Books by Mehmet Akif Ceyhan

İSLAM DÜŞÜNCESİNİN TEMELLERİNE DAİR ORYANTALİST BİR YAKLAŞIM: IGNAZ GOLDZIHER , 2024
Oryantalizmin üzerinde önemle durduğu hususların başında şüphesiz İslam düşüncesinin oluşum sürec... more Oryantalizmin üzerinde önemle durduğu hususların başında şüphesiz İslam düşüncesinin oluşum süreci gelmektedir. Hz. Peygamber ile başlayan bu düşünce sistemi, süreç içerisinde kendisini geliştirmiş, temel alınan ana kaynaklar olan Kur’an ve Sünnet’in anlaşılma ve yorumlanma çabaları ile gelişmiştir. Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte, Müslümanların Peygambersiz bir hayata intibak süreçlerinde yaşanılan bazı kırılma noktaları, Müslümanların fıkhî ve itikâdi alanlarda görüş ayrılıkları yaşamalarına sebebiyet vermiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak da fıkhî ve itikâdi mezhepler oluşmuştur. 17 ve 18. Yüzyıllarda İslam dinine yönelik batıda yürütülmeye başlanan çalışmaların çoğu ise bu görüş ayrılıkları ve sebepleri üzerine bina edilmeye başlanmıştır. Bu geleneğin tartışmasız en önemli simalarından biri de Ignaz Goldziher’dir. Kendisinden sonraki oryantalist araştırmacılar için bir başvuru ve referans kaynağı olan Goldziher, yaşadığı dönemde batıda İslam dini araştırmalarında adına sıkça rastlanılan bir müsteşrik olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalışmaları yoğun olarak hadis ilmine yönelik olsa da, İslam düşüncesinin oluşum sürecine dair görüşleri, İslam öncesi Arap kültürü ve İslamiyetin teşekkül ettiği süreçte gerçekleşen fikir ayrılıkları çerçevesinde kaleme aldığı çalışmalar, günümüz oryantalist araştırmacılara yön vermeye devam etmektedir. Biz bu çalışma ile, Goldziher’in temel eserlerini referans alarak, Goldziher’in İslam düşüncesinin oluşum ve gelişme sürecinde etkin olan amillere bakışını incelemeyi amaçladık. Çalışmamızı yaparken Zahirilerin düşünce dünyasını ele aldığı “Die Zahiriten Ihr Lehrsystem und Geschichte” adlı eserine, Muhammedî öğreti olarak tercüme edebileceğimiz İslam dini ve kültürü, özellikle de hadislere yaklaşımını aktardığı “Muhammedanishe Studien I-II” adlı eserine, İslam üzerine araştırmalarını aktardığı “Vorlesungen über den İslâm” adlı eserine ve Kur’an tefsirinde yöntem konusunu ele aldığı “Die Richtungen der İslamischen Koranauslegung” adlı eserleri temel kaynaklarımız olarak tespit edilmiştir. Tabi ki bu eserlerinin haricinde konumuza ışık tutacak makalelerine ve Goldizher hakkında yapılmış araştırmalara da başvurulacaktır. Çalışmamızın giriş kısmında oryantalizmin doğuşu ve gelişim sürecine temas ettikten sonra, Ignaz Goldziher’in hayatı, eserleri ve oryantalist camiadaki yerine değindik. Birinci bölümde İslam düşüncesinin temellerine dair Goldziher’in iddialarını ortaya koymaya çalıştık. Özellikle Kur’an ve Sünnet hakkında ortaya koyduğu iddiaları, kendisinden sonraki oryantalist geleneğe de yön vermesi açısından önemli bulunduğu için bu başlıklarda konuyu detaylandırmaya çalıştık. Goldziher’in İslam’ın oluşum sürecinde yeni fethedilen coğrafyalarda yaşayan din ve kültürlerin çok büyük etkisi olduğuna dair iddialarını ortaya koymaya çalıştık. İkinci bölümde ise, Goldziher’in İslam düşüncesinin temelleri hakkındaki iddialarına karşı klasik İslam geleneğinde verilen cevaplara yer vermeye çalıştık. Esasında bu çalışma Prof. Dr. Ferhat Koca danışmanlığında 2006 yılında tamamladığımız Yüksek Lisans tezimiz temel alınarak hazırlanmıştır. Ana metin üzerinde, Goldziher ile ilgili yapılan güncel çalışmaları da dikkate alarak ve Goldziher’in fıkhî konulardaki yaklaşımlarına ilaveten, itikâdî ve kelâmi konulardaki ayrışmalara dair görüşleri ile konuyu geliştirmeyi amaçladık. Yayına hazırladığımız bu çalışma ile, klasik oryantalist bakış açısının İslam düşüncesinin temel yapı taşları ile ilgili görüşleri ortaya konmaya çalışılmıştır.

Almanya’da İslamafobi’nin Artışında Neo-Selefî Yapıların Etkileri , 2024
Bu çalışmada, Almanya’da İslamofobi’nin artışında etkenler tespit edilmekte, bu etkenlerden biri ... more Bu çalışmada, Almanya’da İslamofobi’nin artışında etkenler tespit edilmekte, bu etkenlerden biri olarak görülen Neo-selefî yapıların bu etkideki rolü analiz edilmektedir. İslamofobi, İslam dininden ve Müslümanlardan korkma, nefret etme, endişe duyma veya
önyargılı olma olarak tanımlanabilir. Müslümanlardan korkma veya Müslümanlara düşmanlık besleme anlamında İslamofobi’nin kökenleri İslam’ın ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Tarihi kökenlere bakıldığında bu düşmanlığın Kudüs’ün, Endülüs’ün ve Hristiyan dünyanın hüküm sürdüğü diğer toprakların Müslümanlar tarafından fethedilme süreçlerine kadar gittiği gözlemlenmektedir. Bu çalışmada ise son 20-30 yıllık süreç içerisinde görülen İslamofobi’nin artışındaki etkenlere odaklanılmıştır. Burada dönüm noktasını Amerika’da bir grup terörist tarafından gerçekleştirilen 11 Eylül 2001 saldırıları oluşturmaktadır. Bu saldırı, İslamofobi endüstrisi tarafından bütün Müslümanların terörizm ile ilişkilendirilmesine sebebiyet vermiştir.
Almanya, İslamofobi’nin en belirgin şekilde arttığı ülkelerden biridir. İslamofobi’nin artışı, Müslüman toplulukların günlük yaşamlarında karşılaştıkları ayrımcılık ve dışlanmayı artırırken, toplumsal uyum ve entegrasyon çabalarını zayıflatmaktadır. Bu olgunun Almanya’daki etkilerini anlamak, sadece Müslüman toplulukların karşılaştıkları zorlukları değil, aynı zamanda toplumun geneline yayılan etkileri de ortaya koymak açısından önemlidir.
Bu çalışma ile amaçlanan, batılı ülkeler genelinde İslamofobi’nin artışındaki etkileri tespit ederken, özellikle Almanya ölçeğinde bu etkenler içerisinde yer aldığını düşündüğümüz Neo-selefî grupların nefret ve şiddet içeren eylem ve söylemlerinin bu artıştaki etkisinin tespit edilmesidir. Bu selefî söylemlerin kelâmî bağlamı da konu çerçevesinde önem arz etmektedir. Neo-selefî grupların söylem, eylem ve faaliyetlerinin, batılı ülkelerde yaşayan yerel halklar nezdinde nasıl karşılandığı, korku ve endişe uyandırıp uyandırmadığı, Müslümanların ötekileştirilip dışlanarak potansiyel bir düşman olarak algılanıp algılanmadığı gibi hususlar analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmada, literatür taraması ve analitik yöntemler kullanılmıştır. İslamofobi, Selefîlik ve Neo-selefîlik kavramları kelâmî perspektifle detaylı bir şekilde ele alınmış, sonrasında ise İslamofobi’nin artışındaki temel etkenler tespit edilmeye çalışılmıştır. Tespit edilen etkenlerin analiz ve değerlendirmesi yapıldıktan sonra, özel olarak Almanya’da faaliyet gösteren radikal Neo-selefî grupların liderlerinin / vaizlerinin söylemleri çerçevesinde, toplumda bu gruplara yönelik algı tespit edilmeye çalışılmış ve bu olumsuz İslam imajının İslamofobi’nin artışındaki etkileri ortaya konulmuştur. Çalışmada, Almanya’da Neo-selefî grupların söylem ve faaliyetlerinin, İslamofobi’nin artışında önemli bir rol oynadığı tespit edilmiştir. Neo- selefî yapıların radikal ve dışlayıcı söylemleri, Almanya’da yaşayan Müslümanların toplumsal entegrasyonunu zorlaştırmakta ve yerel halk arasında Müslümanlara yönelik korku ve önyargıları beslemektedir. Özellikle Pierre Vogel ve Hasan Dabbağ gibi Neo-Selafi vaizlerin, sosyal medya ve diğer platformlar üzerinden yürüttükleri nefret söylemleri, Almanya’da İslamofobi’nin artmasına katkıda bulunmaktadır. Bu durum, Müslümanların genel olarak terörizmle ilişkilendirilmesine ve toplumsal kutuplaşmanın artmasına neden olmaktadır.
Anahtar Kelimeler Kelâm, İslamofobi, Selefilik, Neo-Selefilik, Almanya.
Vahiy, Allah İnsan İletişimine Müslüman geleneğin Yaklaşımı, 2022
Mustafa Asım Köksal ve İlmi Kişiliği, 2021

Oryantalistlerin Mâtürîdîlik Algısı: Ulrich Rudolph ve Angelika Brodersen Örneği, 2022
Māturīdi kalām has been neglected not only in the Islamic world but also in the studies by orient... more Māturīdi kalām has been neglected not only in the Islamic world but also in the studies by orientalist scholars. An examination of the historical background of orientalist scholars' studies on kalām reveals that they mostly focus on Muʿtazila, Ashʿarīsm, Shīʿa and smaller divisions that have not survived to the present day. The recognition of Māturidism, which had not been addressed by orientalist studies until the 1950s or 1960s, along with its being a focus of studies, positively affected the fate of the studies on Māturidism in the Orientalist literature. Although it was a neglected area, Māturidism, has recently been recognized in the West thanks to the latest studies on it. This study addresses how the orientalist school views the school of Māturīdi kalām, how Māturīdism is perceived in the orientalist literature and the historical background of the related studies. It also aims to analyze the reason why Māturīdism was described as "the unknown kalām" or "the fame of the unknown" in the orientalist studies on Māturīdism and to review the studies on the relationship between this school and Hanafism or Murji'a. Even though Māturidism was mentioned in some articles at the end of the 19th century, it was not until the 1960s that an independent book was written on it. A limited number of studies could be identified before that time, generally written based on the teachings of Murji'a and Abū Ḥanīfa. The purpose of the present study is to identify when the orientalist tradition recognized the Māturīdi kalām and then to exhibit the perception of Māturīdism in orientalist studies. The focus of the study is the works of Ulrich Rudolph and Angelika Brodersen, who carried out individual studies on Māturīdism. Globally considered, the beginning of the studies on Māturidism in the second half of the twentieth century coincide with the analysis and publication of the works of Imam al-Māturīdī and

Adudüddîn el-Îcî'nin Bilgi Teorisi, 2021
Öz
Kelâm ilminin en önemli meselelerinin başında bilgi konusu gelmektedir. İslam inanç esaslarını... more Öz
Kelâm ilminin en önemli meselelerinin başında bilgi konusu gelmektedir. İslam inanç esaslarının bilinmesinde ve belirlenmesinde, iman edilmesi gerekli olan hususlarla ilgili delillendirme ve ispatlama çabalarında bilgi konusu kilit rol oynamaktadır. Her bir kelâm ekolünün sistem ve metodolojisi, o kelâm ekolünün bilgi anlayışı çerçevesinde şekillenmektedir. Kelâm ekollerinin kelâmî konulara yaklaşımı ve hüküm ortaya koymaları, doğru bilgiye ulaşma ve neyi bilgi olarak kabul edip, neyi kabul etmediklerine göre belirlenmektedir. Bu sebeple bilgi konusu, kelâm ilmine dâir yazılan eserlerde öncelikli yerini almaktadır. Bu durum, bilgi konusunun kelâm ilmindeki önemini ortaya koymaktadır.
