarda serbest ticarete dayalı ekonomi modelini uygulamasına elverişli imkânlar sunuyordu. Her iki devletin amaçlarının paradoksal bir şekilde örtüşmesi, bu konudaki mevcut literatürün çok fazla dikkate aldığı bir durum değildir. Bu bağlamda çalışmada, 19. yüzyılda hız kazanan Osmanlı merkezileşmesi ile İngiltere'nin iktisadi yayılımının dayandığı serbest ticaret faaliyetleri arasındaki ilişki, Osmanlı Irak'ı özelinde karşılıklı yararlılığa dayalı olarak hem konu hakkındaki literatüre hem de Osmanlı arşiv belgelerine başvurularak analiz edilmektedir.
The famine, which is referred to as kaht u gala in Ottoman documents, manifests itself as the sca... more The famine, which is referred to as kaht u gala in Ottoman documents, manifests itself as the scarcity of grain and the resulting high cost, which is one of the basic food sources of the society, due to insufficient and uneven rainfall at the local level. The famine that occurs due to drought is not specific to a certain period. It has the ability to reproduce itself at certain intervals due to climate and weather conditions. The nature of the famine due to drought necessitates the existence of an effective and systematic power. Because the capacity of destruction associated with the repetitive nature of famine is inversely proportional to the level of positioning of power. Especially in regions where the state power infrastructure is weak, the negative effects of drought-related famines spread over a longer period of time and increase the capacity to be destructive. For this reason, famine is not only a natural disaster, but also related to the inadequacies of the state mechanism. With an administrative arrangement made in 1879, the province of Mosul, consisting of the sanjaks of Mosul, Shahrizor (Kerkuk) and Sulaymaniyah, which includes the northern regions of Iraq, has been one of the regions where famines are seen at certain intervals due to its location in the continental climate zone. However, this recurrent state of famine has seldom turned into severe starvation that leads to mass deaths. Because in the period from the middle of the 18 th century to the second half of the 19 th century, the shortage caused by the droughts that occurred during the local dynasty administrations, which had an effective administration in Iraq, were not allowed to turn into famine. In other words, as of this period, there were no famine narratives that left their mark on the social memory. It is seen that the narratives about the destructive effect of natural disasters correspond to the abolition and aftermath of dynastic administrations, that is, to the period of centralization. In this sense, the study focuses on the possibilities and capacities of local dynastic administrations, which undertook the administration of the Iraqi region from the middle of the 18 th century until 1831, when centralization policies began to be implemented, to prevent famines caused by drought and war, or to limit their negative effects. On the other hand, with the establishment of the central administration, the opportunity and capacity to combat the negativities caused by the famines that occurred in Iraq were explained with reference to the Mosul province famine of 1879-1880, and both periods were compared. The failure to establish a strong administrative system in the entire Iraqi region, including the Mosul province, during the implementation of the centralization policies paved the way for the droughts to turn into famine. This article argues that the drought that emerged in the Mosul province area in 1875 turned into a severe hunger from December 1879 to May 1880 due to the weak power infrastructure of the state mechanism. In this context, it emphasizes the internal and external causes that deepened the devastating effects of famine in Mosul province and caused it to turn into a disaster. The reasons in question are explained in the context of the changing export and import structure of the Mosul province, the conditions of the empire together with its internal dynamics, and the increasing influence of European-based international trade, especially England, in Iraq. This article concludes that the social segment that was most affected by the negativities caused by the 1879-1880 Mosul province famine and that paid a great price was the peasant farmers.
Keci veya koyun tulumlarinin sisirilmesi ve uzerlerine keresteden platformlarin eklenmesiyle yapi... more Keci veya koyun tulumlarinin sisirilmesi ve uzerlerine keresteden platformlarin eklenmesiyle yapilan kelek, Osmanli donemi boyunca Dicle Nehri’nin DiyarbakirMusul arasi kisminda hem nakliyat hem de ulasimda kullanilan yegâne vasita olmustur. Diyarbakir ve cevresinde uretilen mal ve esya, kelek vasitasiyla Irak pazarlarina, oradan da uluslararasi pazarlara tasinmistir. Şehir ticareti ve ulasimindaki etkin rolune dayali olarak, kelek imâl eden ve onu nehir yolunda kullanan kelekciler, sehrin iktisadi orgutlenmesinin onemli bilesenlerinden biri hâline gelmistir. Dicle’nin Musul’a kadar olan kisminin topografyasi ve sig debisinin kelek disinda baska bir vasitaya imkân tanimamasi kelekciligi, bu bolgeyle sinirli bir meslege donusturmustur. Boylece kelekcilik, Osmanli Devleti’nin esnaf birliklerinin belli ilkelere bagli olarak isleyen yapisina Diyarbakir bolgesine munhasir bir meslek olarak dâhil olmustur. Mesleki anlamda kelekciligin orgutsel yapisi ve bu yapidan kaynakli iliskiler agina...
OSMANLI DİYARBAKIR’INDA KELEĞiN YAPIMI VE KULLANIMI , 2018
Kelek, bir nehir taşıtı olarak kesilen keçilerin derilerinde hiçbir yırtılmaya meydan vermeden öz... more Kelek, bir nehir taşıtı olarak kesilen keçilerin derilerinde hiçbir yırtılmaya meydan vermeden özenle yüzülmesinden çıkarılan tulumların şişirilmesi ve birbirine bağlanmasından sonra üzerlerine çekilen direklerden oluşan bir saldır. İlk çağlardan Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilmesine kadar Diyarbakır-Musul-Bağdat merkezleri arasında ulaşım ve nakliyat aracı olarak kullanılmıştır. Diyarbakır ve çevresinde üretilen, imal edilen veya ticari yollarla getirilen mal ve eşya kara yoluna oranla ucuz, hızlı ve rahat olması nedeniyle şehir surlarının Yenikapı tarafında bulunan nehir sahilinde iskele olarak anılan yerde bağlı olan keleklere yüklenilerek Musul ve Bağdat’a taşınmıştır. Kelek vasıtasının nakliyecilik alanında avantaj sağlayan koşulları ulaşım alanında da bir tercih nedeni olmuş ve Irak’a gitmek isteyen resmi ve sivil yolcular, Diyarbakır iskelesine gelerek orada bulunan keleklere binmek suretiyle yola çıkmışlardır. Motorlu taşıtların kullanılmasından önce kelek vasıtasının ulaşım ve nakliyat alanında sağladığı imkânlar nedeniyle geniş bir meslek erbabının uğraştığı bir sektör olmuştur. Bu çalışma Osmanlı dönemi Diyarbakır’ı özelinde Dicle nehir yolunda nakliye ve ulaşım aracı olarak kullanılan keleğin imal edildiği materyal ile söz konusu materyalin tedariki, kelek imalinin aşamaları, keleğin nehir yolunda kullanımına yönelik takip edilen uygulamalar ele alınmaya çalışılmıştır.
