
Turan Açık
Related Authors
Osman Cengiz
Pamukkale University
M. Emre Kılıçaslan
ORDU UNIVERSITY
Ibrahim Pazan
Istanbul Topkapi University
İlhami Danış
Fatih Sultan Mehmet Vakıf University
Salih YILMAZ
Ankara Yildirim Beyazit University
Şefik MEMİŞ
İstanbul Ticaret Üniversitesi
InterestsView All (15)
Uploads
Papers by Turan Açık
hüviyetinden ziyade, ilerlemeci tarih algısı üzerinden zamanda ileri ve geri olana işaret eder.
İlerlemeci tarih/zaman algısı münasebetiyle tarihçiler Osmanlıların mekânı anlamlandırma
biçimlerini ve bunun üzerine inşa ettikleri aidiyet dünyasını pek ele almamışlardır. Osmanlı
İmparatorluğu ülkesinin “Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâne” olarak isimlendirildiği malumdur. Bu
ülke, sınırlarından ziyade padişahın ilâhî menşeli iktidarı ile müşahhaslaştırılmaktadır. Mekânın
bu şekilde cisimleştirilmesi, daha çok aidiyet bağlarına gönderme yapar. Osmanlı tebaası ile
padişah arasındaki bağı “Memâlik-i Mahrûse”ye tâbi‘yet tesis eder. Bu ülke, Karlofça
Anlaşması’na kadar somut sınırlar üzerinden değerlendirilen bir mekân değildir. Bu bildiride,
Karlofça Anlaşması’ndan önceki, kadastral disiplinin olmadığı, modern anlamıyla fizikî bir
birime tekabül etmeyecek şekilde bir mekân tasavvuru olan Osmanlıların mekân ve bunun
üzerinde inşa edilen aidiyet dünyası değerlendirilmeye çalışılacaktır. Bu bağlamda sınır
mefhumunun olmadığı bir zeminde, somut ve rasyonel karşılığı olmayan,
matematikselleştiremediğimiz “Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâne”nin “semavîleştirilmiş” bir ülke
ve kelime grubu olduğu anlaşılmaktadır. 16. ve 17. yüzyılın son on yılına kadar, Osmanlılar,
tek tek şehirlerini de “mahrûse” olarak tavsif ederler. Mahrûse bilindiği üzere hisarla çevrili
büyük şehirleri vasıflandırmak için kullanılan bir kavramdır. Şehrin tamamının hisarla çevrili
olma durumu Osmanlılar için geçerliliğini yitirmiştir. Dolayısıyla “mahrûse”, Osmanlı
İmparatorluğu’nda bu sözlük anlamının çok ötesine taşan bir semantik muhteva edinmiş
görünür. Mahrûse, en geniş manada Müslim-zimmî, ailevî, cemâî, şehirli, köylü, Türkî, Rumî,
Arabî; ayrıca ehl-i örf, ehl-i ziraat, ehl-i ticaret ve ehl-i ilm olmak üzere toplumun bütün
katmanlarını içeren/kapsayan bir aidiyet formudur. Kavramın şer‘iyye sicillerinde kimi zaman
eyâlet ile kimi zaman da kaza ile terkip edilerek kullanılması bu durumu gösterir. “Mahrûse-i
Trabzon Eyâleti” şeklinde eyâletin geneline işaret etmek için ya da “Mahrûse-i Trabzon Kazası”
olarak şehrin yanında köylerini de içeren birimi göstermek için kullanılması, mahrûsenin
sadece şehir anlamına gelmediğinin veya şehrin üzerinde daha büyük anlam katmanlarına sahip
olduğunun delilidir. Osmanlı insanının en geniş aidiyet dünyasını “Mahrûse-i Trabzon’da
Muhyiddin Mahallesi’nde sâkin Yakub’un oğlu Hacı Hüseyin” ya da “Mahrûse-i Trabzon
mahallelerinden Câmi‘-i Cedîd Mahallesi yerleşiklerinden Musli Beşe’nin kızı Ümmi adlı
kadın” örneğinde görmek mümkündür. Neticede Linda T. Darling’in iddia ettiği gibi “arz-ı
hâller” ekseninde Osmanlı halkının gerek kadı mahkemesine gerekse Divân-ı Hümayûn’a
yaptıkları başvurular ile adalet talepleri bağlamında “daire-i adliyye”, Osmanlı dünyasında
yöneten ve yönetilenleri ile ortak bir temel ise “mahrûse” de her iki zümre açısından ortak bir
aidiyet biçimine işaret etmektedir.
mukayeseli vaziyette okunması, bu metodun iki mühim dayanağı olacaktır. En nihayetinde, “nefs”i (evlerin toplamı) ve “finâ”sı (avlusu) da hesaba katılarak daha bütüncül bir Osmanlı şehir tarihi yazımının imkânları üzerine düşünmenin yolu açılmaya çalışılacaktır.
hüviyetinden ziyade, ilerlemeci tarih algısı üzerinden zamanda ileri ve geri olana işaret eder.