Bilgi konusunu detaylı olarak ele alan ve konuya açıklık getiren kelâmcılardan birisi de müteahhirûn dönemi Eş’arî kelâmcılarından Adudüddin el-Îcî’dir (öl. 756/1355). Îcî, Gazzâlî sonrası felsefî kelâmının önde gelen sîmâlarından kabul edilmektedir. Kitâbu'l-Mevâḳıf adlı eserini kendi kelâm metodolojisini oluşturmaya ayıran ve kelâmî konularda bir usûl belirleme gayreti içerisinde olan Îcî, söz konusu eserinin girişini bilgi konusuna ayırmıştır. Klasik Eş’arî geleneğin bilgi konusundaki bakiyesinden faydalanarak nihâî bir bilgi teorisi üretmeye çalışan Îcî, bilgi konusunda geçmişten gelen yanlışlıkları ve eksiklikleri de ortaya koyarak kendi teorisini oluşturmaya çalışmaktadır.
Kelam ilminin bilgi ile başladığı söylenebilir. Ancak bilginin tanımı konusunda kelamcılar arasında bir konsensüsün bulunmadığı bilinmektedir. Mutezilî alimler bilginin îtikad olduğunu savunurken, Eşâri alimler bilginin sıfat olduğunu savunmakta, buna mukabil İslam filozofları ise bilginin zihni bir varlık olduğunu iddia etmektedirler. Îcî ise, bilginin bir sıfat olduğunu kabul etmektedir. Îcî’ye göre bilgi, bir mahalde bilenin bilinene taalluku / nispetidir. Yani bilgi, var olan ve bir şeye taalluk eden bir sıfattır. Bu sıfat, var olduğu yerde kendisini diğer bilgilerden ayırmaktadır. Bunu yaparken de bir sebep – sonuç ilişkisine bağlı olarak değil, âdete dayalı bir şekilde gerçekleştirmektedir.
Îcî, kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu savunmaktadır. Kesin bilgiye ulaşmak için kelamcılar arasında yapılan bilgi tasnifleri bilginin ne olduğunu anlamak bakımından yardımcı olacaktır. Kelamcılar, bilgiyi kadîm ve hâdis bilgi olarak ikiye ayırmışlar, kadim bilginin Allah’ın bilgisi, hâdis bilginin ise yaratılmışların bilgisi olduğunu ifade etmişlerdir. Îcî ise bilgi teorisini hâdis bilgi üzerinden oluşturmaktadır. Çünkü kadîm bilginin Allah’ın bilgisi olması nedeniyle onda bir zorunluluk ve kesb düşünülemez. Îcî’ye göre hâdis bilgi zaruri bilgi ve kesbî bilgi olarak iki kısma ayrılmaktadır. Zorunlu bilgi ile ilgili olarak geniş açıklamalar yapan Îcî, kesbî bilgi ile ilgili olarak detaylı açıklamaya girmez ve kesbî bilginin ancak nazar ile mümkün olduğunu ifade ederek eserinin büyük bölümünde zarurî bilginin mukabili olarak nazarî bilgiye yer vermektedir.
Îcî, bilgi konusunda kendisinden evvel kelamcıların yapmış olduğu bu tasnife bağlı kalarak, son tahlilde ortaya koymuş olduğu bilgi tanımını zorunlu bilgi ve nazarî bilgiye tatbik etmiştir. Ona göre zorunlu bilgiler, insanın varlıksal / ontolojik yapısı gereği doğuştan getirdiği bilgilerdir, yani insanın sıfatlarıdır. Zorunlu bilgilerin elde edilmesi, insanın kudretinde değildir. Nazarî bilgiler ise, tamamen insanın kudretine bağlıdır. İnsanın bazı vasıtalara başvurarak delillendirme suretiyle elde ettiği bilgilerdir. Nazarî bilgiler, akıl yetisine sahip, aklî melekelerini kullanan insanların bir sıfatıdır.
Bu çalışmada, Adudüddin el-Îcî’nin bilgi tarifi ile bu tarif çerçevesinde bilgi türleri ele alınacak ve onun bilgi teorisi detaylı olarak incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Kelâm, Bilgi, Adudüddin el-Îcî, Kitâbu’l-Mevâḳıf, Zarûrî Bilgi, Nazarî Bilgi.
Aḍud al-Dīn al-Ījī’s Theory of Knowledge
Abstract
Knowledge is one of the most important subjects of the science of Kalām. The issue of “knowledge” plays a key role in the knowledge and determination of the principles of Islamic faith and in the efforts to prove what is required to be believed. The systems and methodologies of each Kalām School are shaped within the framework of the knowledge understanding of that Kalām School. The approach of the Kalām schools to theological issues and their provision of judgments are determined by reaching the truth (haqīqah) knowledge, what they accept as knowledge and what they do not accept. For this reason, the subject of knowledge takes its primary place in the works written on the Kalām. This situation put forth the importance of knowledge in the Kalām.
Aḍud al-Dīn al-Ījī (d. 756/1355), one of the predecessors (muta’akhkhirūn) Ash’arī theologians, is one of the Kalām scholar dealing with and clarifying the subject of knowledge. Al-Ījī is considered one of the leading figures of the post- Gazzālī Philosophical Kalām. Al-Ījī, who devoted his work Kitāb al-Mawāqif to creating his own Kalām methodology and striving to determine a method in theological (Kalām) issues, allocated the introduction of this work to the subject of knowledge. Al-Ījī, who tries to produce a ultimate theory of knowledge by taking advantage of the classical Ash’arī tradition on knowledge, tried to form his own theory by revealing past mistakes and deficiencies in knowledge.
It can be said that the Kalām started with knowledge. However, it is known that there is no consensus among theologians about the definition of knowledge. While Mu’tazilî scholars argue that knowledge is a belief, Ash’arī scholars argue that knowledge is an adjective (sifat), whereas Islamic philosophers claim that knowledge is a intellectual entity. Al-Ījī accepts that knowledge is an adjective. According to Al-Ījī, knowledge is the relation/relative of the knowing to the known in a situation. In other words, knowledge is an adjective that exists and attaches itself to something. This adjective distinguishes itself from other information where it exists. In doing so, carried out in a manner based on tradition, not depending on a cause – effect relationship.
Al-Ījī maintains that it is possible to obtain absolute knowledge. The classification of knowledge made by kalāmists in order to obtain absolute knowledge will help to understand what knowledge is. The kalāmists divided knowledge into eternal and hādith knowledge and stated that the eternal knowledge is the knowledge of Allah and the hādith knowledge is the knowledge of the created ones. On the other hand, al-Ījī constitutes his theory of knowledge based on hādith knowledge. Because the eternal knowledge is the knowledge of Allah, there is no necessity and acquirement. According to al-Ījī, “hādith knowledge” is divided into two parts as “darūrī / necessary knowledge” and “kasbī / acquired knowledge”. Al-Ījī, who makes extensive statements about necessary knowledge, does not enter detailed explanations about the acquired knowledge and expresses that the knowledge is only possible with the observing, and provides naẓarī (theoretical) knowledge in the majority of his work as a equivalent to “darūrī knowledge”.
Adhering to this classification on knowledge made by the theologians before him, al-Ījī has applied the definition of knowledge -he put forward in the final analysis- to darūrī knowledge and naẓarī knowledge. According to him, due to the existential / ontological structure of human beings, darūrī knowledge is the knowledge brought from birth, that is, adjectives of human. Acquiring darūrī knowledge is not within the power of man. On the other hand, naẓarī knowledge depends entirely on the power of man. It is the knowledge that a person obtains through evidence by using some means. Naẓarī knowledge is an adjective of people having intellectual ability and using their intellectual faculties.
In this paper, Aḍud al-Dīn al-Ījī’s description of knowledge and his approach to types of knowledge within the framework of this description will be discussed and his knowledge theory will be examined in detail.
Keywords: Kalām, Knowledge, ʿAḍud al-Dīn al-Ījī, Kitāb al-Mawāqif, Ḍarūrī Knowledge, Naẓarī Knowledge.
NEO-SELEFÎ AKIMLARIN ALMANYA’DAKİ MÜSLÜMAN GENÇLERE YÖNELİK ETKİLERİNE KARŞI FAALİYETLER: DİTİB AKADEMİSİ ÖRNEĞİ, 2020

MÜSLÜMAN GELENEĞİNDE VAHİY ANLAYIŞI, 2018
Öz Allah'ın insan ile iletişime geçmesi olarak tanımlanan vahiy konusu, Müslüman geleneğimizde as... more Öz Allah'ın insan ile iletişime geçmesi olarak tanımlanan vahiy konusu, Müslüman geleneğimizde asırlardır araştırılan, mahiyet ve içeriğine ilişkin zihinlerde sayısız soruya cevapların arandığı bir tartışma alanıdır. Bunun sebebi vahyin, diğer bir deyimle Kur'an'ın, İslâm inanç sisteminin ana kaynağı olmasıdır. Dinin temelini oluşturan vahiy, esasen farklı bir ontolojik alandan yani Allah'tan, farklı bir ontolojik varlık olan elçi Cibril aracılığı ile farklı bir ontolojik alana yani peygambere yapılan bildirimin adıdır. Vahyin kelime manasında bulunan "gizli ve hızlı bildirim" anlamından kaynaklı olduğu düşünülen insanlığın vahyin mahiyetine ve geliş yollarına yönelik merakı, vahyi gönderen Allah ile vahyi alan insan arasındaki ontolojik farklılık, bu iletişimi daha da gizemli hale getirmektedir. Müslüman kelâm ekolleri, dinin ana kaynağı durumunda bulunan vahyi, Allah'ın kelâm sıfatı, Kelâmullah ve Halku'l-Kur'an konuları bağlamında değerlendirmiş, Allah'ın kelam sıfatının kadîm mi hâdis mi olduğu, Kur'an'ın mahluk olup olmadığı konuları etrafında tartışmışlardır. Buna ilaveten Şii kelamcılar vahiy konusunda farklı bir metod izlemek suretiyle konuyu imamet nazariyesi ile birlikte ele almış ve imamların da ilham adı altında vahiy alabildiklerini ifade etmişlerdir.