Herhangi bir yerleşim yerinin kent kimliğini kazanmasında mahallelerin oluşumu önemli bir gösterg... more Herhangi bir yerleşim yerinin kent kimliğini kazanmasında mahallelerin oluşumu önemli bir gösterge teşkil etmektedir. Kent tanımlamasında idari ve sosyal işlevlere sahip mahallenin önemli bir gösterge olması mahalle ve ona ilişkin işlevleri, kent tarihi araştırmalarının önemli bir parçası olmasını zorunlu kılmaktadır. Birbirinden kopuk ve kendi içinde bir devingenliğe sahip çekirdek yerleşimlerinin kentin bir parçası haline gelmeleri mahalle birimlerinin oluşturulması yoluyla gerçekleştirilmektedir. Farklı işlevler dâhilinde kurulan çekirdek yerleşimlerin mahalle niteliğine dönüşüm süreçlerinin bilinmesi kent mekânının oluşması noktasındaki evrelerin anlaşılmasına olanak sağlamaktadır. Bu çalışmada Osmanlı Kerkük’ünün yapay bir tepe üzerinde kurulu yerleşiminden kent kimliğini kazanmasına uzanan aşamalarının anlaşılması amacına yönelik olarak Kerkük’te mahallelerin oluşumu ile kent mekânındaki dağılımları açıklanmaya çalışılacaktır.
İlk çağlardan bu yana, Gürcistan’dan Basra’ya kadar uzanan geniş bir hat, Anadolu ve İran bölgele... more İlk çağlardan bu yana, Gürcistan’dan Basra’ya kadar uzanan geniş bir hat, Anadolu ve İran bölgelerinde hâkimiyet kurmuş siyasî güçler arasında tartışmalı bir sınır bölgesi olmuştur. Şah İsmail’in 16. yüzyılın başında aşırı Şiilik fikriyle bezenmiş karizmatik liderliğinde Safeviler’in güçlü bir otorite olarak ortaya çıkması ve egemenlik alanını Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet bölgelerine doğru yaymaya başlaması, söz konusu sınır hattını bu sefer de uzun bir müddet Osmanlı-Safevi güç mücadelelerinin alanı haline getirmiştir. Sınır hattının oluşumu, iki siyasî otoriteden birinin diğerini askerî tedbir ve yöntemlerle bertaraf etmeye yönelik güç ve imkânının olmamasından ileri gelmekteydi. Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim arasındaki Çaldıran Savaşı, devletlerin birbirlerine karşı askerî güç kullanma kapasite ve imkânını ortaya çıkarmıştı. Bu savaşın ağır bir mağlubiyetle sonuçlanmasından gerekli dersleri çıkaran Safeviler, bütün güçlerini bir daha Osmanlı ordusunun karşısına çıkar(a)mamışlardır. Bunun yerine vur kaç taktiğine dayalı parçalı ancak sonuçları itibariyle rakibi üzerinde bıktırıcı ve yıpratıcı bir askerî mücadele yürütmüşlerdir. Safevileri bu tarz bir mücadeleye sevk eden unsur büyük aşiret yapılarının birleşiminden oluşan geleneksel ve parçalı Kürt yönetim birimlerinin bulunduğu Zagrosların uygun koşullar sağlamasıdır. Osmanlılar da bölgenin coğrafî özelliklerinin büyük ölçekte bir ordunun harekât ve manevra kabiliyetini sınırlayan yapısını gördüklerinden, mecbur kalmadıkça büyük askerî harekâta teşebbüs etmemişlerdir. Osmanlı ve İran siyasî otoritelerinin güç dengeleri arasında oluşan sınırın gerçekliğine rağmen İranlılar tarihî açıdan kendi egemenlik alanlarının sınırlarını Dicle’ye kadar dayandırmışlardır. Buna mukabil Osmanlıların sınıra ilişkin tasavvurları kendi egemenlik alanlarının Sünnî uzantısını teşkil etmiştir. Her iki siyasî otorite de sınırın uluslararası komisyonlar marifetiyle tayinine kadar, sınırda hâkimiyet alanlarını reel ölçütler üzerinden tayin etme eğilim ve arzusu içinde olmamıştır. Çünkü her iki taraf da güç dengelerinin kendi lehlerine döneceği ve sınır bölgesinin ekser kısmında egemen olacakları umudunu hep taşımıştır. Bu umut dâhilinde özellikle Safeviler başta olmak üzere İran’da otorite kurmuş bütün hanedanlar, kendilerini güçlü görmeye başladığı anda Osmanlı Devleti’nin idaresindeki alanlara müdahalede bulunmuştur. Buna mukabil Osmanlı Devleti de İran’da baş gösteren iç karışıklıkları fırsat bilerek bölgedeki egemenlik alanını genişletmeye çalışmıştır. Gerek Osmanlı Devleti’nin gerekse de İran’ın sınır boyundaki egemenlik sahalarının boyutu, merkezî güçlerinin niteliğine paralel olarak yerel güç unsurları ile kurdukları işbirliği ve ittifaka bağlı olmuştur . Sınır boyunda etki ve egemenlik alanının tayininde yerel ittifakların kilit rolünün farkında olan Osmanlı Devleti, Safeviler’in aşırı baskıcı uygulamalarına karşı yerel güç unsurlarıyla işbirliği ve uzlaşmaya dayalı bir strateji izlemiştir. Osmanlı-Safevi karşılaşmasında Dicle’ye kadar uzanan bölgenin doğrudan Safevi egemenliği altında bulunmasına rağmen Osmanlıların kısa bir süre zarfında oldukça geniş bir alan üzerinde egemenlik kurması hiç şüphesiz, başta Kürt emirlikleri olmak üzere, yerel güç unsurlarıyla kurmuş olduğu ittifaklarla gerçekleşmiştir . Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı sonrasında doğu sınırlarının Safevilere karşı tahkim edilmesi amacıyla kurduğu ittifak ve işbirliği kapsamında bölgede etkin bir güç unsuru olan emirlikler, hükümet statüsünde değerlendirilirken bazı küçük emirlikler ile aşiretler ise yurtluk ve ocaklık statüsünde Osmanlı idari sistemine dâhil edilmişlerdir. Bu sistem Kanuni Sultan Süleyman döneminde merkezîyetçi politikalar kapsamında kimi aşınmalara uğramıştır. Ancak Şah Abbas’ın sınır boyunda geniş salahiyetlere dayalı “âdem-i merkezîyetçi” uygulamaları ve bu uygulamalara Osmanlı tarafında bulunan bazı yerel unsurların teveccüh göstermesi üzerine esnek ve toleranslı idari yaklaşıma geri dönülmüştür. Her iki gücün bölgedeki karşılaşmasından kaynaklı rekabet, yerel güç unsurları olan emirlik ve büyük aşiret yapılanmalarının bölgenin kalıtsal yönetimleri olarak varlıklarını 19. yüzyılın ortalarına kadar devam ettirmelerine imkân tanımıştır. Bunlardan Cizre/Botan, Hakkâri, Soran ve Baban