İlerlemeci tarih/zaman algısı münasebetiyle tarihçiler Osmanlıların mekânı anlamlandırma
biçimlerini ve bunun üzerine inşa ettikleri aidiyet dünyasını pek ele almamışlardır. Osmanlı
İmparatorluğu ülkesinin “Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâne” olarak isimlendirildiği malumdur. Bu
ülke, sınırlarından ziyade padişahın ilâhî menşeli iktidarı ile müşahhaslaştırılmaktadır. Mekânın
bu şekilde cisimleştirilmesi, daha çok aidiyet bağlarına gönderme yapar. Osmanlı tebaası ile
padişah arasındaki bağı “Memâlik-i Mahrûse”ye tâbi‘yet tesis eder. Bu ülke, Karlofça
Anlaşması’na kadar somut sınırlar üzerinden değerlendirilen bir mekân değildir. Bu bildiride,
Karlofça Anlaşması’ndan önceki, kadastral disiplinin olmadığı, modern anlamıyla fizikî bir
birime tekabül etmeyecek şekilde bir mekân tasavvuru olan Osmanlıların mekân ve bunun
üzerinde inşa edilen aidiyet dünyası değerlendirilmeye çalışılacaktır. Bu bağlamda sınır
mefhumunun olmadığı bir zeminde, somut ve rasyonel karşılığı olmayan,
matematikselleştiremediğimiz “Memâlik-i Mahrûse-i Şâhâne”nin “semavîleştirilmiş” bir ülke
ve kelime grubu olduğu anlaşılmaktadır. 16. ve 17. yüzyılın son on yılına kadar, Osmanlılar,
tek tek şehirlerini de “mahrûse” olarak tavsif ederler. Mahrûse bilindiği üzere hisarla çevrili
büyük şehirleri vasıflandırmak için kullanılan bir kavramdır. Şehrin tamamının hisarla çevrili
olma durumu Osmanlılar için geçerliliğini yitirmiştir. Dolayısıyla “mahrûse”, Osmanlı
İmparatorluğu’nda bu sözlük anlamının çok ötesine taşan bir semantik muhteva edinmiş
görünür. Mahrûse, en geniş manada Müslim-zimmî, ailevî, cemâî, şehirli, köylü, Türkî, Rumî,
Arabî; ayrıca ehl-i örf, ehl-i ziraat, ehl-i ticaret ve ehl-i ilm olmak üzere toplumun bütün
katmanlarını içeren/kapsayan bir aidiyet formudur. Kavramın şer‘iyye sicillerinde kimi zaman
eyâlet ile kimi zaman da kaza ile terkip edilerek kullanılması bu durumu gösterir. “Mahrûse-i
Trabzon Eyâleti” şeklinde eyâletin geneline işaret etmek için ya da “Mahrûse-i Trabzon Kazası”
olarak şehrin yanında köylerini de içeren birimi göstermek için kullanılması, mahrûsenin
sadece şehir anlamına gelmediğinin veya şehrin üzerinde daha büyük anlam katmanlarına sahip
olduğunun delilidir. Osmanlı insanının en geniş aidiyet dünyasını “Mahrûse-i Trabzon’da
Muhyiddin Mahallesi’nde sâkin Yakub’un oğlu Hacı Hüseyin” ya da “Mahrûse-i Trabzon
mahallelerinden Câmi‘-i Cedîd Mahallesi yerleşiklerinden Musli Beşe’nin kızı Ümmi adlı
kadın” örneğinde görmek mümkündür. Neticede Linda T. Darling’in iddia ettiği gibi “arz-ı
hâller” ekseninde Osmanlı halkının gerek kadı mahkemesine gerekse Divân-ı Hümayûn’a
yaptıkları başvurular ile adalet talepleri bağlamında “daire-i adliyye”, Osmanlı dünyasında
yöneten ve yönetilenleri ile ortak bir temel ise “mahrûse” de her iki zümre açısından ortak bir
aidiyet biçimine işaret etmektedir.
mukayeseli vaziyette okunması, bu metodun iki mühim dayanağı olacaktır. En nihayetinde, “nefs”i (evlerin toplamı) ve “finâ”sı (avlusu) da hesaba katılarak daha bütüncül bir Osmanlı şehir tarihi yazımının imkânları üzerine düşünmenin yolu açılmaya çalışılacaktır.
Ne bir fakire münasip saray-ı sultani /
Ne hücre-i fukara şah-ı dehre erzani /
Efendi, her kişinin layıkınca mesken olur.
Gelibolulu Mustafa Âlî (XVI. yüzyıl sonu)
Bir evin tamir ettirilmesi hatta “uslûb-ı sâbık”ı üzerine yeniden
bina edilmesi hususunda karşılaşılan 1618 tarihli bir sicil kaydı, büyük bir evde bulunan bir odanın ortalama ölçülerini vermesi, evin iç mekan kurgusunun ne şekilde olabileceğini göstermesi ve de bir ev inşasında masraf kalemleri ile iş çeşitlerinin, yapı malzemelerinin anlaşılması açısından oldukça önemli bilgiler içermektedir. Bu işlemler için bugün olduğu gibi geçmişte de “keşif” tabiri kullanılmıştır.
İstanbul evlerinin iç mekân organizasyonu ve odalarının XVII. yüzyıldaki görünümü, genele
müştemil olmamak üzere, 1691 (Bâb Mahkemesi) tarihli bir kayıtta görülebilir. Bu kayıtta büyükçe bir konağın tavsifi ve tanımı yer almaktadır. Her birinin üç katlı olduğu görülebilen, hariciye ve dâhiliye olmak üzere iki ev barındıran “parselde” yer alan bu tip evler diğer ev kayıtlarında parça parça bulunabilecek özelliklerin hemen hemen tamamını bünyelerinde
barındırmaları hasebiyle ayrı bir öneme sahiptirler. Yine, bu tür yapılar fiziken günümüze ulaşmadığı için arşiv kayıtlarının önemi bir kat daha artmaktadır.
Fırat Yaşa, BCDSS Fellow, Düzce University
This bilingual workshop aims at approaching concepts of dependency, loyalty, and belonging in early modern Ottoman society. We will focus not only on slave-slave owner relationships, but also on patronage, servitude, dependency on religion or on places of belonging, and more. By analyzing the lives and stories of individuals or social groups in the private and public spheres, we hope to draw some conclusions about strong asymmetrical dependencies as they developed in early modern Ottoman society.