Anahtar Kavramlar: Kelâm, Vahiy, Allah, Cibrîl, Elçi, Halku’l-Kur’an
Abstract
Revelation is defined as the contact of Allah with the person he created. Due to the
reason that the revelation of Qur’an is the main source of the Islamic belief system, it
is a topic of discussion in our Muslim tradition for centuries, and main questions
focus on its nature and content. The divine revelation underlies the religion, and
essentially is the name of the revelation which comes from a different ontological
sphere, the God, via a different ontological creature, the Gabriel, to a different
ontological sphere, the prophet. The literal meaning of revelation is “confidential
and quick notification”. This meaning has raised some curiosity about arrival ways
and content of revelation, and ontological differences between Allah as the
revelation sender, and the human receiver. All these make the communication even
more mysterious. Muslim kalam schools evaluate the subject of revelation, which is
the main source of religion, within the framework of Allah's kalam adjective,
Kelamullah and Halku’l-Qur'an. They are in discussion about whether the Qur'an
was created or not, and whether Allah's kalam adjective is ‘kadim’ or ‘hâdis’.
Additionally, Shia scholars examine revelation from a different aspect, analysing it
together with the Imamate theory, and discuss that imams are also recipients of
revelation under the name of inspiration.
Keywords: Kalam, Revelation, Allah, Gabriel, Delegate, Halku’l-Qur'an.

Allah Insan Iletisimi Acısından Vahiy, 2018
Öz Vahiy olgusu, sadece İslam dininin değil, ilahi dinlerin en temel meselesidir. Dinin temelini ... more Öz Vahiy olgusu, sadece İslam dininin değil, ilahi dinlerin en temel meselesidir. Dinin temelini oluşturan vahiy, aralarında varlıksal (ontolojik) düzlem farkı bulunan Allah'tan, elçi Cibrîl aracılığı ile peygambere yapılan bildirimin adıdır. Allah ile insan arasındaki bu iletişimin anlaşılmasındaki zorluk, mesajı gönderen ile mesajı alan taraflar arasında varlıksal düzlem farkının bulunmasından kaynaklanmaktadır. Allah'ın yeryüzünde yarattığı ilk insana gönderdiği mesaj ile vahiy konusu, insanlığın gündemine girmiştir. Allah'ın Hz. Adem ile kurmuş olduğu bu iletişim, tarihsel süreç içerisinde insanların yaratılış gayelerinden uzaklaştığı, yaratıcılarını unuttuğu ve toplumların bozulmaya yüz tuttuğu dönemlerde, insanlara tekrar yaratılma gayelerini hatırlatmak amacıyla Allah'ın gönderdiği elçiler aracılığı ile kelama dayalı olarak devam edegelmiştir. Allah'ın insan ile vahye dayalı sözsel iletişimi, Hz. Muhammed ile son bulmuştur. Vahiy olayını kavramak ve mahiyetine dair bilgi edinmek amacıyla İslam geleneğinde hatırı sayılır ölçüde araştırma ve inceleme yapılmıştır. Allah-insan iletişimini ifade eden vahyin, gönderiliş biçimleri ile ilgili Şûrâ suresinin 51. ayetinin eksen alınmasının uygun olduğu görülmektedir. Söz konusu ayet ekseninde, Yüce Allah'ın yeryüzündeki beşeri ilişkiye müdahalesinin, tekvini yani doğrudan vahiy ve teklifi yani perde arkasından ve elçi Cibrîl aracılığıyla vahiy olarak iki ana başlıkta ele alınması gerekmektedir Abstract The phenomenon of divine revelation is not only one of the fundamental issues of Islam but also of other divine religions. The divine revelation as the basis of religion is a sort of communication between two different ontologies with a mediator: from God, via Gabriel, to the Prophet. The difficulty of understanding this connection roots in the ontological differences between the sender and the receivers of the message. The divine revelation came in the sight of humanity with the first message given to the first human. The communication of God started with the Prophet Adam had continued through history via the divine revelation to the medium of messengers, which repeated or renewed whenever humankind had strayed from their purpose of creation, had forgotten their Creator, and societies went astray, with the aim of reminding them of the purpose of creation. The communication of God via divine revelation had ended with Prophet Muhammad. In order to understand the phenomenon of revelation and to gain insight into its nature, many research and analysis have been done in the Islamic studies. When analysing the divine revelation, it seems it is only proper to determine Shûrâ/51 as the axis. In accordance with this verse, the divine intervention to the Earth should be approached from two main aspects; takwīnī, which means direct divine revelation, and taklīfī, which means message transmission either behind a curtain or via angel. * Bu makale, Dr. Mehmet Akif CEYHAN'ın, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Prof. Dr. Ahmet AKBULUT danışmanlığında hazırladığı ve 21/12/2016 tarihinde kabul edilen "Kur'an Ayetleri Işığında Vahiy" başlıklı doktora tezinden üretilmiştir.

JOSEF VAN ESS'İN TAHLİLLERİ IŞIĞINDA KELAMIN DOĞUŞU ve METODU, 2013
Özet
Oryantalizmin üzerinde önemle durduğu hususlardan birisi hiç şüphesiz İslam
Kelâmı alanıdır.... more Özet
Oryantalizmin üzerinde önemle durduğu hususlardan birisi hiç şüphesiz İslam
Kelâmı alanıdır. Klasik oryantalist söylemin İslam Kelâmına yaklaşımı eleştirel
bir bakışla incelendiğinde görülmektedir ki, batılı İslam araştırmacıları bu konuda hatırı sayılacak ölçüde eserler ortaya koymuşlardır. Bu noktada oryantalist gelenek içerisinde günümüzde hayatta olan ve halen araştırmalarına devam eden
Josef Van Ess’in Kelâm’ın doğuşu ve metoduna dair görüşlerinin ortaya konulması önem arz etmektedir. Van Ess’in Kelâm’ın doğuşu ve metoduna ilişkin görüşleri, İslam Kelâmının başlangıcına yönelik önemli bilgiler vermektedir. Bu bilgiler
ve metodlar ışığında anlaşılmaktadır ki, yazılı ilk kelâm metinleri h.1. asırda
oluşturulmaya başlanmıştır. Bu kelâm metinlerinin cedel / diyalektik bir üslupla
kaleme alınması ise, kelâmın metodunu ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Oryantalizm, Kelâm, Teoloji, Cedel, Josef van ESS.
Abstract
One of the important issues focused by Orientalism is undoubtedly on the Islamic theology (Kalam). When It is examined critically the approach of Kalam of
classical orientalist discourse, It is seen that Western Islamic scholars have published a large number of works on this subject. It is important that the views of
Josef van ESS, who is alive today and still ongoing his research in the orientalist
tradition, about the emergence and methods of Kalam are revealed. His views on
these subjects provide important in formations about onset of Islamic Kalam. In
the light of these information and methods, it is seen that the first Kalamic
(theological) texts have began to be formed in the 1. Century AH. that Kalamic
texts have been written via a jedel (debate)/dialectical manner. This showed up
Kalamic method, as well.
Key Words: Orientalism, Kalam (Islamic Theology), Jedel (debate), Josef van ESS

DİTİB'İN DİN EĞİTİMİ FAALİYETLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME, 2015
Özet: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın bulunduğu
Avrupa ülkel... more Özet: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın bulunduğu
Avrupa ülkelerindeki Büyükelçilikler nezdinde ‘Din Hizmetleri Müşavirlikleri’
adı altında yurt dışı teşkilatları bulunmaktadır. Bu kapsamda, 1980 yılında
Almanya’daki Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği nezdinde Din Hizmetleri
Müşavirliği kurulmuştur. 5 Temmuz 1984 yılında Müşavirlik hizmetlerinin alt
yapısını oluşturmak amacıyla Köln’de ‘Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB)’
tesis edilmiştir. DİTİB, Almanya’da yerleşik göçmen vatandaş ve soydaşlarımıza
yönelik, bağlı cami dernekleri vasıtasıyla, sosyal, kültürel, eğitsel ve dini faaliyetler
yürütmektedir.
Bu çalışmada, DİTİB’in yürüttüğü din eğitim faaliyetleri makro-perspektiften
hareketle ele alınacaktır. Bu faaliyetler, Türk göçmen topluluğun hem dini ve
milli kimliğinin korunmasına ve iç dayanışmasının artmasına, hem de yaşanılan
ülkeye uyum sürecine büyük katkılar sağlamaktadır. Almanya’da yaşayan Türk
Müslüman göçmenler, DİTİB’i Türk dini kuruluşları arasında en güvenilir kurum
olarak görmektedirler.
Anahtar Kelimeler: DİTİB, Din Eğitimi Faaliyetleri, Türk Göçmenler, Almanya.
Abstract: The Presidency of Religious Affairs (DIB) has overseas organizations under
the name of ‘Office of the Counsellor for Religious Services’ affiliated to the Turkish
Embassies in European countries where Turkish citizens reside. Within this
framework, The Religious Services Office of the Embassy of the Republic of Turkey
in Germany was founded in 1980. In July 5, 1984, ‘The Turkish-Islamic Union
for Religious Affairs-DITIB’ affiliated with this Office was established in Cologne.
DITIB started organizing various activities, such as religious, social, cultural and
educational, through mosque unions for both Turkish and other Muslim immigrants
living in Germany.
In this paper, we will try to analyse its religious education activities with a macrodescriptive method. It is thought that DITIB has tried to solve Turkish immigrants’
problems that come out during the integration process, to keep their integrity, and to
ensure the continuity of their community. According to our research, DITIB has been
considered by Turkish Muslim immigrants as the most reliable foundation among
the other Turkish religious organizations in Germany.
Keywords: DITIB, Religious Education Services, Turkish Immigrants, Germany.