emirlikleriyle çeperlerinde bulunan yurtluk ve ocaklıklar, Osmanlı idari siteminin bileşeni iken, merkezî Sinne olan Erdalan Hanedanlığı da alt birimleri Sakız ve Bane ile birlikte İran’ın siyasî yörüngesinde yer almıştır . Osmanlı ve İran siyasî otoritelerinin temas alanlarında yerel güç unsurlarıyla ortak yönetime dayalı olarak ortaya çıkan yönetim biçimi karşılıklı bağımlılığa dayalıdır. Bu bağımlılık iki yolla işlerlik kazanmıştır. Merkezî devletin verdiği imtiyazlar, sınırdaki seçkinlerin gücünü pekiştirirken, yerel güçler de merkezî gücün sınır boyundaki etkisini artırmak için askerî ve siyasî destek sunmuşlardır. Bu esnek ve ortak çıkara dayalı ilişki biçimi, yararlı olmasına rağmen gerilim ve çatışmalardan uzak değildir. İki imparatorluğun sınır boyunda yerel güç unsurları üzerinden yürüttükleri nüfuz mücadelesi, periyodik olarak savaş ve çatışmalara yol açmıştır . Sınır bu yönüyle tanımlanamayan bir yapıya sahip olmuştur. Bu durum sınır bölgesinde çatışma, rekabet, taraf olma ve kısa dönemli olarak taraf değiştirmeye dayalı bir siyasî atmosfer oluşturmuştur . Sınırın sürekli değişkenlik arz eden yapısı içinde yerel Kürt yönetimleri, zamana meydan okuyan sabit bağlantılardan kaçınarak, konjonktürel ve pragmatist bir tavır geliştirmişlerdir. Bu tavrın oluşmasında sınır önemli avantajlar sunmuştur. Herhangi bir siyasî otoritenin yerel güç unsurlarının sınır bölgesindeki imtiyazlarını daraltmaya dönük bir girişimi veya söz konusu imtiyazlara sınır bölgesinde destek verecek gücü sağlayamaması durumunda yerel güçlerin sınırın jeopolitik konumuna dayanarak taraf değiştirmesi her zaman imkân dâhilindeydi . Jeopolitik konumun sağladığı taraf ve tabiiyet değiştirme fırsatlarını yerel güç unsurları 19. yüzyılın ortalarına kadar bir gel-git halinde devam ettirmiştir. Özellikle Osmanlı ve İran hâkimiyet bölgelerinin kesişme noktalarında bulunan emirlikler için taraf değiştirme, sıklıkla başvurulan bir tutum olmanın ötesinde jeopolitik bir tutku halini almıştır. Hatta söz konusu tutku üzerinden Kürt emirliklerinin tarih içinde bir özne olarak yer aldıklarını söylemek bile mümkündür. Sınırın sabit bağlantılar tesis etmeye imkân vermeyen yapısı karşısında Osmanlı ve İran siyasî otoriteleri yerel güç unsurlarının kesintisiz bir şekilde bağlılık ve sadakatini olabildiğince sağlama çabası içinde olmuşlardır. Bu bağlamda askerî, mezhebî/ideolojik, malî stratejiler geliştirmişlerdir. Bu stratejilerin problemsiz işlemesi için başvurulan uygulamalardan biri de rehine siyasetidir. Bu çalışmada Osmanlı-İran sınır boyundaki Kürt hanedanlarından rehine alınması uygulaması, Hemedan ve Erbil arasında geniş bir coğrafi alanı ihtiva eden Şehrizor bölgesinde bulunan Baban ve Erdalan emirlik idareleri örneği üzerinden farklı boyutlarıyla incelenmiştir.
Talabânilerin Kerkük ve çevresinde nüfuz kurma faaliyetleri, Molla Mahmud’un Kerkük aşiretlerinde... more Talabânilerin Kerkük ve çevresinde nüfuz kurma faaliyetleri, Molla Mahmud’un Kerkük aşiretlerinden Zengene aşiret bölgesinde medrese faaliyetleri yürütmesi ve aşiret içi sorunların çözüme kavuşturulması için hukuk hizmetleri vermesiyle başlar. Molla Mahmud, 1752 yılında Kadiri tarikatına intisap etmiş ve Şeyh Mahmud unvanıyla bölgenin ilmi ve mistik otoritelerinden biri haline gelmiştir. Şeyh Mahmud’un vefat etmesiyle beraber onun yerine Şeyh Ahmed geçmiştir. Şeyh Ahmed, Kerkük çevresindeki aşiret alanlarına aşiret soylularıyla yaptığı evlilikler yoluyla tarikat nüfuzunu artırmıştır. Şeyh Ahmed’in 1841 yılında vefatıyla da irşat makamına Talabanilerin altın halkasını teşkil eden Şeyh Abdurrahman geçmiştir. Şeyh Abdurrahman’ın irşat makamına geçmesiyle beraber ailenin nüfuzu, Kerkük ve çevresinde bulunan bütün toplulukları kuşatmış ve koruyucu bir niteliğe dönüşmüştür. Bu çalışmanın konusu, Şeyh Abdurrahman Talabâni’nin irşat makamına geçtiği 1842 yılından ölümü olan 1858 yılına kadar Kerkük ve çevresinde tesis etmiş olduğu kuşatıcı ve koruyucu liderliği etrafında şekillenen toplumsal nüfuzu teşkil etmektedir. Bu kapsamda Şeyh Abdurrahman’ın göçebe, yarı göçebe ve yerleşik aşiretler, herhangi bir aşiret bağı olmayan ve miskin olarak adlandırılan topluluklar ile şehir nüfusunun bütün kesimleriyle ilişki boyutları üzerinde durulacaktır.
Öz 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti ile İngiltere arasındaki ilişkiler, eşit düz... more Öz 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti ile İngiltere arasındaki ilişkiler, eşit düzeyde olmasa bile, karşılıklı bir ihtiyaca dönüşmüştür. Osmanlı Devleti'nin, başta Rusya olmak üzere, Avrupa devletlerinin emperyalist saldırıları karşısında yıkılma tehlikesiyle karşılaşması İngiltere'nin Doğu Akdeniz, Mısır, Hindistan ve Uzakdoğu pazarında manevra kabiliyetini sınırlandıracak güçlü bir rakip ile karşı karşıya bırakma riski doğurmuştu. Bu durum Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü koruma ve politik otoritesini yeniden kurma çabaları ile İngiltere'nin söz konusu pazarlarda serbest ticarete dayalı ekonomi modelini uygulamasına elverişli imkânlar sunuyordu. Her iki devletin amaçlarının paradoksal bir şekilde örtüşmesi, bu konudaki mevcut literatürün çok fazla dikkate aldığı bir durum değildir. Bu bağlamda çalışmada, 19. yüzyılda hız kazanan Osmanlı merkezileşmesi ile İngiltere'nin iktisadi yayılımının dayandığı serbest ticaret faaliyetleri arasındaki ilişki, Osmanlı Irak'ı özelinde karşılıklı yararlılığa dayalı olarak hem konu hakkındaki literatüre hem de Osmanlı arşiv belgelerine başvurularak analiz edilmektedir.