Papers by Mehmet Akif Ceyhan

Māturīdi kalām has been neglected not only in the Islamic world but also in the studies by orient... more Māturīdi kalām has been neglected not only in the Islamic world but also in the studies by orientalist scholars. An examination of the historical background of orientalist scholars’ studies on kalām reveals that they mostly focus on Muʿtazila, Ashʿarīsm, Shīʿa and smaller divisions that have not survived to the present day. The recognition of Māturidism, which had not been addressed by orientalist studies until the 1950s or 1960s, along with its being a focus of studies, positively affected the fate of the studies on Māturidism in the Orientalist literature. Although it was a neglected area, Māturidism, has recently been recognized in the West thanks to the latest studies on it. This study addresses how the orientalist school views the school of Māturīdi kalām, how Māturīdism is perceived in the orientalist literature and the historical background of the related studies. It also aims to analyze the reason why Māturīdism was described as “the unknown kalām” or “the fame of the unknown” in the orientalist studies on Māturīdism and to review the studies on the relationship between this school and Hanafism or Murji'a. Even though Māturidism was mentioned in some articles at the end of the 19th century, it was not until the 1960s that an independent book was written on it. A limited number of studies could be identified before that time, generally written based on the teachings of Murji'a and Abū Ḥanīfa. The purpose of the present study is to identify when the orientalist tradition recognized the Māturīdi kalām and then to exhibit the perception of Māturīdism in orientalist studies. The focus of the study is the works of Ulrich Rudolph and Angelika Brodersen, who carried out individual studies on Māturīdism. Globally considered, the beginning of the studies on Māturidism in the second half of the twentieth century coincide with the analysis and publication of the works of Imam al-Māturīdī and other Māturīdī scholars. It is Ulrich Rudolph, who wrote the first independent book on Māturīdism in the orientalist tradition. Ulrich Rudolph’s work Al-Māturīdī und die Sunnitische Theologie in Samarkand (al-Māturīdi and Sunni/Ahl al-Sunnah Kalām in Samarkand), which was composed based on his associate professorship studies, comes foremost among the works that have comprehensively introduced Māturīdism to the Western world. After this particular work, studies on Māturīdism in the orientalist literature began to proliferate. Angelika Brodersen, one of the leading Western researchers who examined the Māturīdi kalām in detail, analyzed and published Abū Ishāq al-Saffār’s Talkhīṣ al-adilla. However, by publishing her work Der unbekannte Kalām (the Unknown Kalām), she evaluated the theological perspectives of Māturīdism by comparing the views of Māturīdi scholars with each other. Both of these orientalist researchers describe their purpose in composing their work as introducing Māturīdism and revealing its unknown aspects. Described by both orientalists as “the unknown kalām” or “the fame of the unknown”, Māturīdism is explained by recent studies, and its perspectives on creed are elaborated on. What is emphasized by these labels is that its basic perspectives are not known well, rather than its being an unknown school. Globally considered, there is obscurity arising from the fact that the views on Māturīdism, which were expressed using the phrase “the followers of Abū Ḥanīfa” in the previous studies in the West, have not been associated with Imam al-Māturīdi. However, today, thanks to the recent increase in the studies on Māturīdism, this state of obscurity and vagueness has begun to clear up. Such a state of being unknown and less famous has been eliminated both in the Orientalist tradition and in the Islamic geography, thanks to the introduction of the two main works of Imam al-Māturīdi to the scholarly community and the improved access to those of Māturīdi scholars. By reviewing the orientalist literature, the present study builds the ground for the idea that the theological views of Imam al-Māturīdi, whose reputation is known but theological views are unknown, have begun to gain publicity in line with his fame in the current Western literature.

Eskiyeni, 2022
Māturīdi kalām has been neglected not only in the Islamic world but also in the studies by orient... more Māturīdi kalām has been neglected not only in the Islamic world but also in the studies by orientalist scholars. An examination of the historical background of orientalist scholars' studies on kalām reveals that they mostly focus on Muʿtazila, Ashʿarīsm, Shīʿa and smaller divisions that have not survived to the present day. The recognition of Māturidism, which had not been addressed by orientalist studies until the 1950s or 1960s, along with its being a focus of studies, positively affected the fate of the studies on Māturidism in the Orientalist literature. Although it was a neglected area, Māturidism, has recently been recognized in the West thanks to the latest studies on it. This study addresses how the orientalist school views the school of Māturīdi kalām, how Māturīdism is perceived in the orientalist literature and the historical background of the related studies. It also aims to analyze the reason why Māturīdism was described as "the unknown kalām" or "the fame of the unknown" in the orientalist studies on Māturīdism and to review the studies on the relationship between this school and Hanafism or Murji'a. Even though Māturidism was mentioned in some articles at the end of the 19th century, it was not until the 1960s that an independent book was written on it. A limited number of studies could be identified before that time, generally written based on the teachings of Murji'a and Abū Ḥanīfa. The purpose of the present study is to identify when the orientalist tradition recognized the Māturīdi kalām and then to exhibit the perception of Māturīdism in orientalist studies. The focus of the study is the works of Ulrich Rudolph and Angelika Brodersen, who carried out individual studies on Māturīdism. Globally considered, the beginning of the studies on Māturidism in the second half of the twentieth century coincide with the analysis and publication of the works of Imam al-Māturīdī and

Vahiy olgusu, sadece Islam dininin degil, Ibrahimi dinlerin en temel meselesidir. Dinin temelini ... more Vahiy olgusu, sadece Islam dininin degil, Ibrahimi dinlerin en temel meselesidir. Dinin temelini olusturan vahiy, esasen farkli bir ontolojik alandan yani Allah’tan, farkli bir ontolojik varlik araciligi ile farkli bir ontolojik alana yani peygambere yapilan bildirimin adidir. Vahiy, ilk insana iletilen mesajla, beseriyetin gundemine girmistir. Allah, ilk insani yaratmasi ile birlikte, kendini tanitmak, yaratilma gayesini insana bildirmek icin ilk insanla iletisime vahiy yoluyla gecmistir. Ilk insanla vahiy yoluyla kurulan bu iletisim, Allah’in gerekli gordugu zamanlarda gonderdigi elciler araciligi ile kelama dayali olarak devam edegelmistir. Vahiy olayinin irdelenmesinde Şurâ suresinin 51. ayetinin eksen alinmasinin uygun oldugu gorulmektedir. Soz konusu ayet ekseninde, Yuce Allah’in yeryuzundeki beseri iliskiye mudahalesinin, tekvini ve teklifi vahiy olarak iki ana baslikta ele alinmasi gerekmektedir. Tekvini vahiy yani dogrudan vahiy, Yuce Allah’in takdiri, yaratmasi, fitratin t...

Eskiyeni, 2021
Knowledge is one of the most important subjects of the science of Kalām. The issue of "knowledge"... more Knowledge is one of the most important subjects of the science of Kalām. The issue of "knowledge" plays a key role in the knowledge and determination of the principles of Islamic faith and in the efforts to prove what is required to be believed. The systems and methodologies of each Kalām School are shaped within the framework of the knowledge understanding of that Kalām School. The approach of the Kalām schools to theological issues and their provision of judgments are determined by reaching the truth (haqīqah) knowledge, what they accept as knowledge and what they do not accept. For this reason, the subject of knowledge takes its primary place in the works written on the Kalām. This situation put forth the importance of knowledge in the Kalām. Aḍud al-Dīn al-Ījī (d. 756/1355), one of the predecessors (muta'akhkhirūn) Ash'arī theologians, is one of the Kalām scholar dealing with and clarifying the subject of knowledge. Al-Ījī is considered one of the leading figures of the post-Gazzālī Philosophical Kalām. Al-Ījī, who devoted his work Kitāb al-Mawāqif to creating his own Kalām methodology and striving to determine a method in theological (Kalām) issues, allocated the introduction of this work to the subject of knowledge. Al-Ījī, who tries to produce a ultimate theory of knowledge by taking advantage of the classical Ash'arī tradition on knowledge, tried to form his own theory by revealing past mistakes and deficiencies in knowledge. It can be said that the Kalām started with knowledge. However, it is known that there is no consensus among theologians about the definition of knowledge. While Mu'tazilî scholars argue that knowledge is a belief, Ash'arī scholars argue that knowledge is an adjective (sifat), whereas Islamic philosophers claim that knowledge is a intellectual entity. Al-Ījī accepts that knowledge is an adjective. According to Al-Ījī, knowledge is the relation/relative of the knowing to the known in a situation. In other words, knowledge is an adjective that exists and attaches itself to something. This adjective distinguishes itself from other information where it exists. In doing so, carried out in a manner based on tradition, not depending on a cause-effect relationship. İntihal Taraması/Plagiarism Detection: Bu makale intihal taramasından geçirildi/This paper was checked for plagiarism Etik Beyan/Ethical Statement: Bu çalışmanın hazırlanma sürecinde bilimsel ve etik ilkelere uyulduğu ve yararlanılan tüm çalışmaların kaynakçada belirtildiği beyan olunur/It is declared that scientific and ethical principles have been followed while carrying out and writing this study and that all the sources used have been properly cited (Mehmet Akif Ceyhan). Geliş/
Journal of Analytic Divinity, 2021
İntihal/Plagiarism: Bu makale, iThenticate yazılımınca taranmıştır. İntihal tespit edilmemiştir. ... more İntihal/Plagiarism: Bu makale, iThenticate yazılımınca taranmıştır. İntihal tespit edilmemiştir. This article has been scanned by iThenticate. No plagiarism detected. Etik Beyan/Ethical Statement: Bu çalışmanın hazırlanma sürecinde bilimsel ve etik ilkelere uyulduğu ve yararlanılan tüm çalışmaların kaynakçada belirtildiği beyan olunur/It is declared that scientific and ethical principles have been followed while carrying out and writing this study and that all the sources used have been properly cited (Mehmet Akif Ceyhan) Finansal Destek / Grant Support: Yazarlar bu çalışma için finansal destek almadıklarını beyan etmiştir. / The authors declared that this study has received no financial support. CC BY-NC 4.
Oryantalizmin uzerinde onemle durdugu hususlardan birisi hic suphesiz Islam Kelâmi alanidir. Klas... more Oryantalizmin uzerinde onemle durdugu hususlardan birisi hic suphesiz Islam Kelâmi alanidir. Klasik oryantalist soylemin Islam Kelâmina yaklasimi elestirel bir bakisla incelendiginde gorulmektedir ki, batili Islam arastirmacilari bu konuda hatiri sayilacak olcude eserler ortaya koymuslardir. Bu noktada oryantalist gelenek icerisinde gunumuzde hayatta olan ve halen arastirmalarina devam eden Josef Van Ess’in Kelâm’in dogusu ve metoduna dair goruslerinin ortaya konulmasi onem arz etmektedir. Van Ess’in Kelâm’in dogusu ve metoduna iliskin gorusleri, Islam Kelâminin baslangicina yonelik onemli bilgiler vermektedir. Bu bilgiler ve metodlar isiginda anlasilmaktadir ki, yazili ilk kelâm metinleri h.1. asirda olusturulmaya baslanmistir. Bu kelâm metinlerinin cedel / diyalektik bir uslupla kaleme alinmasi ise, kelâmin metodunu ortaya koymaktadir.

Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2018
Allah'ın insan ile iletişime geçmesi olarak tanımlanan vahiy konusu, Müslüman geleneğimizde asırl... more Allah'ın insan ile iletişime geçmesi olarak tanımlanan vahiy konusu, Müslüman geleneğimizde asırlardır araştırılan, mahiyet ve içeriğine ilişkin zihinlerde sayısız soruya cevapların arandığı bir tartışma alanıdır. Bunun sebebi vahyin, diğer bir deyimle Kur'an'ın, İslâm inanç sisteminin ana kaynağı olmasıdır. Dinin temelini oluşturan vahiy, esasen farklı bir ontolojik alandan yani Allah'tan, farklı bir ontolojik varlık olan elçi Cibril aracılığı ile farklı bir ontolojik alana yani peygambere yapılan bildirimin adıdır. Vahyin kelime manasında bulunan "gizli ve hızlı bildirim" anlamından kaynaklı olduğu düşünülen insanlığın vahyin mahiyetine ve geliş yollarına yönelik merakı, vahyi gönderen Allah ile vahyi alan insan arasındaki ontolojik farklılık, bu iletişimi daha da gizemli hale getirmektedir. Müslüman kelâm ekolleri, dinin ana kaynağı durumunda bulunan vahyi, Allah'ın kelâm sıfatı, Kelâmullah ve Halku'l-Kur'an konuları bağlamında değerlendirmiş, Allah'ın kelam sıfatının kadîm mi hâdis mi olduğu, Kur'an'ın mahluk olup olmadığı konuları etrafında tartışmışlardır. Buna ilaveten Şii kelamcılar vahiy konusunda farklı bir metod izlemek suretiyle konuyu imamet nazariyesi ile birlikte ele almış ve imamların da ilham adı altında vahiy alabildiklerini ifade etmişlerdir.