The famine, which is referred to as kaht u gala in Ottoman documents, manifests itself as the sca... more The famine, which is referred to as kaht u gala in Ottoman documents, manifests itself as the scarcity of grain and the resulting high cost, which is one of the basic food sources of the society, due to insufficient and uneven rainfall at the local level. The famine that occurs due to drought is not specific to a certain period. It has the ability to reproduce itself at certain intervals due to climate and weather conditions. The nature of the famine due to drought necessitates the existence of an effective and systematic power. Because the capacity of destruction associated with the repetitive nature of famine is inversely proportional to the level of positioning of power. Especially in regions where the state power infrastructure is weak, the negative effects of drought-related famines spread over a longer period of time and increase the capacity to be destructive. For this reason, famine is not only a natural disaster, but also related to the inadequacies of the state mechanism. With an administrative arrangement made in 1879, the province of Mosul, consisting of the sanjaks of Mosul, Shahrizor (Kerkuk) and Sulaymaniyah, which includes the northern regions of Iraq, has been one of the regions where famines are seen at certain intervals due to its location in the continental climate zone. However, this recurrent state of famine has seldom turned into severe starvation that leads to mass deaths. Because in the period from the middle of the 18 th century to the second half of the 19 th century, the shortage caused by the droughts that occurred during the local dynasty administrations, which had an effective administration in Iraq, were not allowed to turn into famine. In other words, as of this period, there were no famine narratives that left their mark on the social memory. It is seen that the narratives about the destructive effect of natural disasters correspond to the abolition and aftermath of dynastic administrations, that is, to the period of centralization. In this sense, the study focuses on the possibilities and capacities of local dynastic administrations, which undertook the administration of the Iraqi region from the middle of the 18 th century until 1831, when centralization policies began to be implemented, to prevent famines caused by drought and war, or to limit their negative effects. On the other hand, with the establishment of the central administration, the opportunity and capacity to combat the negativities caused by the famines that occurred in Iraq were explained with reference to the Mosul province famine of 1879-1880, and both periods were compared. The failure to establish a strong administrative system in the entire Iraqi region, including the Mosul province, during the implementation of the centralization policies paved the way for the droughts to turn into famine. This article argues that the drought that emerged in the Mosul province area in 1875 turned into a severe hunger from December 1879 to May 1880 due to the weak power infrastructure of the state mechanism. In this context, it emphasizes the internal and external causes that deepened the devastating effects of famine in Mosul province and caused it to turn into a disaster. The reasons in question are explained in the context of the changing export and import structure of the Mosul province, the conditions of the empire together with its internal dynamics, and the increasing influence of European-based international trade, especially England, in Iraq. This article concludes that the social segment that was most affected by the negativities caused by the 1879-1880 Mosul province famine and that paid a great price was the peasant farmers.
Keci veya koyun tulumlarinin sisirilmesi ve uzerlerine keresteden platformlarin eklenmesiyle yapi... more Keci veya koyun tulumlarinin sisirilmesi ve uzerlerine keresteden platformlarin eklenmesiyle yapilan kelek, Osmanli donemi boyunca Dicle Nehri’nin DiyarbakirMusul arasi kisminda hem nakliyat hem de ulasimda kullanilan yegâne vasita olmustur. Diyarbakir ve cevresinde uretilen mal ve esya, kelek vasitasiyla Irak pazarlarina, oradan da uluslararasi pazarlara tasinmistir. Şehir ticareti ve ulasimindaki etkin rolune dayali olarak, kelek imâl eden ve onu nehir yolunda kullanan kelekciler, sehrin iktisadi orgutlenmesinin onemli bilesenlerinden biri hâline gelmistir. Dicle’nin Musul’a kadar olan kisminin topografyasi ve sig debisinin kelek disinda baska bir vasitaya imkân tanimamasi kelekciligi, bu bolgeyle sinirli bir meslege donusturmustur. Boylece kelekcilik, Osmanli Devleti’nin esnaf birliklerinin belli ilkelere bagli olarak isleyen yapisina Diyarbakir bolgesine munhasir bir meslek olarak dâhil olmustur. Mesleki anlamda kelekciligin orgutsel yapisi ve bu yapidan kaynakli iliskiler agina...
OSMANLI DİYARBAKIR’INDA KELEĞiN YAPIMI VE KULLANIMI , 2018
Kelek, bir nehir taşıtı olarak kesilen keçilerin derilerinde hiçbir yırtılmaya meydan vermeden öz... more Kelek, bir nehir taşıtı olarak kesilen keçilerin derilerinde hiçbir yırtılmaya meydan vermeden özenle yüzülmesinden çıkarılan tulumların şişirilmesi ve birbirine bağlanmasından sonra üzerlerine çekilen direklerden oluşan bir saldır. İlk çağlardan Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilmesine kadar Diyarbakır-Musul-Bağdat merkezleri arasında ulaşım ve nakliyat aracı olarak kullanılmıştır. Diyarbakır ve çevresinde üretilen, imal edilen veya ticari yollarla getirilen mal ve eşya kara yoluna oranla ucuz, hızlı ve rahat olması nedeniyle şehir surlarının Yenikapı tarafında bulunan nehir sahilinde iskele olarak anılan yerde bağlı olan keleklere yüklenilerek Musul ve Bağdat’a taşınmıştır. Kelek vasıtasının nakliyecilik alanında avantaj sağlayan koşulları ulaşım alanında da bir tercih nedeni olmuş ve Irak’a gitmek isteyen resmi ve sivil yolcular, Diyarbakır iskelesine gelerek orada bulunan keleklere binmek suretiyle yola çıkmışlardır. Motorlu taşıtların kullanılmasından önce kelek vasıtasının ulaşım ve nakliyat alanında sağladığı imkânlar nedeniyle geniş bir meslek erbabının uğraştığı bir sektör olmuştur. Bu çalışma Osmanlı dönemi Diyarbakır’ı özelinde Dicle nehir yolunda nakliye ve ulaşım aracı olarak kullanılan keleğin imal edildiği materyal ile söz konusu materyalin tedariki, kelek imalinin aşamaları, keleğin nehir yolunda kullanımına yönelik takip edilen uygulamalar ele alınmaya çalışılmıştır.
Herhangi bir yerleşim yerinin kent kimliğini kazanmasında mahallelerin oluşumu önemli bir gösterg... more Herhangi bir yerleşim yerinin kent kimliğini kazanmasında mahallelerin oluşumu önemli bir gösterge teşkil etmektedir. Kent tanımlamasında idari ve sosyal işlevlere sahip mahallenin önemli bir gösterge olması mahalle ve ona ilişkin işlevleri, kent tarihi araştırmalarının önemli bir parçası olmasını zorunlu kılmaktadır. Birbirinden kopuk ve kendi içinde bir devingenliğe sahip çekirdek yerleşimlerinin kentin bir parçası haline gelmeleri mahalle birimlerinin oluşturulması yoluyla gerçekleştirilmektedir. Farklı işlevler dâhilinde kurulan çekirdek yerleşimlerin mahalle niteliğine dönüşüm süreçlerinin bilinmesi kent mekânının oluşması noktasındaki evrelerin anlaşılmasına olanak sağlamaktadır. Bu çalışmada Osmanlı Kerkük’ünün yapay bir tepe üzerinde kurulu yerleşiminden kent kimliğini kazanmasına uzanan aşamalarının anlaşılması amacına yönelik olarak Kerkük’te mahallelerin oluşumu ile kent mekânındaki dağılımları açıklanmaya çalışılacaktır.
İlk çağlardan bu yana, Gürcistan’dan Basra’ya kadar uzanan geniş bir hat, Anadolu ve İran bölgele... more İlk çağlardan bu yana, Gürcistan’dan Basra’ya kadar uzanan geniş bir hat, Anadolu ve İran bölgelerinde hâkimiyet kurmuş siyasî güçler arasında tartışmalı bir sınır bölgesi olmuştur. Şah İsmail’in 16. yüzyılın başında aşırı Şiilik fikriyle bezenmiş karizmatik liderliğinde Safeviler’in güçlü bir otorite olarak ortaya çıkması ve egemenlik alanını Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet bölgelerine doğru yaymaya başlaması, söz konusu sınır hattını bu sefer de uzun bir müddet Osmanlı-Safevi güç mücadelelerinin alanı haline getirmiştir. Sınır hattının oluşumu, iki siyasî otoriteden birinin diğerini askerî tedbir ve yöntemlerle bertaraf etmeye yönelik güç ve imkânının olmamasından ileri gelmekteydi. Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim arasındaki Çaldıran Savaşı, devletlerin birbirlerine karşı askerî güç kullanma kapasite ve imkânını ortaya çıkarmıştı. Bu savaşın ağır bir mağlubiyetle sonuçlanmasından gerekli dersleri çıkaran Safeviler, bütün güçlerini bir daha Osmanlı ordusunun karşısına çıkar(a)mamışlardır. Bunun yerine vur kaç taktiğine dayalı parçalı ancak sonuçları itibariyle rakibi üzerinde bıktırıcı ve yıpratıcı bir askerî mücadele yürütmüşlerdir. Safevileri bu tarz bir mücadeleye sevk eden unsur büyük aşiret yapılarının birleşiminden oluşan geleneksel ve parçalı Kürt yönetim birimlerinin bulunduğu Zagrosların uygun koşullar sağlamasıdır. Osmanlılar da bölgenin coğrafî özelliklerinin büyük ölçekte bir ordunun harekât ve manevra kabiliyetini sınırlayan yapısını gördüklerinden, mecbur kalmadıkça büyük askerî harekâta teşebbüs etmemişlerdir. Osmanlı ve İran siyasî otoritelerinin güç dengeleri arasında oluşan sınırın gerçekliğine rağmen İranlılar tarihî açıdan kendi egemenlik alanlarının sınırlarını Dicle’ye kadar dayandırmışlardır. Buna mukabil Osmanlıların sınıra ilişkin tasavvurları kendi egemenlik alanlarının Sünnî uzantısını teşkil etmiştir. Her iki siyasî otorite de sınırın uluslararası komisyonlar marifetiyle tayinine kadar, sınırda hâkimiyet alanlarını reel ölçütler üzerinden tayin etme eğilim ve arzusu içinde olmamıştır. Çünkü her iki taraf da güç dengelerinin kendi lehlerine döneceği ve sınır bölgesinin ekser kısmında egemen olacakları umudunu hep taşımıştır. Bu umut dâhilinde özellikle Safeviler başta olmak üzere İran’da otorite kurmuş bütün hanedanlar, kendilerini güçlü görmeye başladığı anda Osmanlı Devleti’nin idaresindeki alanlara müdahalede bulunmuştur. Buna mukabil Osmanlı Devleti de İran’da baş gösteren iç karışıklıkları fırsat bilerek bölgedeki egemenlik alanını genişletmeye çalışmıştır. Gerek Osmanlı Devleti’nin gerekse de İran’ın sınır boyundaki egemenlik sahalarının boyutu, merkezî güçlerinin niteliğine paralel olarak yerel güç unsurları ile kurdukları işbirliği ve ittifaka bağlı olmuştur . Sınır boyunda etki ve egemenlik alanının tayininde yerel ittifakların kilit rolünün farkında olan Osmanlı Devleti, Safeviler’in aşırı baskıcı uygulamalarına karşı yerel güç unsurlarıyla işbirliği ve uzlaşmaya dayalı bir strateji izlemiştir. Osmanlı-Safevi karşılaşmasında Dicle’ye kadar uzanan bölgenin doğrudan Safevi egemenliği altında bulunmasına rağmen Osmanlıların kısa bir süre zarfında oldukça geniş bir alan üzerinde egemenlik kurması hiç şüphesiz, başta Kürt emirlikleri olmak üzere, yerel güç unsurlarıyla kurmuş olduğu ittifaklarla gerçekleşmiştir . Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı sonrasında doğu sınırlarının Safevilere karşı tahkim edilmesi amacıyla kurduğu ittifak ve işbirliği kapsamında bölgede etkin bir güç unsuru olan emirlikler, hükümet statüsünde değerlendirilirken bazı küçük emirlikler ile aşiretler ise yurtluk ve ocaklık statüsünde Osmanlı idari sistemine dâhil edilmişlerdir. Bu sistem Kanuni Sultan Süleyman döneminde merkezîyetçi politikalar kapsamında kimi aşınmalara uğramıştır. Ancak Şah Abbas’ın sınır boyunda geniş salahiyetlere dayalı “âdem-i merkezîyetçi” uygulamaları ve bu uygulamalara Osmanlı tarafında bulunan bazı yerel unsurların teveccüh göstermesi üzerine esnek ve toleranslı idari yaklaşıma geri dönülmüştür. Her iki gücün bölgedeki karşılaşmasından kaynaklı rekabet, yerel güç unsurları olan emirlik ve büyük aşiret yapılanmalarının bölgenin kalıtsal yönetimleri olarak varlıklarını 19. yüzyılın ortalarına kadar devam ettirmelerine imkân tanımıştır. Bunlardan