Kader, 2018
Vahiy olgusu, sadece İslam dininin değil, ilahi dinlerin en temel meselesidir. Dinin temelini olu... more Vahiy olgusu, sadece İslam dininin değil, ilahi dinlerin en temel meselesidir. Dinin temelini oluşturan vahiy, aralarında varlıksal (ontolojik) düzlem farkı bulunan Allah'tan, elçi Cibrîl aracılığı ile peygambere yapılan bildirimin adıdır. Allah ile insan arasındaki bu iletişimin anlaşılmasındaki zorluk, mesajı gönderen ile mesajı alan taraflar arasında varlıksal düzlem farkının bulunmasından kaynaklanmaktadır. Allah'ın yeryüzünde yarattığı ilk insana gönderdiği mesaj ile vahiy konusu, insanlığın gündemine girmiştir. Allah'ın Hz. Adem ile kurmuş olduğu bu iletişim, tarihsel süreç içerisinde insanların yaratılış gayelerinden uzaklaştığı, yaratıcılarını unuttuğu ve toplumların bozulmaya yüz tuttuğu dönemlerde, insanlara tekrar yaratılma gayelerini hatırlatmak amacıyla Allah'ın gönderdiği elçiler aracılığı ile kelama dayalı olarak devam edegelmiştir. Allah'ın insan ile vahye dayalı sözsel iletişimi, Hz. Muhammed ile son bulmuştur. Vahiy olayını kavramak ve mahiyetine dair bilgi edinmek amacıyla İslam geleneğinde hatırı sayılır ölçüde araştırma ve inceleme yapılmıştır. Allah-insan iletişimini ifade eden vahyin, gönderiliş biçimleri ile ilgili Şûrâ suresinin 51. ayetinin eksen alınmasının uygun olduğu görülmektedir. Söz konusu ayet ekseninde, Yüce Allah'ın yeryüzündeki beşeri ilişkiye müdahalesinin, tekvini yani doğrudan vahiy ve teklifi yani perde arkasından ve elçi Cibrîl aracılığıyla vahiy olarak iki ana başlıkta ele alınması gerekmektedir
Uploads
Books by Mehmet Akif Ceyhan
önyargılı olma olarak tanımlanabilir. Müslümanlardan korkma veya Müslümanlara düşmanlık besleme anlamında İslamofobi’nin kökenleri İslam’ın ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Tarihi kökenlere bakıldığında bu düşmanlığın Kudüs’ün, Endülüs’ün ve Hristiyan dünyanın hüküm sürdüğü diğer toprakların Müslümanlar tarafından fethedilme süreçlerine kadar gittiği gözlemlenmektedir. Bu çalışmada ise son 20-30 yıllık süreç içerisinde görülen İslamofobi’nin artışındaki etkenlere odaklanılmıştır. Burada dönüm noktasını Amerika’da bir grup terörist tarafından gerçekleştirilen 11 Eylül 2001 saldırıları oluşturmaktadır. Bu saldırı, İslamofobi endüstrisi tarafından bütün Müslümanların terörizm ile ilişkilendirilmesine sebebiyet vermiştir.
Almanya, İslamofobi’nin en belirgin şekilde arttığı ülkelerden biridir. İslamofobi’nin artışı, Müslüman toplulukların günlük yaşamlarında karşılaştıkları ayrımcılık ve dışlanmayı artırırken, toplumsal uyum ve entegrasyon çabalarını zayıflatmaktadır. Bu olgunun Almanya’daki etkilerini anlamak, sadece Müslüman toplulukların karşılaştıkları zorlukları değil, aynı zamanda toplumun geneline yayılan etkileri de ortaya koymak açısından önemlidir.
Bu çalışma ile amaçlanan, batılı ülkeler genelinde İslamofobi’nin artışındaki etkileri tespit ederken, özellikle Almanya ölçeğinde bu etkenler içerisinde yer aldığını düşündüğümüz Neo-selefî grupların nefret ve şiddet içeren eylem ve söylemlerinin bu artıştaki etkisinin tespit edilmesidir. Bu selefî söylemlerin kelâmî bağlamı da konu çerçevesinde önem arz etmektedir. Neo-selefî grupların söylem, eylem ve faaliyetlerinin, batılı ülkelerde yaşayan yerel halklar nezdinde nasıl karşılandığı, korku ve endişe uyandırıp uyandırmadığı, Müslümanların ötekileştirilip dışlanarak potansiyel bir düşman olarak algılanıp algılanmadığı gibi hususlar analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmada, literatür taraması ve analitik yöntemler kullanılmıştır. İslamofobi, Selefîlik ve Neo-selefîlik kavramları kelâmî perspektifle detaylı bir şekilde ele alınmış, sonrasında ise İslamofobi’nin artışındaki temel etkenler tespit edilmeye çalışılmıştır. Tespit edilen etkenlerin analiz ve değerlendirmesi yapıldıktan sonra, özel olarak Almanya’da faaliyet gösteren radikal Neo-selefî grupların liderlerinin / vaizlerinin söylemleri çerçevesinde, toplumda bu gruplara yönelik algı tespit edilmeye çalışılmış ve bu olumsuz İslam imajının İslamofobi’nin artışındaki etkileri ortaya konulmuştur. Çalışmada, Almanya’da Neo-selefî grupların söylem ve faaliyetlerinin, İslamofobi’nin artışında önemli bir rol oynadığı tespit edilmiştir. Neo- selefî yapıların radikal ve dışlayıcı söylemleri, Almanya’da yaşayan Müslümanların toplumsal entegrasyonunu zorlaştırmakta ve yerel halk arasında Müslümanlara yönelik korku ve önyargıları beslemektedir. Özellikle Pierre Vogel ve Hasan Dabbağ gibi Neo-Selafi vaizlerin, sosyal medya ve diğer platformlar üzerinden yürüttükleri nefret söylemleri, Almanya’da İslamofobi’nin artmasına katkıda bulunmaktadır. Bu durum, Müslümanların genel olarak terörizmle ilişkilendirilmesine ve toplumsal kutuplaşmanın artmasına neden olmaktadır.
Anahtar Kelimeler Kelâm, İslamofobi, Selefilik, Neo-Selefilik, Almanya.
Kelâm ilminin en önemli meselelerinin başında bilgi konusu gelmektedir. İslam inanç esaslarının bilinmesinde ve belirlenmesinde, iman edilmesi gerekli olan hususlarla ilgili delillendirme ve ispatlama çabalarında bilgi konusu kilit rol oynamaktadır. Her bir kelâm ekolünün sistem ve metodolojisi, o kelâm ekolünün bilgi anlayışı çerçevesinde şekillenmektedir. Kelâm ekollerinin kelâmî konulara yaklaşımı ve hüküm ortaya koymaları, doğru bilgiye ulaşma ve neyi bilgi olarak kabul edip, neyi kabul etmediklerine göre belirlenmektedir. Bu sebeple bilgi konusu, kelâm ilmine dâir yazılan eserlerde öncelikli yerini almaktadır. Bu durum, bilgi konusunun kelâm ilmindeki önemini ortaya koymaktadır.
Bilgi konusunu detaylı olarak ele alan ve konuya açıklık getiren kelâmcılardan birisi de müteahhirûn dönemi Eş’arî kelâmcılarından Adudüddin el-Îcî’dir (öl. 756/1355). Îcî, Gazzâlî sonrası felsefî kelâmının önde gelen sîmâlarından kabul edilmektedir. Kitâbu'l-Mevâḳıf adlı eserini kendi kelâm metodolojisini oluşturmaya ayıran ve kelâmî konularda bir usûl belirleme gayreti içerisinde olan Îcî, söz konusu eserinin girişini bilgi konusuna ayırmıştır. Klasik Eş’arî geleneğin bilgi konusundaki bakiyesinden faydalanarak nihâî bir bilgi teorisi üretmeye çalışan Îcî, bilgi konusunda geçmişten gelen yanlışlıkları ve eksiklikleri de ortaya koyarak kendi teorisini oluşturmaya çalışmaktadır.
Kelam ilminin bilgi ile başladığı söylenebilir. Ancak bilginin tanımı konusunda kelamcılar arasında bir konsensüsün bulunmadığı bilinmektedir. Mutezilî alimler bilginin îtikad olduğunu savunurken, Eşâri alimler bilginin sıfat olduğunu savunmakta, buna mukabil İslam filozofları ise bilginin zihni bir varlık olduğunu iddia etmektedirler. Îcî ise, bilginin bir sıfat olduğunu kabul etmektedir. Îcî’ye göre bilgi, bir mahalde bilenin bilinene taalluku / nispetidir. Yani bilgi, var olan ve bir şeye taalluk eden bir sıfattır. Bu sıfat, var olduğu yerde kendisini diğer bilgilerden ayırmaktadır. Bunu yaparken de bir sebep – sonuç ilişkisine bağlı olarak değil, âdete dayalı bir şekilde gerçekleştirmektedir.
Îcî, kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu savunmaktadır. Kesin bilgiye ulaşmak için kelamcılar arasında yapılan bilgi tasnifleri bilginin ne olduğunu anlamak bakımından yardımcı olacaktır. Kelamcılar, bilgiyi kadîm ve hâdis bilgi olarak ikiye ayırmışlar, kadim bilginin Allah’ın bilgisi, hâdis bilginin ise yaratılmışların bilgisi olduğunu ifade etmişlerdir. Îcî ise bilgi teorisini hâdis bilgi üzerinden oluşturmaktadır. Çünkü kadîm bilginin Allah’ın bilgisi olması nedeniyle onda bir zorunluluk ve kesb düşünülemez. Îcî’ye göre hâdis bilgi zaruri bilgi ve kesbî bilgi olarak iki kısma ayrılmaktadır. Zorunlu bilgi ile ilgili olarak geniş açıklamalar yapan Îcî, kesbî bilgi ile ilgili olarak detaylı açıklamaya girmez ve kesbî bilginin ancak nazar ile mümkün olduğunu ifade ederek eserinin büyük bölümünde zarurî bilginin mukabili olarak nazarî bilgiye yer vermektedir.
Îcî, bilgi konusunda kendisinden evvel kelamcıların yapmış olduğu bu tasnife bağlı kalarak, son tahlilde ortaya koymuş olduğu bilgi tanımını zorunlu bilgi ve nazarî bilgiye tatbik etmiştir. Ona göre zorunlu bilgiler, insanın varlıksal / ontolojik yapısı gereği doğuştan getirdiği bilgilerdir, yani insanın sıfatlarıdır. Zorunlu bilgilerin elde edilmesi, insanın kudretinde değildir. Nazarî bilgiler ise, tamamen insanın kudretine bağlıdır. İnsanın bazı vasıtalara başvurarak delillendirme suretiyle elde ettiği bilgilerdir. Nazarî bilgiler, akıl yetisine sahip, aklî melekelerini kullanan insanların bir sıfatıdır.