Cizre/Botan, Hakkâri, Soran ve Baban emirlikleriyle çeperlerinde bulunan yurtluk ve ocaklıklar, Osmanlı idari siteminin bileşeni iken, merkezî Sinne olan Erdalan Hanedanlığı da alt birimleri Sakız ve Bane ile birlikte İran’ın siyasî yörüngesinde yer almıştır . Osmanlı ve İran siyasî otoritelerinin temas alanlarında yerel güç unsurlarıyla ortak yönetime dayalı olarak ortaya çıkan yönetim biçimi karşılıklı bağımlılığa dayalıdır. Bu bağımlılık iki yolla işlerlik kazanmıştır. Merkezî devletin verdiği imtiyazlar, sınırdaki seçkinlerin gücünü pekiştirirken, yerel güçler de merkezî gücün sınır boyundaki etkisini artırmak için askerî ve siyasî destek sunmuşlardır. Bu esnek ve ortak çıkara dayalı ilişki biçimi, yararlı olmasına rağmen gerilim ve çatışmalardan uzak değildir. İki imparatorluğun sınır boyunda yerel güç unsurları üzerinden yürüttükleri nüfuz mücadelesi, periyodik olarak savaş ve çatışmalara yol açmıştır . Sınır bu yönüyle tanımlanamayan bir yapıya sahip olmuştur. Bu durum sınır bölgesinde çatışma, rekabet, taraf olma ve kısa dönemli olarak taraf değiştirmeye dayalı bir siyasî atmosfer oluşturmuştur . Sınırın sürekli değişkenlik arz eden yapısı içinde yerel Kürt yönetimleri, zamana meydan okuyan sabit bağlantılardan kaçınarak, konjonktürel ve pragmatist bir tavır geliştirmişlerdir. Bu tavrın oluşmasında sınır önemli avantajlar sunmuştur. Herhangi bir siyasî otoritenin yerel güç unsurlarının sınır bölgesindeki imtiyazlarını daraltmaya dönük bir girişimi veya söz konusu imtiyazlara sınır bölgesinde destek verecek gücü sağlayamaması durumunda yerel güçlerin sınırın jeopolitik konumuna dayanarak taraf değiştirmesi her zaman imkân dâhilindeydi . Jeopolitik konumun sağladığı taraf ve tabiiyet değiştirme fırsatlarını yerel güç unsurları 19. yüzyılın ortalarına kadar bir gel-git halinde devam ettirmiştir. Özellikle Osmanlı ve İran hâkimiyet bölgelerinin kesişme noktalarında bulunan emirlikler için taraf değiştirme, sıklıkla başvurulan bir tutum olmanın ötesinde jeopolitik bir tutku halini almıştır. Hatta söz konusu tutku üzerinden Kürt emirliklerinin tarih içinde bir özne olarak yer aldıklarını söylemek bile mümkündür. Sınırın sabit bağlantılar tesis etmeye imkân vermeyen yapısı karşısında Osmanlı ve İran siyasî otoriteleri yerel güç unsurlarının kesintisiz bir şekilde bağlılık ve sadakatini olabildiğince sağlama çabası içinde olmuşlardır. Bu bağlamda askerî, mezhebî/ideolojik, malî stratejiler geliştirmişlerdir. Bu stratejilerin problemsiz işlemesi için başvurulan uygulamalardan biri de rehine siyasetidir. Bu çalışmada Osmanlı-İran sınır boyundaki Kürt hanedanlarından rehine alınması uygulaması, Hemedan ve Erbil arasında geniş bir coğrafi alanı ihtiva eden Şehrizor bölgesinde bulunan Baban ve Erdalan emirlik idareleri örneği üzerinden farklı boyutlarıyla incelenmiştir.
Talabânilerin Kerkük ve çevresinde nüfuz kurma faaliyetleri, Molla Mahmud’un Kerkük aşiretlerinde... more Talabânilerin Kerkük ve çevresinde nüfuz kurma faaliyetleri, Molla Mahmud’un Kerkük aşiretlerinden Zengene aşiret bölgesinde medrese faaliyetleri yürütmesi ve aşiret içi sorunların çözüme kavuşturulması için hukuk hizmetleri vermesiyle başlar. Molla Mahmud, 1752 yılında Kadiri tarikatına intisap etmiş ve Şeyh Mahmud unvanıyla bölgenin ilmi ve mistik otoritelerinden biri haline gelmiştir. Şeyh Mahmud’un vefat etmesiyle beraber onun yerine Şeyh Ahmed geçmiştir. Şeyh Ahmed, Kerkük çevresindeki aşiret alanlarına aşiret soylularıyla yaptığı evlilikler yoluyla tarikat nüfuzunu artırmıştır. Şeyh Ahmed’in 1841 yılında vefatıyla da irşat makamına Talabanilerin altın halkasını teşkil eden Şeyh Abdurrahman geçmiştir. Şeyh Abdurrahman’ın irşat makamına geçmesiyle beraber ailenin nüfuzu, Kerkük ve çevresinde bulunan bütün toplulukları kuşatmış ve koruyucu bir niteliğe dönüşmüştür. Bu çalışmanın konusu, Şeyh Abdurrahman Talabâni’nin irşat makamına geçtiği 1842 yılından ölümü olan 1858 yılına kadar Kerkük ve çevresinde tesis etmiş olduğu kuşatıcı ve koruyucu liderliği etrafında şekillenen toplumsal nüfuzu teşkil etmektedir. Bu kapsamda Şeyh Abdurrahman’ın göçebe, yarı göçebe ve yerleşik aşiretler, herhangi bir aşiret bağı olmayan ve miskin olarak adlandırılan topluluklar ile şehir nüfusunun bütün kesimleriyle ilişki boyutları üzerinde durulacaktır.
Uploads
Papers by FASİH DİNÇ
Osmanlı ve İran siyasî otoritelerinin güç dengeleri arasında oluşan sınırın gerçekliğine rağmen İranlılar tarihî açıdan kendi egemenlik alanlarının sınırlarını Dicle’ye kadar dayandırmışlardır. Buna mukabil Osmanlıların sınıra ilişkin tasavvurları kendi egemenlik alanlarının Sünnî uzantısını teşkil etmiştir. Her iki siyasî otorite de sınırın uluslararası komisyonlar marifetiyle tayinine kadar, sınırda hâkimiyet alanlarını reel ölçütler üzerinden tayin etme eğilim ve arzusu içinde olmamıştır. Çünkü her iki taraf da güç dengelerinin kendi lehlerine döneceği ve sınır bölgesinin ekser kısmında egemen olacakları umudunu hep taşımıştır. Bu umut dâhilinde özellikle Safeviler başta olmak üzere İran’da otorite kurmuş bütün hanedanlar, kendilerini güçlü görmeye başladığı anda Osmanlı Devleti’nin idaresindeki alanlara müdahalede bulunmuştur. Buna mukabil Osmanlı Devleti de İran’da baş gösteren iç karışıklıkları fırsat bilerek bölgedeki egemenlik alanını genişletmeye çalışmıştır. Gerek Osmanlı Devleti’nin gerekse de İran’ın sınır boyundaki egemenlik sahalarının boyutu, merkezî güçlerinin niteliğine paralel olarak yerel güç unsurları ile kurdukları işbirliği ve ittifaka bağlı olmuştur .
Sınır boyunda etki ve egemenlik alanının tayininde yerel ittifakların kilit rolünün farkında olan Osmanlı Devleti, Safeviler’in aşırı baskıcı uygulamalarına karşı yerel güç unsurlarıyla işbirliği ve uzlaşmaya dayalı bir strateji izlemiştir. Osmanlı-Safevi karşılaşmasında Dicle’ye kadar uzanan bölgenin doğrudan Safevi egemenliği altında bulunmasına rağmen Osmanlıların kısa bir süre zarfında oldukça geniş bir alan üzerinde egemenlik kurması hiç şüphesiz, başta Kürt emirlikleri olmak üzere, yerel güç unsurlarıyla kurmuş olduğu ittifaklarla gerçekleşmiştir . Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı sonrasında doğu sınırlarının Safevilere karşı tahkim edilmesi amacıyla kurduğu ittifak ve işbirliği kapsamında bölgede etkin bir güç unsuru olan emirlikler, hükümet statüsünde değerlendirilirken bazı küçük emirlikler ile aşiretler ise yurtluk ve ocaklık statüsünde Osmanlı idari sistemine dâhil edilmişlerdir. Bu sistem Kanuni Sultan Süleyman döneminde merkezîyetçi politikalar kapsamında kimi aşınmalara uğramıştır. Ancak Şah Abbas’ın sınır boyunda geniş salahiyetlere dayalı “âdem-i merkezîyetçi” uygulamaları ve bu uygulamalara Osmanlı tarafında bulunan bazı yerel unsurların teveccüh göstermesi üzerine esnek ve toleranslı idari yaklaşıma geri dönülmüştür. Her iki gücün bölgedeki karşılaşmasından kaynaklı rekabet, yerel güç unsurları olan emirlik ve büyük aşiret yapılanmalarının bölgenin kalıtsal yönetimleri olarak varlıklarını 19. yüzyılın ortalarına kadar devam ettirmelerine imkân tanımıştır. Bunlardan Cizre/Botan, Hakkâri, Soran ve Baban emirlikleriyle çeperlerinde bulunan yurtluk ve ocaklıklar, Osmanlı idari siteminin bileşeni iken, merkezî Sinne olan Erdalan Hanedanlığı da alt birimleri Sakız ve Bane ile birlikte İran’ın siyasî yörüngesinde yer almıştır .
Osmanlı ve İran siyasî otoritelerinin temas alanlarında yerel güç unsurlarıyla ortak yönetime dayalı olarak ortaya çıkan yönetim biçimi karşılıklı bağımlılığa dayalıdır. Bu bağımlılık iki yolla işlerlik kazanmıştır. Merkezî devletin verdiği imtiyazlar, sınırdaki seçkinlerin gücünü pekiştirirken, yerel güçler de merkezî gücün sınır boyundaki etkisini artırmak için askerî ve siyasî destek sunmuşlardır. Bu esnek ve ortak çıkara dayalı ilişki biçimi, yararlı olmasına rağmen gerilim ve çatışmalardan uzak değildir. İki imparatorluğun sınır boyunda yerel güç unsurları üzerinden yürüttükleri nüfuz mücadelesi, periyodik olarak savaş ve çatışmalara yol açmıştır . Sınır bu yönüyle tanımlanamayan bir yapıya sahip olmuştur. Bu durum sınır bölgesinde çatışma, rekabet, taraf olma ve kısa dönemli olarak taraf değiştirmeye dayalı bir siyasî atmosfer oluşturmuştur . Sınırın sürekli değişkenlik arz eden yapısı içinde yerel Kürt yönetimleri, zamana meydan okuyan sabit bağlantılardan kaçınarak, konjonktürel ve pragmatist bir tavır geliştirmişlerdir. Bu tavrın oluşmasında sınır önemli avantajlar sunmuştur. Herhangi bir siyasî otoritenin yerel güç unsurlarının sınır bölgesindeki imtiyazlarını daraltmaya dönük bir girişimi veya söz konusu imtiyazlara sınır bölgesinde destek verecek gücü sağlayamaması durumunda yerel güçlerin sınırın jeopolitik konumuna dayanarak taraf değiştirmesi her zaman imkân dâhilindeydi . Jeopolitik konumun sağladığı taraf ve tabiiyet değiştirme fırsatlarını yerel güç unsurları 19. yüzyılın ortalarına kadar bir gel-git halinde devam ettirmiştir. Özellikle Osmanlı ve İran hâkimiyet bölgelerinin kesişme noktalarında bulunan emirlikler için taraf değiştirme, sıklıkla başvurulan bir tutum olmanın ötesinde jeopolitik bir tutku halini almıştır. Hatta söz konusu tutku üzerinden Kürt emirliklerinin tarih içinde bir özne olarak yer aldıklarını söylemek bile mümkündür.
Sınırın sabit bağlantılar tesis etmeye imkân vermeyen yapısı karşısında Osmanlı ve İran siyasî otoriteleri yerel güç unsurlarının kesintisiz bir şekilde bağlılık ve sadakatini olabildiğince sağlama çabası içinde olmuşlardır. Bu bağlamda askerî, mezhebî/ideolojik, malî stratejiler geliştirmişlerdir. Bu stratejilerin problemsiz işlemesi için başvurulan uygulamalardan biri de rehine siyasetidir. Bu çalışmada Osmanlı-İran sınır boyundaki Kürt hanedanlarından rehine alınması uygulaması, Hemedan ve Erbil arasında geniş bir coğrafi alanı ihtiva eden Şehrizor bölgesinde bulunan Baban ve Erdalan emirlik idareleri örneği üzerinden farklı boyutlarıyla incelenmiştir.
Talks by FASİH DİNÇ
Bu çalışmanın konusu, Şeyh Abdurrahman Talabâni’nin irşat makamına geçtiği 1842 yılından ölümü olan 1858 yılına kadar Kerkük ve çevresinde tesis etmiş olduğu kuşatıcı ve koruyucu liderliği etrafında şekillenen toplumsal nüfuzu teşkil etmektedir. Bu kapsamda Şeyh Abdurrahman’ın göçebe, yarı göçebe ve yerleşik aşiretler, herhangi bir aşiret bağı olmayan ve miskin olarak adlandırılan topluluklar ile şehir nüfusunun bütün kesimleriyle ilişki boyutları üzerinde durulacaktır.
Books by FASİH DİNÇ
Osmanlı ve İran siyasî otoritelerinin güç dengeleri arasında oluşan sınırın gerçekliğine rağmen İranlılar tarihî açıdan kendi egemenlik alanlarının sınırlarını Dicle’ye kadar dayandırmışlardır. Buna mukabil Osmanlıların sınıra ilişkin tasavvurları kendi egemenlik alanlarının Sünnî uzantısını teşkil etmiştir. Her iki siyasî otorite de sınırın uluslararası komisyonlar marifetiyle tayinine kadar, sınırda hâkimiyet alanlarını reel ölçütler üzerinden tayin etme eğilim ve arzusu içinde olmamıştır. Çünkü her iki taraf da güç dengelerinin kendi lehlerine döneceği ve sınır bölgesinin ekser kısmında egemen olacakları umudunu hep taşımıştır. Bu umut dâhilinde özellikle Safeviler başta olmak üzere İran’da otorite kurmuş bütün hanedanlar, kendilerini güçlü görmeye başladığı anda Osmanlı Devleti’nin idaresindeki alanlara müdahalede bulunmuştur. Buna mukabil Osmanlı Devleti de İran’da baş gösteren iç karışıklıkları fırsat bilerek bölgedeki egemenlik alanını genişletmeye çalışmıştır. Gerek Osmanlı Devleti’nin gerekse de İran’ın sınır boyundaki egemenlik sahalarının boyutu, merkezî güçlerinin niteliğine paralel olarak yerel güç unsurları ile kurdukları işbirliği ve ittifaka bağlı olmuştur .