Bu çalışmada, Adudüddin el-Îcî’nin bilgi tarifi ile bu tarif çerçevesinde bilgi türleri ele alınacak ve onun bilgi teorisi detaylı olarak incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Kelâm, Bilgi, Adudüddin el-Îcî, Kitâbu’l-Mevâḳıf, Zarûrî Bilgi, Nazarî Bilgi.
Aḍud al-Dīn al-Ījī’s Theory of Knowledge
Abstract
Knowledge is one of the most important subjects of the science of Kalām. The issue of “knowledge” plays a key role in the knowledge and determination of the principles of Islamic faith and in the efforts to prove what is required to be believed. The systems and methodologies of each Kalām School are shaped within the framework of the knowledge understanding of that Kalām School. The approach of the Kalām schools to theological issues and their provision of judgments are determined by reaching the truth (haqīqah) knowledge, what they accept as knowledge and what they do not accept. For this reason, the subject of knowledge takes its primary place in the works written on the Kalām. This situation put forth the importance of knowledge in the Kalām.
Aḍud al-Dīn al-Ījī (d. 756/1355), one of the predecessors (muta’akhkhirūn) Ash’arī theologians, is one of the Kalām scholar dealing with and clarifying the subject of knowledge. Al-Ījī is considered one of the leading figures of the post- Gazzālī Philosophical Kalām. Al-Ījī, who devoted his work Kitāb al-Mawāqif to creating his own Kalām methodology and striving to determine a method in theological (Kalām) issues, allocated the introduction of this work to the subject of knowledge. Al-Ījī, who tries to produce a ultimate theory of knowledge by taking advantage of the classical Ash’arī tradition on knowledge, tried to form his own theory by revealing past mistakes and deficiencies in knowledge.
It can be said that the Kalām started with knowledge. However, it is known that there is no consensus among theologians about the definition of knowledge. While Mu’tazilî scholars argue that knowledge is a belief, Ash’arī scholars argue that knowledge is an adjective (sifat), whereas Islamic philosophers claim that knowledge is a intellectual entity. Al-Ījī accepts that knowledge is an adjective. According to Al-Ījī, knowledge is the relation/relative of the knowing to the known in a situation. In other words, knowledge is an adjective that exists and attaches itself to something. This adjective distinguishes itself from other information where it exists. In doing so, carried out in a manner based on tradition, not depending on a cause – effect relationship.
Al-Ījī maintains that it is possible to obtain absolute knowledge. The classification of knowledge made by kalāmists in order to obtain absolute knowledge will help to understand what knowledge is. The kalāmists divided knowledge into eternal and hādith knowledge and stated that the eternal knowledge is the knowledge of Allah and the hādith knowledge is the knowledge of the created ones. On the other hand, al-Ījī constitutes his theory of knowledge based on hādith knowledge. Because the eternal knowledge is the knowledge of Allah, there is no necessity and acquirement. According to al-Ījī, “hādith knowledge” is divided into two parts as “darūrī / necessary knowledge” and “kasbī / acquired knowledge”. Al-Ījī, who makes extensive statements about necessary knowledge, does not enter detailed explanations about the acquired knowledge and expresses that the knowledge is only possible with the observing, and provides naẓarī (theoretical) knowledge in the majority of his work as a equivalent to “darūrī knowledge”.
Adhering to this classification on knowledge made by the theologians before him, al-Ījī has applied the definition of knowledge -he put forward in the final analysis- to darūrī knowledge and naẓarī knowledge. According to him, due to the existential / ontological structure of human beings, darūrī knowledge is the knowledge brought from birth, that is, adjectives of human. Acquiring darūrī knowledge is not within the power of man. On the other hand, naẓarī knowledge depends entirely on the power of man. It is the knowledge that a person obtains through evidence by using some means. Naẓarī knowledge is an adjective of people having intellectual ability and using their intellectual faculties.
In this paper, Aḍud al-Dīn al-Ījī’s description of knowledge and his approach to types of knowledge within the framework of this description will be discussed and his knowledge theory will be examined in detail.
Keywords: Kalām, Knowledge, ʿAḍud al-Dīn al-Ījī, Kitāb al-Mawāqif, Ḍarūrī Knowledge, Naẓarī Knowledge.
Anahtar Kavramlar: Kelâm, Vahiy, Allah, Cibrîl, Elçi, Halku’l-Kur’an
Abstract
Revelation is defined as the contact of Allah with the person he created. Due to the
reason that the revelation of Qur’an is the main source of the Islamic belief system, it
is a topic of discussion in our Muslim tradition for centuries, and main questions
focus on its nature and content. The divine revelation underlies the religion, and
essentially is the name of the revelation which comes from a different ontological
sphere, the God, via a different ontological creature, the Gabriel, to a different
ontological sphere, the prophet. The literal meaning of revelation is “confidential
and quick notification”. This meaning has raised some curiosity about arrival ways
and content of revelation, and ontological differences between Allah as the
revelation sender, and the human receiver. All these make the communication even
more mysterious. Muslim kalam schools evaluate the subject of revelation, which is
the main source of religion, within the framework of Allah's kalam adjective,
Kelamullah and Halku’l-Qur'an. They are in discussion about whether the Qur'an
was created or not, and whether Allah's kalam adjective is ‘kadim’ or ‘hâdis’.
Additionally, Shia scholars examine revelation from a different aspect, analysing it
together with the Imamate theory, and discuss that imams are also recipients of
revelation under the name of inspiration.
Keywords: Kalam, Revelation, Allah, Gabriel, Delegate, Halku’l-Qur'an.
Oryantalizmin üzerinde önemle durduğu hususlardan birisi hiç şüphesiz İslam
Kelâmı alanıdır. Klasik oryantalist söylemin İslam Kelâmına yaklaşımı eleştirel
bir bakışla incelendiğinde görülmektedir ki, batılı İslam araştırmacıları bu konuda hatırı sayılacak ölçüde eserler ortaya koymuşlardır. Bu noktada oryantalist gelenek içerisinde günümüzde hayatta olan ve halen araştırmalarına devam eden
Josef Van Ess’in Kelâm’ın doğuşu ve metoduna dair görüşlerinin ortaya konulması önem arz etmektedir. Van Ess’in Kelâm’ın doğuşu ve metoduna ilişkin görüşleri, İslam Kelâmının başlangıcına yönelik önemli bilgiler vermektedir. Bu bilgiler
ve metodlar ışığında anlaşılmaktadır ki, yazılı ilk kelâm metinleri h.1. asırda
oluşturulmaya başlanmıştır. Bu kelâm metinlerinin cedel / diyalektik bir üslupla
kaleme alınması ise, kelâmın metodunu ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Oryantalizm, Kelâm, Teoloji, Cedel, Josef van ESS.
Abstract
One of the important issues focused by Orientalism is undoubtedly on the Islamic theology (Kalam). When It is examined critically the approach of Kalam of
classical orientalist discourse, It is seen that Western Islamic scholars have published a large number of works on this subject. It is important that the views of
Josef van ESS, who is alive today and still ongoing his research in the orientalist
tradition, about the emergence and methods of Kalam are revealed. His views on
these subjects provide important in formations about onset of Islamic Kalam. In
the light of these information and methods, it is seen that the first Kalamic
(theological) texts have began to be formed in the 1. Century AH. that Kalamic
texts have been written via a jedel (debate)/dialectical manner. This showed up
Kalamic method, as well.
Key Words: Orientalism, Kalam (Islamic Theology), Jedel (debate), Josef van ESS
Avrupa ülkelerindeki Büyükelçilikler nezdinde ‘Din Hizmetleri Müşavirlikleri’
adı altında yurt dışı teşkilatları bulunmaktadır. Bu kapsamda, 1980 yılında
Almanya’daki Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği nezdinde Din Hizmetleri
Müşavirliği kurulmuştur. 5 Temmuz 1984 yılında Müşavirlik hizmetlerinin alt
yapısını oluşturmak amacıyla Köln’de ‘Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB)’
tesis edilmiştir. DİTİB, Almanya’da yerleşik göçmen vatandaş ve soydaşlarımıza
yönelik, bağlı cami dernekleri vasıtasıyla, sosyal, kültürel, eğitsel ve dini faaliyetler
yürütmektedir.
Bu çalışmada, DİTİB’in yürüttüğü din eğitim faaliyetleri makro-perspektiften
hareketle ele alınacaktır. Bu faaliyetler, Türk göçmen topluluğun hem dini ve
milli kimliğinin korunmasına ve iç dayanışmasının artmasına, hem de yaşanılan
ülkeye uyum sürecine büyük katkılar sağlamaktadır. Almanya’da yaşayan Türk
Müslüman göçmenler, DİTİB’i Türk dini kuruluşları arasında en güvenilir kurum
olarak görmektedirler.
Anahtar Kelimeler: DİTİB, Din Eğitimi Faaliyetleri, Türk Göçmenler, Almanya.
Abstract: The Presidency of Religious Affairs (DIB) has overseas organizations under
the name of ‘Office of the Counsellor for Religious Services’ affiliated to the Turkish
Embassies in European countries where Turkish citizens reside. Within this
framework, The Religious Services Office of the Embassy of the Republic of Turkey
in Germany was founded in 1980. In July 5, 1984, ‘The Turkish-Islamic Union
for Religious Affairs-DITIB’ affiliated with this Office was established in Cologne.
DITIB started organizing various activities, such as religious, social, cultural and
educational, through mosque unions for both Turkish and other Muslim immigrants
living in Germany.
In this paper, we will try to analyse its religious education activities with a macrodescriptive method. It is thought that DITIB has tried to solve Turkish immigrants’
problems that come out during the integration process, to keep their integrity, and to
ensure the continuity of their community. According to our research, DITIB has been
considered by Turkish Muslim immigrants as the most reliable foundation among
the other Turkish religious organizations in Germany.
Keywords: DITIB, Religious Education Services, Turkish Immigrants, Germany.
Papers by Mehmet Akif Ceyhan
önyargılı olma olarak tanımlanabilir. Müslümanlardan korkma veya Müslümanlara düşmanlık besleme anlamında İslamofobi’nin kökenleri İslam’ın ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Tarihi kökenlere bakıldığında bu düşmanlığın Kudüs’ün, Endülüs’ün ve Hristiyan dünyanın hüküm sürdüğü diğer toprakların Müslümanlar tarafından fethedilme süreçlerine kadar gittiği gözlemlenmektedir. Bu çalışmada ise son 20-30 yıllık süreç içerisinde görülen İslamofobi’nin artışındaki etkenlere odaklanılmıştır. Burada dönüm noktasını Amerika’da bir grup terörist tarafından gerçekleştirilen 11 Eylül 2001 saldırıları oluşturmaktadır. Bu saldırı, İslamofobi endüstrisi tarafından bütün Müslümanların terörizm ile ilişkilendirilmesine sebebiyet vermiştir.
Almanya, İslamofobi’nin en belirgin şekilde arttığı ülkelerden biridir. İslamofobi’nin artışı, Müslüman toplulukların günlük yaşamlarında karşılaştıkları ayrımcılık ve dışlanmayı artırırken, toplumsal uyum ve entegrasyon çabalarını zayıflatmaktadır. Bu olgunun Almanya’daki etkilerini anlamak, sadece Müslüman toplulukların karşılaştıkları zorlukları değil, aynı zamanda toplumun geneline yayılan etkileri de ortaya koymak açısından önemlidir.