Sınır boyunda etki ve egemenlik alanının tayininde yerel ittifakların kilit rolünün farkında olan Osmanlı Devleti, Safeviler’in aşırı baskıcı uygulamalarına karşı yerel güç unsurlarıyla işbirliği ve uzlaşmaya dayalı bir strateji izlemiştir. Osmanlı-Safevi karşılaşmasında Dicle’ye kadar uzanan bölgenin doğrudan Safevi egemenliği altında bulunmasına rağmen Osmanlıların kısa bir süre zarfında oldukça geniş bir alan üzerinde egemenlik kurması hiç şüphesiz, başta Kürt emirlikleri olmak üzere, yerel güç unsurlarıyla kurmuş olduğu ittifaklarla gerçekleşmiştir . Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı sonrasında doğu sınırlarının Safevilere karşı tahkim edilmesi amacıyla kurduğu ittifak ve işbirliği kapsamında bölgede etkin bir güç unsuru olan emirlikler, hükümet statüsünde değerlendirilirken bazı küçük emirlikler ile aşiretler ise yurtluk ve ocaklık statüsünde Osmanlı idari sistemine dâhil edilmişlerdir. Bu sistem Kanuni Sultan Süleyman döneminde merkezîyetçi politikalar kapsamında kimi aşınmalara uğramıştır. Ancak Şah Abbas’ın sınır boyunda geniş salahiyetlere dayalı “âdem-i merkezîyetçi” uygulamaları ve bu uygulamalara Osmanlı tarafında bulunan bazı yerel unsurların teveccüh göstermesi üzerine esnek ve toleranslı idari yaklaşıma geri dönülmüştür. Her iki gücün bölgedeki karşılaşmasından kaynaklı rekabet, yerel güç unsurları olan emirlik ve büyük aşiret yapılanmalarının bölgenin kalıtsal yönetimleri olarak varlıklarını 19. yüzyılın ortalarına kadar devam ettirmelerine imkân tanımıştır. Bunlardan Cizre/Botan, Hakkâri, Soran ve Baban emirlikleriyle çeperlerinde bulunan yurtluk ve ocaklıklar, Osmanlı idari siteminin bileşeni iken, merkezî Sinne olan Erdalan Hanedanlığı da alt birimleri Sakız ve Bane ile birlikte İran’ın siyasî yörüngesinde yer almıştır .
Osmanlı ve İran siyasî otoritelerinin temas alanlarında yerel güç unsurlarıyla ortak yönetime dayalı olarak ortaya çıkan yönetim biçimi karşılıklı bağımlılığa dayalıdır. Bu bağımlılık iki yolla işlerlik kazanmıştır. Merkezî devletin verdiği imtiyazlar, sınırdaki seçkinlerin gücünü pekiştirirken, yerel güçler de merkezî gücün sınır boyundaki etkisini artırmak için askerî ve siyasî destek sunmuşlardır. Bu esnek ve ortak çıkara dayalı ilişki biçimi, yararlı olmasına rağmen gerilim ve çatışmalardan uzak değildir. İki imparatorluğun sınır boyunda yerel güç unsurları üzerinden yürüttükleri nüfuz mücadelesi, periyodik olarak savaş ve çatışmalara yol açmıştır . Sınır bu yönüyle tanımlanamayan bir yapıya sahip olmuştur. Bu durum sınır bölgesinde çatışma, rekabet, taraf olma ve kısa dönemli olarak taraf değiştirmeye dayalı bir siyasî atmosfer oluşturmuştur . Sınırın sürekli değişkenlik arz eden yapısı içinde yerel Kürt yönetimleri, zamana meydan okuyan sabit bağlantılardan kaçınarak, konjonktürel ve pragmatist bir tavır geliştirmişlerdir. Bu tavrın oluşmasında sınır önemli avantajlar sunmuştur. Herhangi bir siyasî otoritenin yerel güç unsurlarının sınır bölgesindeki imtiyazlarını daraltmaya dönük bir girişimi veya söz konusu imtiyazlara sınır bölgesinde destek verecek gücü sağlayamaması durumunda yerel güçlerin sınırın jeopolitik konumuna dayanarak taraf değiştirmesi her zaman imkân dâhilindeydi . Jeopolitik konumun sağladığı taraf ve tabiiyet değiştirme fırsatlarını yerel güç unsurları 19. yüzyılın ortalarına kadar bir gel-git halinde devam ettirmiştir. Özellikle Osmanlı ve İran hâkimiyet bölgelerinin kesişme noktalarında bulunan emirlikler için taraf değiştirme, sıklıkla başvurulan bir tutum olmanın ötesinde jeopolitik bir tutku halini almıştır. Hatta söz konusu tutku üzerinden Kürt emirliklerinin tarih içinde bir özne olarak yer aldıklarını söylemek bile mümkündür.
Sınırın sabit bağlantılar tesis etmeye imkân vermeyen yapısı karşısında Osmanlı ve İran siyasî otoriteleri yerel güç unsurlarının kesintisiz bir şekilde bağlılık ve sadakatini olabildiğince sağlama çabası içinde olmuşlardır. Bu bağlamda askerî, mezhebî/ideolojik, malî stratejiler geliştirmişlerdir. Bu stratejilerin problemsiz işlemesi için başvurulan uygulamalardan biri de rehine siyasetidir. Bu çalışmada Osmanlı-İran sınır boyundaki Kürt hanedanlarından rehine alınması uygulaması, Hemedan ve Erbil arasında geniş bir coğrafi alanı ihtiva eden Şehrizor bölgesinde bulunan Baban ve Erdalan emirlik idareleri örneği üzerinden farklı boyutlarıyla incelenmiştir.
Bu çalışmanın konusu, Şeyh Abdurrahman Talabâni’nin irşat makamına geçtiği 1842 yılından ölümü olan 1858 yılına kadar Kerkük ve çevresinde tesis etmiş olduğu kuşatıcı ve koruyucu liderliği etrafında şekillenen toplumsal nüfuzu teşkil etmektedir. Bu kapsamda Şeyh Abdurrahman’ın göçebe, yarı göçebe ve yerleşik aşiretler, herhangi bir aşiret bağı olmayan ve miskin olarak adlandırılan topluluklar ile şehir nüfusunun bütün kesimleriyle ilişki boyutları üzerinde durulacaktır.