Bu çalışma ile amaçlanan, batılı ülkeler genelinde İslamofobi’nin artışındaki etkileri tespit ederken, özellikle Almanya ölçeğinde bu etkenler içerisinde yer aldığını düşündüğümüz Neo-selefî grupların nefret ve şiddet içeren eylem ve söylemlerinin bu artıştaki etkisinin tespit edilmesidir. Bu selefî söylemlerin kelâmî bağlamı da konu çerçevesinde önem arz etmektedir. Neo-selefî grupların söylem, eylem ve faaliyetlerinin, batılı ülkelerde yaşayan yerel halklar nezdinde nasıl karşılandığı, korku ve endişe uyandırıp uyandırmadığı, Müslümanların ötekileştirilip dışlanarak potansiyel bir düşman olarak algılanıp algılanmadığı gibi hususlar analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmada, literatür taraması ve analitik yöntemler kullanılmıştır. İslamofobi, Selefîlik ve Neo-selefîlik kavramları kelâmî perspektifle detaylı bir şekilde ele alınmış, sonrasında ise İslamofobi’nin artışındaki temel etkenler tespit edilmeye çalışılmıştır. Tespit edilen etkenlerin analiz ve değerlendirmesi yapıldıktan sonra, özel olarak Almanya’da faaliyet gösteren radikal Neo-selefî grupların liderlerinin / vaizlerinin söylemleri çerçevesinde, toplumda bu gruplara yönelik algı tespit edilmeye çalışılmış ve bu olumsuz İslam imajının İslamofobi’nin artışındaki etkileri ortaya konulmuştur. Çalışmada, Almanya’da Neo-selefî grupların söylem ve faaliyetlerinin, İslamofobi’nin artışında önemli bir rol oynadığı tespit edilmiştir. Neo- selefî yapıların radikal ve dışlayıcı söylemleri, Almanya’da yaşayan Müslümanların toplumsal entegrasyonunu zorlaştırmakta ve yerel halk arasında Müslümanlara yönelik korku ve önyargıları beslemektedir. Özellikle Pierre Vogel ve Hasan Dabbağ gibi Neo-Selafi vaizlerin, sosyal medya ve diğer platformlar üzerinden yürüttükleri nefret söylemleri, Almanya’da İslamofobi’nin artmasına katkıda bulunmaktadır. Bu durum, Müslümanların genel olarak terörizmle ilişkilendirilmesine ve toplumsal kutuplaşmanın artmasına neden olmaktadır.
Anahtar Kelimeler Kelâm, İslamofobi, Selefilik, Neo-Selefilik, Almanya.
Kelâm ilminin en önemli meselelerinin başında bilgi konusu gelmektedir. İslam inanç esaslarının bilinmesinde ve belirlenmesinde, iman edilmesi gerekli olan hususlarla ilgili delillendirme ve ispatlama çabalarında bilgi konusu kilit rol oynamaktadır. Her bir kelâm ekolünün sistem ve metodolojisi, o kelâm ekolünün bilgi anlayışı çerçevesinde şekillenmektedir. Kelâm ekollerinin kelâmî konulara yaklaşımı ve hüküm ortaya koymaları, doğru bilgiye ulaşma ve neyi bilgi olarak kabul edip, neyi kabul etmediklerine göre belirlenmektedir. Bu sebeple bilgi konusu, kelâm ilmine dâir yazılan eserlerde öncelikli yerini almaktadır. Bu durum, bilgi konusunun kelâm ilmindeki önemini ortaya koymaktadır.
Bilgi konusunu detaylı olarak ele alan ve konuya açıklık getiren kelâmcılardan birisi de müteahhirûn dönemi Eş’arî kelâmcılarından Adudüddin el-Îcî’dir (öl. 756/1355). Îcî, Gazzâlî sonrası felsefî kelâmının önde gelen sîmâlarından kabul edilmektedir. Kitâbu'l-Mevâḳıf adlı eserini kendi kelâm metodolojisini oluşturmaya ayıran ve kelâmî konularda bir usûl belirleme gayreti içerisinde olan Îcî, söz konusu eserinin girişini bilgi konusuna ayırmıştır. Klasik Eş’arî geleneğin bilgi konusundaki bakiyesinden faydalanarak nihâî bir bilgi teorisi üretmeye çalışan Îcî, bilgi konusunda geçmişten gelen yanlışlıkları ve eksiklikleri de ortaya koyarak kendi teorisini oluşturmaya çalışmaktadır.
Kelam ilminin bilgi ile başladığı söylenebilir. Ancak bilginin tanımı konusunda kelamcılar arasında bir konsensüsün bulunmadığı bilinmektedir. Mutezilî alimler bilginin îtikad olduğunu savunurken, Eşâri alimler bilginin sıfat olduğunu savunmakta, buna mukabil İslam filozofları ise bilginin zihni bir varlık olduğunu iddia etmektedirler. Îcî ise, bilginin bir sıfat olduğunu kabul etmektedir. Îcî’ye göre bilgi, bir mahalde bilenin bilinene taalluku / nispetidir. Yani bilgi, var olan ve bir şeye taalluk eden bir sıfattır. Bu sıfat, var olduğu yerde kendisini diğer bilgilerden ayırmaktadır. Bunu yaparken de bir sebep – sonuç ilişkisine bağlı olarak değil, âdete dayalı bir şekilde gerçekleştirmektedir.
Îcî, kesin bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu savunmaktadır. Kesin bilgiye ulaşmak için kelamcılar arasında yapılan bilgi tasnifleri bilginin ne olduğunu anlamak bakımından yardımcı olacaktır. Kelamcılar, bilgiyi kadîm ve hâdis bilgi olarak ikiye ayırmışlar, kadim bilginin Allah’ın bilgisi, hâdis bilginin ise yaratılmışların bilgisi olduğunu ifade etmişlerdir. Îcî ise bilgi teorisini hâdis bilgi üzerinden oluşturmaktadır. Çünkü kadîm bilginin Allah’ın bilgisi olması nedeniyle onda bir zorunluluk ve kesb düşünülemez. Îcî’ye göre hâdis bilgi zaruri bilgi ve kesbî bilgi olarak iki kısma ayrılmaktadır. Zorunlu bilgi ile ilgili olarak geniş açıklamalar yapan Îcî, kesbî bilgi ile ilgili olarak detaylı açıklamaya girmez ve kesbî bilginin ancak nazar ile mümkün olduğunu ifade ederek eserinin büyük bölümünde zarurî bilginin mukabili olarak nazarî bilgiye yer vermektedir.
Îcî, bilgi konusunda kendisinden evvel kelamcıların yapmış olduğu bu tasnife bağlı kalarak, son tahlilde ortaya koymuş olduğu bilgi tanımını zorunlu bilgi ve nazarî bilgiye tatbik etmiştir. Ona göre zorunlu bilgiler, insanın varlıksal / ontolojik yapısı gereği doğuştan getirdiği bilgilerdir, yani insanın sıfatlarıdır. Zorunlu bilgilerin elde edilmesi, insanın kudretinde değildir. Nazarî bilgiler ise, tamamen insanın kudretine bağlıdır. İnsanın bazı vasıtalara başvurarak delillendirme suretiyle elde ettiği bilgilerdir. Nazarî bilgiler, akıl yetisine sahip, aklî melekelerini kullanan insanların bir sıfatıdır.
Bu çalışmada, Adudüddin el-Îcî’nin bilgi tarifi ile bu tarif çerçevesinde bilgi türleri ele alınacak ve onun bilgi teorisi detaylı olarak incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Kelâm, Bilgi, Adudüddin el-Îcî, Kitâbu’l-Mevâḳıf, Zarûrî Bilgi, Nazarî Bilgi.
Aḍud al-Dīn al-Ījī’s Theory of Knowledge
Abstract
Knowledge is one of the most important subjects of the science of Kalām. The issue of “knowledge” plays a key role in the knowledge and determination of the principles of Islamic faith and in the efforts to prove what is required to be believed. The systems and methodologies of each Kalām School are shaped within the framework of the knowledge understanding of that Kalām School. The approach of the Kalām schools to theological issues and their provision of judgments are determined by reaching the truth (haqīqah) knowledge, what they accept as knowledge and what they do not accept. For this reason, the subject of knowledge takes its primary place in the works written on the Kalām. This situation put forth the importance of knowledge in the Kalām.
Aḍud al-Dīn al-Ījī (d. 756/1355), one of the predecessors (muta’akhkhirūn) Ash’arī theologians, is one of the Kalām scholar dealing with and clarifying the subject of knowledge. Al-Ījī is considered one of the leading figures of the post- Gazzālī Philosophical Kalām. Al-Ījī, who devoted his work Kitāb al-Mawāqif to creating his own Kalām methodology and striving to determine a method in theological (Kalām) issues, allocated the introduction of this work to the subject of knowledge. Al-Ījī, who tries to produce a ultimate theory of knowledge by taking advantage of the classical Ash’arī tradition on knowledge, tried to form his own theory by revealing past mistakes and deficiencies in knowledge.
It can be said that the Kalām started with knowledge. However, it is known that there is no consensus among theologians about the definition of knowledge. While Mu’tazilî scholars argue that knowledge is a belief, Ash’arī scholars argue that knowledge is an adjective (sifat), whereas Islamic philosophers claim that knowledge is a intellectual entity. Al-Ījī accepts that knowledge is an adjective. According to Al-Ījī, knowledge is the relation/relative of the knowing to the known in a situation. In other words, knowledge is an adjective that exists and attaches itself to something. This adjective distinguishes itself from other information where it exists. In doing so, carried out in a manner based on tradition, not depending on a cause – effect relationship.
Al-Ījī maintains that it is possible to obtain absolute knowledge. The classification of knowledge made by kalāmists in order to obtain absolute knowledge will help to understand what knowledge is. The kalāmists divided knowledge into eternal and hādith knowledge and stated that the eternal knowledge is the knowledge of Allah and the hādith knowledge is the knowledge of the created ones. On the other hand, al-Ījī constitutes his theory of knowledge based on hādith knowledge. Because the eternal knowledge is the knowledge of Allah, there is no necessity and acquirement. According to al-Ījī, “hādith knowledge” is divided into two parts as “darūrī / necessary knowledge” and “kasbī / acquired knowledge”. Al-Ījī, who makes extensive statements about necessary knowledge, does not enter detailed explanations about the acquired knowledge and expresses that the knowledge is only possible with the observing, and provides naẓarī (theoretical) knowledge in the majority of his work as a equivalent to “darūrī knowledge”.
Adhering to this classification on knowledge made by the theologians before him, al-Ījī has applied the definition of knowledge -he put forward in the final analysis- to darūrī knowledge and naẓarī knowledge. According to him, due to the existential / ontological structure of human beings, darūrī knowledge is the knowledge brought from birth, that is, adjectives of human. Acquiring darūrī knowledge is not within the power of man. On the other hand, naẓarī knowledge depends entirely on the power of man. It is the knowledge that a person obtains through evidence by using some means. Naẓarī knowledge is an adjective of people having intellectual ability and using their intellectual faculties.
In this paper, Aḍud al-Dīn al-Ījī’s description of knowledge and his approach to types of knowledge within the framework of this description will be discussed and his knowledge theory will be examined in detail.
Keywords: Kalām, Knowledge, ʿAḍud al-Dīn al-Ījī, Kitāb al-Mawāqif, Ḍarūrī Knowledge, Naẓarī Knowledge.
Anahtar Kavramlar: Kelâm, Vahiy, Allah, Cibrîl, Elçi, Halku’l-Kur’an
Abstract
Revelation is defined as the contact of Allah with the person he created. Due to the
reason that the revelation of Qur’an is the main source of the Islamic belief system, it
is a topic of discussion in our Muslim tradition for centuries, and main questions
focus on its nature and content. The divine revelation underlies the religion, and
essentially is the name of the revelation which comes from a different ontological
sphere, the God, via a different ontological creature, the Gabriel, to a different
ontological sphere, the prophet. The literal meaning of revelation is “confidential
and quick notification”. This meaning has raised some curiosity about arrival ways
and content of revelation, and ontological differences between Allah as the
revelation sender, and the human receiver. All these make the communication even
more mysterious. Muslim kalam schools evaluate the subject of revelation, which is
the main source of religion, within the framework of Allah's kalam adjective,
Kelamullah and Halku’l-Qur'an. They are in discussion about whether the Qur'an
was created or not, and whether Allah's kalam adjective is ‘kadim’ or ‘hâdis’.
Additionally, Shia scholars examine revelation from a different aspect, analysing it
together with the Imamate theory, and discuss that imams are also recipients of
revelation under the name of inspiration.
Keywords: Kalam, Revelation, Allah, Gabriel, Delegate, Halku’l-Qur'an.
Oryantalizmin üzerinde önemle durduğu hususlardan birisi hiç şüphesiz İslam
Kelâmı alanıdır. Klasik oryantalist söylemin İslam Kelâmına yaklaşımı eleştirel
bir bakışla incelendiğinde görülmektedir ki, batılı İslam araştırmacıları bu konuda hatırı sayılacak ölçüde eserler ortaya koymuşlardır. Bu noktada oryantalist gelenek içerisinde günümüzde hayatta olan ve halen araştırmalarına devam eden
Josef Van Ess’in Kelâm’ın doğuşu ve metoduna dair görüşlerinin ortaya konulması önem arz etmektedir. Van Ess’in Kelâm’ın doğuşu ve metoduna ilişkin görüşleri, İslam Kelâmının başlangıcına yönelik önemli bilgiler vermektedir. Bu bilgiler
ve metodlar ışığında anlaşılmaktadır ki, yazılı ilk kelâm metinleri h.1. asırda
oluşturulmaya başlanmıştır. Bu kelâm metinlerinin cedel / diyalektik bir üslupla
kaleme alınması ise, kelâmın metodunu ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Oryantalizm, Kelâm, Teoloji, Cedel, Josef van ESS.
Abstract
One of the important issues focused by Orientalism is undoubtedly on the Islamic theology (Kalam). When It is examined critically the approach of Kalam of
classical orientalist discourse, It is seen that Western Islamic scholars have published a large number of works on this subject. It is important that the views of
Josef van ESS, who is alive today and still ongoing his research in the orientalist
tradition, about the emergence and methods of Kalam are revealed. His views on
these subjects provide important in formations about onset of Islamic Kalam. In
the light of these information and methods, it is seen that the first Kalamic
(theological) texts have began to be formed in the 1. Century AH. that Kalamic
texts have been written via a jedel (debate)/dialectical manner. This showed up
Kalamic method, as well.
Key Words: Orientalism, Kalam (Islamic Theology), Jedel (debate), Josef van ESS
Avrupa ülkelerindeki Büyükelçilikler nezdinde ‘Din Hizmetleri Müşavirlikleri’
adı altında yurt dışı teşkilatları bulunmaktadır. Bu kapsamda, 1980 yılında
Almanya’daki Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği nezdinde Din Hizmetleri
Müşavirliği kurulmuştur. 5 Temmuz 1984 yılında Müşavirlik hizmetlerinin alt
yapısını oluşturmak amacıyla Köln’de ‘Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB)’
tesis edilmiştir. DİTİB, Almanya’da yerleşik göçmen vatandaş ve soydaşlarımıza
yönelik, bağlı cami dernekleri vasıtasıyla, sosyal, kültürel, eğitsel ve dini faaliyetler
yürütmektedir.
Bu çalışmada, DİTİB’in yürüttüğü din eğitim faaliyetleri makro-perspektiften
hareketle ele alınacaktır. Bu faaliyetler, Türk göçmen topluluğun hem dini ve
milli kimliğinin korunmasına ve iç dayanışmasının artmasına, hem de yaşanılan
ülkeye uyum sürecine büyük katkılar sağlamaktadır. Almanya’da yaşayan Türk
Müslüman göçmenler, DİTİB’i Türk dini kuruluşları arasında en güvenilir kurum
olarak görmektedirler.
Anahtar Kelimeler: DİTİB, Din Eğitimi Faaliyetleri, Türk Göçmenler, Almanya.
Abstract: The Presidency of Religious Affairs (DIB) has overseas organizations under
the name of ‘Office of the Counsellor for Religious Services’ affiliated to the Turkish
Embassies in European countries where Turkish citizens reside. Within this
framework, The Religious Services Office of the Embassy of the Republic of Turkey
in Germany was founded in 1980. In July 5, 1984, ‘The Turkish-Islamic Union
for Religious Affairs-DITIB’ affiliated with this Office was established in Cologne.
DITIB started organizing various activities, such as religious, social, cultural and
educational, through mosque unions for both Turkish and other Muslim immigrants
living in Germany.
In this paper, we will try to analyse its religious education activities with a macrodescriptive method. It is thought that DITIB has tried to solve Turkish immigrants’
problems that come out during the integration process, to keep their integrity, and to
ensure the continuity of their community. According to our research, DITIB has been
considered by Turkish Muslim immigrants as the most reliable foundation among
the other Turkish religious organizations in Germany.
Keywords: DITIB, Religious Education Services, Turkish Immigrants, Germany.
Hicri 680 / miladi 1281 yılında Şiraz bölgesi yakınlarında Îc şehrinde
dünyaya gelen ve hicri 756 / miladî 1355 yılında vefat eden Adûdüddîn elÎcî, Gazzâlî sonrası müteahhirûn dönemi felsefî kelâm ekolünün önde gelen
Eşârî kelamcıları arasında yer almaktadır. Başta kelâm alanında olmak üzere
pek çok eser ile İslâm düşünce geleneğine katkıda bulunmuş olan Îcî, yaşadığı dönemde Eşârî kelâm düşüncesini İslâm dünyasına tanıtmış, pek çok
ilim meclisinde ve medreselerde eserleri okutulmuş önemli bir kelamcıdır.
Kelâm alanında yazmış olduğu Kitâbu’l-Mevâkıf adlı eserine, başta Seyyid Şerif el-Cürcânî olmak üzere şerhler yazılmış ve Îcî’nin düşüncesine çeşitli
açıklamalar getirilmiştir.
Tebliğimizde Adûdüddîn el-Îcî’nin imamet anlayışı ortaya konmaya çalışılacaktır. İmamet konusu, Ehl-i Sünnet akâidi içerisinde inanılması zorunlu
olan konular arasında yer almamaktadır. Şia haricinde klasik kelam ekollerinin, imameti genel anlamda siyasi bir konu olarak değerlendirmesine
rağmen, Şia ekolü imamet konusunu itikâdın bir parçası olarak görmektedir.
Buna rağmen Eşâriliğin kurucu imamı İmam Eşârî başta olmak üzere sonraki
Eşâri kelâmcıları - ki buna Adûdüddîn el-Îcî de dahildir- eserlerinin son bahsini imamet konusuna ayırmak suretiyle kelâma dair eserlerinde imamet
konusuna yer vermektedirler.
Tebliğimizde genel olarak Eşârilerîn, özelde ise Adûdüddîn el-Îcî’nin neden kelâma dair eserlerinde imamet konusuna yer verdiklerini tespit edecek, sonrasında ise Îcî’nin imamet anlayışını ortay koymaya çalışacağız. Ayrıca imamet konusu ile ilişkili olarak geleneğimizde tartışılan imamın nass
ile mi atanacağı, biat ile mi seçileceği; imam seçmenin zorunlu olup olmadığı, Hz. Peygamber’den sonra hak imamın kim olduğu, Hz. Peygamber’den
sonra insanların en üstününün kim olduğu ve efdaliyyet gibi konular Îcî
perspektifinden değerlendirilecektir. Îcî’nin imamet anlayışını ortaya koyarken başvuru kaynağımız Îcî’ye ait Kitâbu’l-Mevâkıf adlı eser ve esere dair
Seyyid Şerif el-Cürcânî tarafından yazılan ve en kapsamlı ve meşhur şerh
olan Şerhu’l-Mevâkıf adlı eser olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kelâm, Eşârîlik, Şia, İmâmet, Adûdüddîn el-Îcî, Kitâbu’lMevâkıf
ʿAḍududdīn al-Īcī's Understanding Of Imamate
Abstract
ʿAḍududdīn al-Īcī - born hijri 680 / AD 1281 and died in hijri 756 / AD
1355 in the city of Îc near Shiraz - is among the leading Ash’arī theologians
of the philosophical Kalām School in the müteahhirûn period of postGhazali. al-Īcī was an important theologian who contributed to the tradition
of Islamic thought with many works -especially in the field of Kalām -,
introduced the idea of Ash’arī Kalām to the Islamic world during his
lifetime, and whose works were read in many scientific meetings and
madrassas. Annotations (commentaries) were written by as-Saiyid Sharif
al-Curcānī on the Īcī’s work named Kitāb al-Mawāqif in the field of Kalām
and various explanations were made for Īcī’s thought.
Understanding of ʿAḍududdīn al-Īcī’s imamate will be put forward in this
study. The issue of imamate is not among the subjects that must be believed
in creed of Ahl as-Sunnah. The Shi’a School accepts the issue of imamate as
a part of the creed although the Classical Kalām Schools, except for Shi’a,
consider it as a political issue in general. Nevertheless, Imam Ash’arī -
founder of Ash’arī - and next Ash’arī theologians including ʿAḍududdīn alĪcī allocate the last part of their works to the subject of imamate in their
studies on Kalām.
In this study, it will be determined why the Ash’arīs in general and
ʿAḍududdīn al-Īcī in particular include the subject of imamate in their works
on Kalām, and then it will be tried to reveal the understanding of al-Īcī’s
imamate. In addition, the issues such as whether the imam -discussed in our
tradition regarding to the subject of imamate- will be appointed with nass or
elected with allegiance; whether it is necessary to choose an imam or not,
who is the true imam after the Prophet, who is the most superior of people
after the Prophet, and legitimacy will be evaluated from the al-Īcī’s
perspective. While revealing al-Īcī’s understanding of imamate, our
reference source will be his work named Kitāb al-Mawāqif and the work Kitāb
al-Mawāqif written by as-Saiyid Sharif al-Curcānī, which is the most
comprehensive and famous commentary work on the Sharḥ al-Mawāqif.
Keywords: Kalām, Ash’arīsm, the Shi’a, Imamate, ʿAḍududdīn al-Īcī, Kitāb alMawāqif.